Başbakan Erdoğan’ın malum İsrail saldırısını kınamak için geçen hafta yaptığı bir konuşmada Tevrat’ı daha doğrusu 10 Emir’i referans göstererek İbranice “Öldürmeyeceksin” demesi, bunun üzerine CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun buna cevaben yine 10 Emir’i referans göstererek “Çalmayacaksın” demesi, yine buna cevaben Erdoğan’ın “Ben Tel Avive’e seslendim cevabı Keşan’dan geldi, İsrail’in avukatları var” demesi, yine bunun üzerine Kılıçdaroğlu’nun da “İsrail’in avukatını arıyorsan sağına Bülent Arınç’a bak” demesi İsrail konusunun esasen bir iç politika meselesi haline geldiğinin göstergesi. Ki böyle olması da bekleniyordu zaten. Bu atışma Türkiye’nin mevcut politik yapısına ilişkin hem ilginç hem de tatsız öğeler barındırıyor.
Öncelikle Erdoğan’ın şu malum İsrail meselesini muhaliflerini sindirmek amacıyla kullanmaya meyilli olduğunu görüyoruz. Çok uzun süredir (1970’lerden bu yana) ilk kez Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları yabancı bir ülkenin askerleri tarafından öldürülüyor. Üstelik bu ülke Türk sağının bilhassa da milliyetçi-dindar tabanın hiç de hazzetmediği İsrail olunca toplum düzeyindeki asabiyet ve düşmanlık hayli artmış oluyor. Bu açıdan hayli ince bir buz takabası üzerinde yürüdüğümüzü hatırda tutmak lazım. Ülke olarak. Hal böyle iken Erdoğan’ın bu tip eleştirilerde hemen “İşte görüyorsunuz İsrail’in avukatları bunlar” demesi bir politik muziplik olarak görülemez. Can sıkıcı sonuçları olabilecek bir tavır Erdoğan’ınki ve devam ettireceğinin ipuçları da var maalesef.
Ancak daha da ilginç olan nokta, Kılıçdaroğlu’nun cevabına zemin teşkil eden Arınç’ın tavrı. Bilindiği gibi geçtiğimiz hafta Fethullah Gülen’in Wall Street Journal gazetesinde bır açıklaması yayımlandı. İHH’nin eylemenin eleştiriyordu Gülen. “Gördüklerim hoş değildi, çirkindi” diyen Gülen, organizatörlerin yardımı ulaştırmaya girişmeden önce, İsrail’le anlaşmaya varmaya çalışmamasının ‘otoriteye başkaldırı göstergesi olduğunu ve fayda getirmeyeceğini’ söylüyor. İHH’nin ismini kısa süre önce duyduğunu söyleyen Gülen filo baskınındaki sorumluyu tayin etme işinin Birleşmiş Milletler’e bırakılması gerektiğini vurguluyor. Açıklama haliyle büyük şaşkınlıkla karşılandı. Gülen cemaatinin bilhassa yargı ve TSK ile yürüttüğü güç mücadelesinde Hükümet’e büyük destek verdiği göz önüne alındığında , İsrail gibi Türk sağının -perde önündeki- en büyük düşmanına, AKP’yi ofsayta düşürecek derecede hayırhah davranması anlaşılamadı. Hükümet’ten ne cins bir tepki geleceği merak edilirken Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç şöyle konuştu: “Hocaefendi her zaman olduğu gibi doğruyu söylüyor. Her şart altında ve her şeye rağmen müspet hareket etmeliyiz. Ve imkanlarını araştırmalıyız. Bunun için ne gerekiyorsa yapmalıyız. Zulme uğrayabiliriz ama zalim olmayacağız.”
Kılıçdaroğlu işte bu açıklamaya işaret ediyor. Ediyor etmesine ama Gülen’in bu çıkışı hala tam olarak anlaşılabilmiş değil. Doğal olarak Zaman gazetesine bakıldı. Ne denecek acaba, diyerekten. En elle tutulur yorum 5 Haziran günü Zaman yazarı Abdülhamit Bilici’den geldi. Birkaç cümle aktaralım: “(Gülen) Endişe etmekte haklıydı. Gerçekten de İsrail hükümeti, ne yapacağı kolay kolay kestirilemeyen, küçük bir sebeple bile dünyayı ateşe verebilecek hamleler yapan bir ülke haline gelmişti. (…) Önce bu insani yardım konvoyuna katılacağı duyurulan bazı AK Partili vekillerin, daha sonra bundan vazgeçmiş olması da aslında bu endişelerin ve doğabilecek sonuçların öngörüldüğünün işareti. Nitekim Gülen, bu büyük endişelerden kaynaklanan görüşlerini dile getirdi. Sağduyunun, aklıselimin yorumuydu söylenenler.”
Aslına bakılırsa burada esasen Gülen hareketinin siyasete bakışındaki ayırt edici vasıf da var. Gülen ve onun hareketi aktif eylem yanlısı gibi görünmekten hiçbir şekilde hazzetmiyor. Bilhassa iç siyasete ilişkin vaazlar hep bu politika ile doludur. Zaten hatırlanacaktır Gülen’in hakkında dava açılmasına ve yurtdışına çıkmasına neden olan kasetlerindeki konuşmalar da hep bu yöndeydi. Dolayısıyla burada şaşılacak bir şey yok. Bununla beraber Gülen’in ABD ile arayı iyi tutmak gibi bir kaygıyla bunları söyleyip söylemediği konusu bir miktar spekülasyon olacak..Net hüküm vermek gereksiz. Burada hedef daha çok AKP’nin diri tutmaya çalıştığı reaksiyoner, eylemci kitle. Bu tavır, yane aktif eylemci tavır ister iç politikada ister dış politikada olsun Gülen hareketinin hiç benimsemediği bir çizgi. Zira dindar eylemci taban evet Erdoğan’ın otoritesini belki seviyor ama gemi eyleminde görüldüğü gibi, doğru bildiğini de yapmaya çalışıyor. Gülen hareketi ise “otorite”ye hayli önem veriyor. Yani Gülen “otoriteye başkaldırmayın” derken çok büyük ihtimalle Türkiye içindeki kendi tabanını uyarıyor ve cemaat üyelerinin asıl olarak iç siyasette “otoritenin” yani cemat liderliğinin sözünden çıkmamasını istiyor. Zira Gülen hareketi için “otorite”ye başkaldırmak hareketin yapısına hayli ters. Bu aslında İslami kesimdeki yeni bir ekseni ifade ediyor. Yıllar boyunca Türkiye’deki İslami politik hareket çok kabaca iki ana akım halindeydi. İlki ve hayli kalabalık olanı Gülen hareketinde temsil edilirken ikincisi ve daha kalabalık olan Nakşibendi çizgisine daha yakın Erbakan ve Erdoğan’da ifadesini bulan daha –devlete- “meydan okuyan” reaksiyoner ve sokağa çıkmaya meyilli hareketti. Her iki akım da “otorite”ye hayli önem verir. Ancak İHH hareketiyle orta çıkan yeni bir çizgi var gibi. Tamam otoriteden tamamen bağımsız değil ama biraz daha kendi bildiğini yapmaya çalışan bir çizginin boy verdiğini görüyoruz. Bu çizgi hiç şüphesiz Erdoğan çizgisi ile dirsek teması içindedir, ancak klasik AKP tabanının dışına çıkmaya, İslami gelenek dışındaki akımlarla da işbirliği içinde olmaya meyillidir. Dolayısıyla yeni dönemde belki de bu üçüncü çizgiden daha çok söz edeceğiz.. Arınç kimbilir belki de bu “tehlike”nin farkına vararak, Gülen’e hak veriyor.
Agos, 11 Haziran 2010-06-15