İşçinin Varlık Problemi

Katık dergisi yazarlarına ve şairlerine
sevgi ve bağlılıkla

Olağanüstü bir incelikle yazılmış Proleterlerin Gecesi’nde[1], Jacques Ranciere işçiler için metafizik soruların lüks olmadığını, arzu ve ihtiyaçları sürekli bastırılan işçi için hayati önemde olduğunu söyler. Ranciere 19. Yüzyılda Saint-Simoncu entellektüellerle tavanaralarında L’Atelier dergisini çıkarmakla gecelerini geçiren işçilerin rüyalarını takip eder bu kitabında. Bir felsefecinin sosyal tarihe bakışının nasıl yeni imkanlar sunduğunu da gösterir bize kitap. Ranciere’e göre işçinin entelektüel faaliyeti burjuvazi için en büyük tehdittir; çünkü tam da bu alanda işçi ve burjuva arasındaki ayrımlar bulanıklaştır, işçinin ‘öteki tarafa’ geçme tehlikesi başlar. Ben de bu yazıda bu tehlikeli eşikten bakacağım işçilere, özellikle de dört yıldır inatla kendi dergilerini çıkaran, beni de aralarına alan geridönüşüm işçilerine. Ele aldığım işçiler sadece ekmek kavgası ya da sınıf çıkarları üstüne kafa yormuyorlar, bu kavganın kendisi yaşam biçimleri zaten. Onlar kendi varoluşları üzerine, etraflarını saran toplumsal gerçeklik üzerine düşünüyorlar. Buna en genel anlamıyla işçinin varlık problemi adını veriyorum.

Proleterlerin Gecesi’nin açılış sahnesinde Ranciere hayatının anlamının yaptığı zanaatte olmadığını, kendisinin de işçi olmak için doğmadığını düşünen zanaatkar-işçiyi anlatır. İlk başta işçinin bu tavrında bir kibir ve bireycilik hissedilebilir: Sömürüden ya da kollektif kurtuluştan söz etmek yerine işçi kendi yaşamının farklı olabileceği ihtimalinden söz etmektedir. Kollektif eylemin geri planda kalması tehlikesi benim de işçilerle yaptığım çalışmalarda karşıma sık çıkan bir durumdu: Daha yüksek özlemlere kapılan işçi kendini diğer işçilerden farklı hissedebiliyor, aidiyet duygusunu yitirebiliyordu. Ben bu kısa yazı içerisinde bu durumun her zaman bir tehdit olmadığını, tersine bir fırsat olarak görülebileceğini ileri süreceğim. İşçi sınıfı içerisinde öne çıkan kişilerin, işçi gruplarını yönlendirebilme yetisini biraz da bu farklı olma durumlarından aldığını; işçinin yaşadığı içsel çelişkilerin dönüştürücü bir siyaset ve güçlü bir sınıf hareketi için potansiyel olarak kullanabileceğini iddia edeceğim. Yazıda bu potansiyelin izini etnografik bir çalışmadan derlenmiş üç küçük öykü eşliğinde süreceğim. Ankara’nın üç farklı mahallesinde 2007-2008 yıllarında farklı zamanlarda, kağıt toplayanlar arasında yaptığım gözlem ve sohbetler sonucu[2] oluşturduğum bu öyküleri birleştirerek işçinin varlık problemini ciddiye almayı önereceğim.

İlk öykümüz Ankara’nın çöküntü bölgesi olarak nitelendirilebilecek bir mahallesinde çok sayıda kağıt ve hurda toplayıcısının kaldığı bir depo. Bu depoda yoksulluk ve işsizlik nedeniyle toplayıcılık yaparak geçinen göçmen işçiler, evdeki baba baskısından ya da işyerindeki usta baskısından kaçıp gelen, kendileri 10, yüzleri 40 yaşında gösteren çocuklar, suç kaydı olduğu için başka bir işte çalışamayıp depoya gelenler var. 30 yaşlarındaki Mustafa da karısı ve iki çocuğuna bakmak için Kars’tan gelmiş, yaşamını hurda metal toplayıp satarak kazanan bir işçi. Mustafa çok eğlenceli biri, depoda yaşadığı ya da uydurduğu hikayelerle arkadaşlarını güldürmeyi, onların dikkatini çekmeyi seviyor. Ama karşılıklı sohbetlerimizde birdenbire tavrı değişebiliyor. Sadece içinde bulunduğu ortama karşı olan hoşnutsuzluğunu değil, kendisinden duyduğu memnuniyetsizliği dile getiriyor: Düzenli bir işi yok, terkedilmiş fabrikaların metallerini topluyor, mahallede kavga eden, çocukları dövenlere kızıyor. Sık sık sorduğu bir soru var: ben neden böyleyim? İlginç olan bu soruya farklı günlerde faklı yanıtlar vermesi. Bir gün küçük bir çocukken babasının kumar oynayanların arasında onu nasıl çalışmaya zorladığını hatırlıyor ve babasını suçluyor. Bir başka gün yaşadıklarının temel nedeni kendi doğası oluyor, ya da dinsel bir nedene bağlıyor kaderini. Bir günah işlemiş olmalı bilmediği, yoksa Tanrı onu bu yaşama mahkum etmezdi. Yine bir başka gün etrafına bakıyor ve çevresel faktörleri sorumlu tutuyor: Depo ve mahalle ortamının kötülüğü onu da kötü yapıyor. Eğer ben saydığı nedenlere itiraz edersem ve itirazlarım aklına yatarsa son çare olarak: ‘Bu düzen bozuktur’ diyor. Bireysel, yapısal ya da çevresel nedenler üzerine kafa yormasından çok, illa ki bu duruma bir neden arama isteği Mustafa’da çarpıcı olan. Tam tatmin edici yanıtı bulamasa da bu birbiriyle çelişir gözüken nedenselliklerle başa çıkmaya çalışırken Mustafa yine de yaşamına bir anlam vermeye çalışıyor: Bir gün hemşire ya da öğretmen olacaklarını hayal ettiği, kendi kaderini paylaşmalarını istemediği iki kızının gururlu babası olarak sorumluluklarını hatırlıyor. Ama babalık duygusunun, hele de o kadar uzaktayken, ona yetmediği zamanlar var. O zamanlar aklına, sevdiği kız berdel evliliği yapmak zorunda kalmasaydı, aşık olduğu kızla evlenseydi nasıl olurdu sorusu geliyor. Parkta birlikte oturup konuştuğumuz bir gün, şimdi bir başkasıyla evli olan sevdiği kızı kaçırıp o parkta kolkola girip yürüyeceği günün hayalini kuruyor.

Mustafa depoda çok mutlu değil, hele depodaki arkadaşları aile ve para problemlerinden konuşmaya başladıkları zaman çok bunalıyor. Mustafa kendisinin de zaten yaşadığı bu problemlerden sözetmek istemiyor hiç. O kendisinden farklı insanlarla farklı şeylerden sözetmek istiyor. Mustafa’nın zihninde yeni şeyler uyandıracak insanlarla. Bu nedenle depoyu sürekli ziyerete giden geridönüşüm işçilerini örgütleyenlerden biriyle konuştuğu zaman yüzü gülüyor. Çünkü o Mustafa’yı ‘anlıyor’, depodaki hiç bir işçinin anlamadığı gibi. Onun söylediği şeyler Mustafa’nın düşünmesini, hatta güçlenmesini sağlıyor. Kafasında çarpışan nedensellikleri Mustafa en çok onunla konuşuyor.

Macunköy ve Hurdacılar Sitesi’ndeki geridönüşüm fabrikalarında yapacağım incelemelere davet ettiğim zaman Mustafa çok heyecanlanıyor. Birdenbire bir araştırma asistanı rolüne bürünürek yanımda kayıt cihazı ve kamera taşımadığım için beni azarlıyor: Anketlerin nerede? Niye soru sormuyorsun? Depoda sadece arkadaşı ve onun deyimiyle psikoloğu olduğum için memnundu; şimdi araştırma ekibininin bir parçası olduğu an kafasındaki araştırmacı tipine uymadığım için bana kızıyor. Mustafa’nın zihinsel haritası o kadar zengin ki farklı bağlamlarda yeni performanslarıyla beni sürekli şaşırtıyor: işçi arkadaşlarıyla yemek sofrasında dikkat çekmeye çalışan bir hikaye anlatıcısı; mal sattığı tüccarların bedava içki ısmarlaması için itaatkar bir çalışan; doğa, gerçeklik ve tanrı üzerine düşünmeye başladığı zaman bir metafizikçi; düşen kağıt fiyatlarını ithalat artışı veya gerileyen inşaat sektörüne bağladığı ya da sokak lambalarında belediyenin aliminyum kullanmasını sorguladığı zaman yerel bir iktisatçı gibi davranıyor. Sanki Mustafa bilimsel ve yerel bilgi arasındaki ayrımları muğlaklaştırıyor: hurda metal ararken sokaklarda saatlerce gözlem yapıyor (İstanbul’da limanları, gemileri, Ankara’da apartmanları), olguları birbiriyle bağlıyor (gemilerin azalması ve kağıt ithali) ve sonuçlara varıyor. Yanlı, parçalı, eksik ama yine de yaratıcı bilgi üretme pratiği. Küçük dışsal etkiler bile (benim asistan olmasını önermem, bir işçi liderinin konuşması) Mustafa’nın zihninde uyarıcı etki yapıyor, onu heyecanlandırıyor. Sürekliliği sağlanması zor olsa da, gidip gelen bir niteliği olsa da bu heyecanı işliyor işçi lideri de. Mustafa’nın örneği işçilerin sömürüldüklerini duymaktansa (çünkü öylesine iyi biliyorlar ki bunu[3]) yaşama dair sorularının ciddiye alınmasına ihtiyaç duyduklarını gösteriyor.

İkinci durağımız Yıldız tepelerinde[4], şimdi yıkılmış bir gecekondu bölgesindeki kağıt depolarından biri. Sabahın ikisinde depo çalışanlarının hazırladığı masada, şiirler ve şarkılar eşliğinde konuşuyoruz. Kentsel dönüşümün parçası olarak yeni inşa edilmiş orta sınıf konutlarının tam karşısında bu gecekondular. Geridönüşüm işçileri hareketinde aktif rol alan, çok zeki ve ateşli bir işçi olan 19 yaşındaki İbrahim yüksek binalardan birine bakarak, o sabah o binanın altındaki çöplerden kağıt toplarken onuncu kattan bir kadının ona bağırdığını anlatıyor: ‘Nasıl olur da onuncu kattaki kadın bana penceresini açıp öyle bağırma hakkını kendinde bulur? Ne yapmamız lazım? Hem neden ben onun yerinde olamıyorum? Sorun nerede?’ Birinci öyküde Mustafa’nın sohbet etmeyi çok sevdiği, şimdi İbrahim’in masasında oturan işçi lideri yanıtlıyor: ‘Sorun sensin. Kadın değil.’ ‘Ben miyim?’ diye şaşırıyor İbrahim, ‘O zaman kendi kendimi mi yoketmem gerek?’ Hareketin örgütleyicisi başını sallıyor: ‘Evet önce kendini yoketmelisin.’ Bundan önce yapılmış sayısız konuşmanın son noktası olarak görülebilecek bu soyutluk derecesi son derece yüksek ve yalın diyalogda genç işçi için çok önemli bir ders saklı: Onuncu kata özlem duyarak aslında varolan toplumsal ilişkileri yeniden üretmiş oluyor; çünkü önerisi varolan pozisyonları değiştirmekten öteye gidemiyor. Kapitalist toplumdaki normları alttan alta kabul ediyor. Onuncu katın varlığındansa kadına kızıyor; toplumsal pozisyonlardansa bu pozisyonları işgal edenlere öfkeleniyor. Ama bundan dahası var. Eğer İbrahim varolan toplumsal ilişkileri yeniden üretiyorsa, o halde bu yeniden üreten özneyi, yani kendisini yoketmeli. İşte size modern toplumdaki sınıf mücadelesinin basit çelişkilerinden birine dair can alıcı bir ders: Burjuva sınıfını yoketmeye değil, işçinin de parçası olduğu toplumsal ilişkiler bütününü değiştirmeye yönelik bir mücadeleden sözediyoruz. Burada işçi lideri işçinin ‘yanlış bilincini’ düzeltmeye çalışmıyor, ona eleştirel bir bakış açısı sunuyor. Bu bakış açısı dışarıdan bir yerden değil, toplumsal gerçekliğe içkin olarak kazanılabilir. Diğer bir deyişle işçinin, eleştirdiği toplumsal ilişkilerin parçası olduğunun farkına varmasıyla edinilebilir. Bu nedenle İbrahim kendi bakış açısının bir yanılsama olduğunu değil[5], içinde yaşadığı gerçekliğin bir ürünü olduğunu hatırlamalı. İbrahim’le konuşan liderin bir başka konuşmasında bana söylediği gibi: ‘Biz kendimizi yaşamımızı yüceltmiyoruz, bizi bu durumda bırakan toplumsal gerçekliği yoketmek istiyoruz.’

Ama sonra başka bir şey daha oluyor. Konuşmanın ilerleyen bir bölümünde İbrahim ‘Biz bir şeyler yapmak istiyoruz ama hiç bir ışık göremiyoruz’ diyor. İşçi lideri yanıtlıyor: ‘Hep bir ışık arıyoruz, ama kendimizdeki ışığı göremiyoruz, etrafa ışık vermesi gereken biziz, ama hep başka yerde aradığımız için ışığı göremiyoruz.’ Bir önceki konuşmada kendisi için bir engel olan işçi şimdi toplumsal dönüşüm için bir olanak haline geliyor.

Son durağımız Ankara’da kağıt toplayıcılarının aileleriyle yaşadığı büyük bir gecekondu yerleşim yeri.[6] Kağıt toplayanların işten döndüğü, gecenin çok geç bir vakti. Gündüz belki de Mustafa ve İbrahim’le sohbet etmiş işçi lideri bu sefer de bir gecekondu evinde işçilerle beraber. Genç çocuklar kendilerini örgütleyen bu kişiyle vakit geçirmekten çok mutlu. Ama o gece işçi liderinin özel bir isteği var: Onların geridönüşüm işçileri dergisi, atıktan katığını çıkaranların dergisi Katık için yazı yazmalarını istiyor. İyi ama, kimi zaman ilkokulu bile bitirmemiş kağıt toplayan çocuklar ne yazabilir ki? Bunun bir önemi yok. Önemli olan işçiyi daha önce yaşamadığı bir deneyime davet etmek. Buradaki deneyim işçinin malını düşük fiyata almaya çalışan firma yetkilisine, kendisini tartaklayan zabıtaya karşı savaşmasından, gündelik mücadelesinden farklılaşıyor. Lider işçiyi kendi üstünde düşünmeye, sabırlı olmaya, konsantre olmaya, kendi başına bir şey yaratmaya davet ediyor. İşçiler, her gün özenle el arabalarının ceplerine ve içine dizdikleri kartonlar, plastikler ve kağıtlar yerine bu sefer sözcükleri yanyana getirmeye çalışmalılar.

Önceleri çekingen olan ve yazmaktan korkan işçiler zamanla bu daveti ciddiye alacaklar. O gece ve daha sonraki günlerde örgütlenme çalışması yapan kişilerin sürekli teşviki sonucu, geridönüşüm işçilerinin çıkardığı Katık dergisinde, okuyucusuna ‘bunları o çocuklar mı yazmış?’ dedirten duygusal şiirlerin, kısa hikayelerin yazarları olacaklar. Katık sayfalarında sürekli olarak kendilerinden ‘çalınmış’ hayallerinden sözeden, emeklerinden başka satacak hiç bir şeyi olmayan çocuklar, belki ilk defa haysiyetleri dışında da bir şeye sahip olacaklar: Gurur, öfke ve umut yazılarına. ‘Kağıtçıya kız verilir mi ki?’ diyenlere inat sevdikleri kıza ‘Çıktığım tüm yokuşlarda, açtığım tüm poşetlerde sen varsın’ diye yazacaklar. Geridönüşüm yaparak nasıl milyonlarca ağaç kurtardıklarını söyleyecekler, varlıklarının, kendilerini dışlayan toplumsal düzen için bir anlamı olduğunu ispatlamaya çalışacaklar. Bir yandan da sosyal eşitsizliği ahlaki bir eşitlikle dengelemeye çalışacaklar: ‘Bizim üstümüz pis olabilir ama bizim kalbimiz herkesinkinden temiz’. İbrahim’in sözettiği onuncu kattaki kadına karşı böyle savunacaklar kendilerini. ‘Biz daha görülmeyecek kadar küçülnedik’ diyecekler üzerilerine apartmandan çöp atan kişilere. Onlara ‘kaçak çöp avcısı’ diyen Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’na karşı ‘geridönüşüm işçisi’ olarak kabul ettirecekler kendilerini. Kimi zaman sosyolog olacaklar, Mustafa gibi. Adana’daki geridönüşüm sektörünü, tarım işçiliğini anlatacaklar: günlük ücretler, çalışan sayısı, işin niteliği, işçilerin sorunları, işveren stratejileri. Sanki bir akademisyen gitmiş de alan araştırması yapmış gibi. Ve elbette felsefi sorulara, gerçekliğe, varlığa dair sorular da soracaklar. Ne de olsa sabahtan akşama kadar bir tekstil atölyesinde patronun gözetimi altında çalışan işçiye göre bir şansı var geridönüşüm işçisinin. Yaptığı iş saatlerce yalnız yürümeyi ve düşünme olanağı veriyor onlara. Bu nedenle her kağıt işçisinin filozof olduğu söylenir Ankara sokaklarında.

İşçinin kendisini içinde bulunduğu koşullardan bir süreliğine koparan anlara sahip olması, bu sürede sadece çocuğunu okutmaya çalışan bir baba, sömürülen bir işçi değil bir yazar, şair, sosyolog olabilmesi örgütlenme çalışması için verimli bir çelişki yaratıyor. İşçi lideri bir yandan işçilerin dilinden anlayan, onların sorunlarına yakın olan, gündelik hayattaki duygusal ve maddi sorunlarıyla ilgilenen, yani ‘onlardan biri’ olmalı. Ama aynı zamanda da ‘onlardan farklı’ olmalı. Organik entelektüellerinin imgesinde işçi kendi varlığının ve koşullarının ötesinde başka biri olabilmenin aracını, başka bir dünya olasılığını görmeli. Bu nedenle işçiler tarafından kabul görmeli liderleri, ama aynı zamanda özenilen biri de olmalı. Hem şüphe, hem hayranlık uyandırmalı. Başka düşünce biçimlerinin, öyle değil de böyle bakabilmenin tam da burada, şu anda mümkün olabildiğini görmeli. Sanırım tam da bu yüzden halk öykülerinden olduğu kadar Marksist felsefeden, çizgi romanlardan olduğu kadar burjuva edebiyatından nasibini almış kişiler çekici geliyor işçilere. Onlar sadece gündelik yaşamın çelişkilerine değil, farklılık arayışındaki işçilerin arzu ve özlemlerine yanıt verebiliyorlar çünkü. Hayalleri çalınmış olan çocuklara yeniden hayal kurmasını öğretiyorlar. Bu üç öyküde[7] rol alan örgütleyici, kağıt toplayan çocuklarla benim ortak kahramanımız, sözettiğim çelişkileri kendisi de tek tek yaşadığı ve onlarla yüzleştiği için güçlenen, geceleri bazen kendi elleriyle yıktığı hayalleri her sabah yeniden kurmasını beceren Ali Mendillioğlu’na bu nedenle çok bağlılar Katık yazarları[8]. Mustafa’nın gündelik yaşam sıkıntılarının ötesine geçen sorularını sormasında, İbrahim’in mücadele ederken kendisine de eleştirel bakabilmesinde, genç kağıt toplayıcılarının yazara dönüşmesinde, işçinin varlık probleminin örgütlenme çalışmasının parçası olmasında hep Ali’nin payı ve emeği var. Ama onun olağanüstü hikayesi bir başka yazı gerektiriyor.

Geridönüşüm işçisinin varlık probleminde hepimizi ilgilendiren bir şeyler var.


Katık dergisinin en son sayısına ulaşmak için İstanbul’daki ve Ankara’daki kitabevleri ve kafeler dışında 0505 804 79 33 numaralı telefondan Ali Mendillioğlu’nu arayabilirsiniz. Ayrıca http://geridonusumiscileri.wordpress.com adresinden en son haberlere ulaşabilirsiniz. İstanbul Geridönüşüm İşçileri Derneği’ni, Tarlabaşı’nda Çukur Sokak’taki yerinde ziyaret edebilirsiniz (Süryani Kilisesi’nin geçince solda).

Bu yazıya konu olan yazı ve ve şiirler aşağıdaki gibidir:

-Atık Kağıt İşçisi Kadir, Biz Daha Görülmeyecek Kadar Küçülmedik, Katık, Yıl 1, Sayı 1, 2007

-Adana’da Geridönüşüm Sektörü, Katık, Yıl 1, Sayı 4, 2007.

-Atık Kağıt İşçisi Güven, Tek Şahidim Yıldızlar ve Çöpler, Katık, Yıl 1, Sayı 4, 2007.

-Sessiz Fırtına Güneydoğu’da Sefalet, Katık, Yıl 4, Sayı 9, 2010

-Atık Kağıt İşçileri: Bizim Kalbimiz Herkesten Daha Temiz, www.sendika.org, 29 Ocak 2007.


[1] Ranciere, J. (1989) Nights of Labour, The Worker’s Dream in Nineteenth Century, Temple University Press.

[2] Bu yazı geridönüşüm işçileri üzerine yaptığım çok daha kapsamlı bir çalışmanın parçası. Ancak bu alana ilk bakan kişi ben değilim. Bkz. Özgen, N. (2001) ‘Kentte yeni Yoksulluk ve Çöp İnsanları’, Toplum ve Bilim, 89; Yardımcı, S. ve A. Saltan (2007) ‘Geridönüşümün Görünmeyen Yüzü: Sokak Toplayıcılarının İş ve Yaşam Koşulları Üzerine Bir Değerlendirme’, Toplum ve Bilim, 108; Altuntaş, B. (2008) ‘Enformel Bir Emek Biçimi Olarak Sokak Toplayıcılığı, Ankara Örneğinde Sektöre ve Çalışanlarına İlişkin Bir Bilgi ve Deneyim Paylaşımı’, Toplum ve Bilim, 112.

[3] Ranciere’in kitabının ingilizce çevirisinin girişinde de bu noktaya dikkat çekiliyor.

[4] Yıldız tepeleri Ankara’nın Yıldız mahallesindeki bu gecekondu yerleşimine benim verdiğim isim. Yoksa bu adda bir yer yok.

[5] Yanlış bilinç eleştirisine dair klasik bir çalışma için bkz. Abercrombie, N. et al (1980) The Dominant Ideology Thesis, London.

[6] Bu mahalle, köyleri boşaltıldığı için zorunlu göç sonrası Ankara’ya gelmiş bir aşiretin yaşadığı bölge. Birinci öykünün mekanından oldukça farklı. Kağıt toplayanların aileleriyle yaşadıkları, küçük çocukların okuması için uğraşılan, köyden toplu halde geldikleri için işsizlik sonucu bu işe başlanılan bir yer.

[7] Üç öyküdeki isimleri değiştirdim. Mustafa en son haberleştiğim zaman Kars’taki köyüne dönmüştü, kışın yeniden Ankara’ya gelecekti. İbrahim aktif olarak geridönüşüm işçilerinin örgütlenmesinde çalıştıktan sonra bir eylem sonucu ne yazık ki cezaevinde. Ama hala inançlı ve Katık için yazmaya devam ediyor. Onu çok özlüyoruz. Ali’nin Katık için yazı yazmaya çağırdığı gençlerin bir kısmı, Ali İstanbul- Tarlabaşı’ndaki örgütlenme faaliyetini sürdürürken Ankara’daki çalışmaları yürütüyorlar.

[8] Kendisiyle yapılmış güzel bir söyleşi için bkz. Özdek, E. (2010) ‘Mehmet Ali Mendillioğlu ile Söyleşi: Varoluş Sebebimizi Ortadan Kaldırmak İçin Mücadele Ediyoruz’, Birikim, 241.