Bir Kez Daha AKP'nin Demokratlığı Meselesi

Son on yılda AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın otoriter karakteri üzerine fazlasıyla yazılıp çizildi. Özellikle referandum sürecinde yeniden canlanan bu tartışmaların gazetelere yansıyan kısmında da ağırlıklı olarak Erdoğan’ın anti-demokratik yönleri vurgulandı ve onun partisinden demokratik adımlar beklemenin saflık olduğu iddia edildi. Bu yazılarda referandumda “yetmez ama evet” diyenlerin bu safiyane illüzyonu paylaştıkları da örtük ya da açık olarak dile getirildi.

Oysa bu yazılar siyaseti fazlasıyla karakter ve niyet odaklı okuyarak siyasetin yapısal kısıtlarının, kurumsal mücadelelerin ve taktiksel arayışların siyasal aktörleri doğal eğilim ve iradelerinden bağımsız belli işlevleri üstlenmeye itebilecekleri gerçeğini görmezden geliyor. AKP’nin zoraki demokratlığını anlamak dünyanın başka yerlerinde ve dönemlerinde de gerçekleşmiş “demokratsız demokratikleşme” süreçlerini de anlamayı gerektiren soğukkanlı bir makro-yapısal analize ihtiyaç duyuyor.

KARAKTER ANALİZİ

Öncelikle belirtelim ki, Tayyip Erdoğan’ın, son derece otoriter bir siyasal gelenekten gelen ve Türkiye ortalamasının sahip olduğu otoriter karakter özelliklerinin neredeyse bütün niteliklerini taşıyan bir lider olduğuna kuşku yok. Bu bütün demokratlar tarafından bilinen bir gerçek olduğundan referandumda “yetmez ama evet” diyenlere yöneltilen eleştirilerde sıklıkla dile getirilen “Erdoğan’ın demokrat olduğuna safça inanma” suçlaması yersiz bir çarpıtma. İsteyen, özgürlükçü solcuların Erdoğan ve AKP’nin otoriter karakterini deşifre edip eleştiren onlarca yazısına kolaylıkla ulaşabilir.

Mesele AKP’nin özsel olarak demokrat olduğuna veya inanmış ve adanmış demokratlardan kurulu olup olmadığına inanmak değil kısmi ve dönemsel olarak demokratik bir işlev üstlenip üstlenemeyeceğine inanmakla ilgili.

SİYASAL ENTEGRASYON

Meseleyi ele almanın en iyi yolu modern siyaset tarihini siyaset alanında gerçekleşen bir tür dışlama ve dahil olma mücadeleleri tarihi olarak okumakta. Dünya ülkelerinin son iki yüzyıllık tarihi siyaset alanındaki varlıkları meşru sayılan, devlet kurumlarını elinde tutan ya da onları etkileme kapasitesine sahip sosyal gruplarla bu alandan mutlak ya da nispi ölçülerde dışlanan ve kendilerine siyasal iktidar alanında yer açmaya çabalayan sosyal grupların mücadelesi olarak okunabilir.

Dışlanmış grupların verdiği iktidar alanına girme ve iktidar kaynaklarına ulaşma mücadelesi ise her zaman farklı biçimler alır. Kabaca üç tip mücadele biçiminden söz edebiliriz. Birinci tipte dışlanan grup ve onun siyasal elitleri müesses nizamın hiçbir başka öğesini değiştirmeden hakim elitlerle girdiği pazarlık yoluyla kendi lehinde düzenlemeler talep ederek siyasal alana entegre olabilir. Almanya’da 1871-1918 arasında Katolik Merkez Partisi’nin verdiği mücadele buna örnek sayılabilir. Söz konusu parti anılan süre boyunca Alman devletine karşı bir demokrasi mücadelesi vermeden Katolik azınlık için ayrıcalık talep etmiş, hatta bu ayrıcalık karşılığı devletin aslen sosyalistlere yöneltilmiş olan otoriter karakterini onaylayıp pekiştirme sözü vermişti.

İkinci mücadele biçimi dışlananların hakim elitleri yerinden etmeye çalıştığı bir mücadele tipi olarak ele alınabilir. Çatışmacı bir siyaset tarzıyla hakim elitlerin toptan siyasetten tasfiye edilmeye ve yerine dışlanan grupların elitlerinin yerleştirilmeye çalışıldığı devrimci-popülist bir siyaset tarzıdır bu. Latin Amerika’daki otoriter popülist hareketler veya İran Devrimi süreci örnek olarak verilebilir.

Üçüncü mücadele biçimi ise dışlananların, siyaset alanının sınırlarını genişletmek ve devlet iktidarı üzerindeki oligarşik tutunum noktalarını yıkmak suretiyle, yani sistemi demokratikleştirerek temsil ettikleri grupları siyaset alanına entegre ettikleri ve kendi elitlerini iktidara taşıdıkları bir modeldir. Bu mücadele biçiminin en net örneği de Avrupa işçi sınıfı partilerinin geçtiğimiz yüzyıl dönümünde verdikleri siyasal mücadeledir.

PEKİ AKP?

Peki AKP’yi bu tablo içerisinde nereye oturtabiliriz? Milli Görüş geleneği ve AKP kuşkusuz Anadolu’nun cumhuriyet tarihi boyunca değişen oranlarda dışlanmış İslami muhafazakarlığını temsil ediyor. Bu muhafazakarlığın dinsel sembolleri müesses nizamın katı laik ikonografisi tarafından yıllarca dışlandığı gibi söz konusu kesimi temsil iddiasında bulunan siyasal elitleri hakim siyasal elit tarafından büyük bir tehdit olarak algılanageldi ve siyaset alanından dışlandı. Milli Nizam Partisi’nin 1971 muhtırasıyla kapatılması ve 28 Şubat süreci bu dışlamanın en açık bir biçimde gerçekleştiği tarihsel anlardı.

Milli Görüş’ün siyasal elitlerinin bu dışlanmaya karşı geliştirdikleri dahil olma çabası 2000’li yıllara değin yukarıda değinilen mücadele biçimlerinden daha çok birincisini takip etti. Belki de hakim elitleri yerinden edecek siyasal güce hiçbir zaman sahip olamayacağının bilincinde olarak ikinci metodu ciddi anlamda hiç denemeyen bu gelenek, sistemin otoriter karakterine dokunmadan ve hatta bu otoriterliği başka gruplara daha etkili bir şekilde uygulama isteğiyle sistemde kendine yer açmaya çalıştı. 12 Eylül sonrası hedefine ulaşmaya en fazla yaklaştığı dönemdi, ama 28 Şubat süreciyle tekrar geri püskürtüldü. Bugün ise AKP’yi Milli Görüş geleneğinin sözünü ettiğimiz entegrasyon mücadelesinin üçüncü biçimini yani demokratikleştirerek entegre olma metodunu deneyen son halkası olarak değerlendirebiliriz.

Yakın tarih bize ve dolayısıyla AKP’ye gösterdi ki bırakın hakim elitleri yerinden etmeye yönelik bir devrimci-popülist hareketi, sistemde sadece kendi lehlerine düzenleme yapma çabası bile hakim elitler tarafından ciddi bir tehdit olarak algılanageldi. 28 Şubat’tan 11 sene sonra türban ile ilgili düzenlemenin iptali ve ardından gelen kapatma talebi bunu net olarak bir kez daha gösterdi. AKP ise 28 Şubat sürecinin hemen ertesinde temsil ettiği kitleyi kamusal alana sokabilmesinin yegane yolunun kendi temsiliyet talebini daha geniş bir demokrasi paketinin içine yerleştirmekten geçtiğini anlamıştı. AKP’nin bu yolu seçmesi doğasından getirdiği demokratik özellikleri nedeniyle değil büyük ölçüde başka yollar kapalı olduğu ve uluslararası siyasal konjonktür böylesi bir mücadeleye elverdiği içindi.

Bir başka deyişle AKP tarihsel olarak diğer seçenekler tüketildiği için kendi taleplerini genel demokratik taleplerle birleştirmeye, Türkiye’nin AB’ye giriş sürecinin öncülüğünü yaparak sürekli dışlandığı müesses nizamın asli bir unsuru haline gelip rüştünü ispatlamaya ve kendi taleplerini başka dışlanmış kesimlerin talepleriyle teğellendirerek isteklerini meşru kılmaya çalıştı.

Ancak demokratik alışkanlıkları son derece kısıtlı olan bir siyasal geleneğin bu yeni siyasal arayışı kaçınılmaz olarak çeşitli aksamalarla, sık sık geriye dönüşlerle akamete uğradı ve zaman zaman yukarıda sözünü ettiğimiz sadece kendine yer açma ve iktidar olanaklarını sadece kendi lehine kullanma yoluna saptı. Bazen kendi tabanını, bazen devlet elitini ürkütmeme çabası, bazen de kendi ideolojik ve politik dar görüşlülükleri nedeniyle gerçekleştirmek istedikleri reformlar yeniçeri adımlarıyla ilerledi, bazen geriye saydı, bazen ise açıkça otoriter biçimlere büründü. Ama en genel anlamıyla, son 10 yılda, AKP’nin temsil ettiği kitlenin çıkarlarına siyasal alanda yer açma çabası kısmi olarak entegrasyonist ve demokratik bir hal aldı.

DEMOKRATLAR

Dolayısıyla referandum sürecinde “yetmez ama evet” diyen demokratların ve özgürlükçü solcuların siyasal tavırları AKP ve Erdoğan’ın demokratik niyetlerine safça duyulan inançtan değil soğukkanlı bir siyaset sosyolojisi tahlilinden türüyor. Tarihsel olarak demokratlık kimliğini sahiplenmemiş bir hareketin konjonktürel olarak demokratlık işlevi üstlenebileceğinden ve bunun demokrasi yanlısı güçler için çok ciddi fırsatlar yarattığı tespitinden hareket ediyor.

Elbetteki AKP’nin kendi siyasal terbiyesinin hilafına bugün demokratik bir işlev üstlenmesi yarın konjonktür değiştiğinde tam aksi yönde bir rol oynamayacağı anlamına gelmiyor. Tam aksine, bir zamanların demokrat CHP’sinin otoriterleşmesi gibi bugünün AKP’sinin de birkaç yıl sonra otoriter bir kimlikle zuhur etmeyeceğinin garantisi yok. Ancak kimse merak etmesin bu ülkenin demokratları ve özgürlükçü solcuları bunun farkında. Bu nedenle reaksiyoner olmadan temkinli, korku siyaseti yapmadan korunaklı olmanın yollarına işaret ederek, siyasal hatlarını her dönem demokratikleştirici ivmeleri daha da ileri itmek görevi üzerine kuruyorlar.