Türkiye’de tarihin medyatik olmaya başlaması seksenli yılların başlarıdır. O yıllarda, yani tek kanallı televizyon döneminde tarih ile ilgili yapılan programlar bu günkü kadar ilgi çekiyor muydu tam olarak hatırlamıyorum. Ama günümüzde bu ilginin çok arttığını söylemek yanlış olmaz. Sözünü ettiğim yıllarda Mim Kemal Öke, “Tarih ve Biz” adlı bir program yapıyordu. Daha sonra hocanın yaptığı tarih ile ilgili belgesellere ve değişik programlara şahit olduk[1]. Yine Murat Bardakçı, bir gazetede tam sayfa tarih yazıları yazıyordu. Pek çok insanın o günlerde gazeteyi Pazar günleri sadece o yazılar için aldığını hatırlıyorum.
Otuz yıllık bir süreçte o yıllardan bu günlere adım adım gelindi. Şimdi ise azımsanmayacak sayıda televizyon kanalında tarih ile ilgili programlar var. Gazetelere baktığımızda ise; tam sayfa ayırmak bir kenara, pek çoğu hafta sonlarında artık tarih eki veriyorlar. Bu durum tabiki sevindirici.
Biz artık biliyoruz ki, tarih her kesimden herkesin ilgisini çekiyor. Buna bağlı olarak özellikle son günlerde hem yazılı hem görsel medya, tarihe ve tarihi programlara önem veriyor. Yeni yeni çekilmeye başlayan çok büyük bütçeli dizilerden de bu anlaşılıyor zaten. Bu tarihi dizilerden bir tanesi reyting rekorları kırarken, çok büyük tepkiler de gördü. Hatta belli bir süre devlet adamlarının bile gündeminde kalmayı başardı. Konuşuldu, beyanatlar verildi, tartışıldı. Herkes birşeyler söyledi. Sanırım bu konuda en az konuşanlar yine tarihçilerdi!
Saldırılar da oldu. Savunmalar da. Bu tartışmalara yer veren TV programları izledik. Bunların içerisinde; alanın uzmanı olan Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun katıldığı program ile; yine ilgili alanda uzman olan Prof. Dr. İlber Ortaylı ve Prof Dr. Feridun Emecen’in Taha Akyol’un konuğu oldukları programı nitelikli bulduğumu söylemeliyim. Özellikle sayın Emecen ve Ortaylı, hemen hemen diziye hiç atıfta bulunmadan sadece Kanuni Sultan Süleyman’ı ve dönemini bilimsel bir şekilde enine boyuna konuştular. Herkes kendi penceresinden ne gördüğünü uzun uzun anlattı. Hatta bu arada tarih Profesörü olmam sebebiyle bir gazeteden beni de aradılar. Sıcağı sıcağına ilk bölüm ile ilgili tepkilerimi sordular. Diziyi maalesef izleyemediğimi bu sebeple yorum yapamayacağımı söylememe (bu sırada fakültedeki odamda doktora dersi yapıyor olmam sebebiyle doktora öğrencilerim de bu görüşmeye şahit oldular) ve yorum yapmamış olmama, sadece “tarihi dizilerin senaryolarının yazımı esnasında hassas olunması ve akademisyen olan uzman tarihçi danışmanlardan yardım alınması gerektiğine” dikkat çekmeme rağmen, ertesi günü “diziye tarihçilerden büyük tepki” başlıklı haberlerde ismimi gördüğümde şaşırmadığımı belirtmeliyim. Bu gibi durumlara çok da yabancı olmadığım için sadece gülüp geçtim. Ama yine daha önceki yaşadıklarımda olduğu gibi medyanın buna benzer olaylarda daha ciddi ve sorumluluk sahibi tutumlar takınması gerektiğini bir kez daha ama fazlaca ümitli olmadan beklediğimi düşündüm. Aslında bu problematik durum da ayrı bir yazı konusu olmaya şimdiden aday!
Ben bütün bunları bir kenara bırakıp, konuyu özelden biraz daha genele taşımak istiyorum. Tarihî diziler ve özellikle tarihî romanlar, tarih öğretmezler, sadece tarihi sevdirirler. Yani akademik ve bilimsel anlamda yazılmış ilmi bir tarih kitabı ile tarihi romanı ve tarihi belgesel ile tarihi diziyi ayırmak gerekir. Birinciler, veriler ve belgeler ile tarihi doğru bir şekilde anlatmaya, ikinciler ise yazarının hayal dünyasına bağlı olarak işin içine kurgu da katarak bunu inkar etmeden ve bir takım tarihi olaylardan ilham da alarak kendilerine ait bir yapıt ortaya koyarlar. Ve bu yapıtların amacı az önce de belirttiğim gibi tarih öğretmek değil, tarihi sevdirmek olmalıdır. Bu sebeple ben, hiçbir dizinin tarih öğretmek iddiasında olduğunu düşünmüyorum. Eğer böyle bir iddia ile ortaya çıkan olursa o zaman eleştriler doğal olarak haklılık kazanır. Bu sebeple bu türden yapıtlar bu bağlamda değerlendirilmelidirler!
Şimdi bu yazımda, daha yaygın ve genel olması sebebiyle tarihî romanlar üzerinden giderek, yukarıda “hassas olunması gerektiğini” söylediğim noktaların neler olduğunu açıklamak istiyorum:
Tarihi romanlar bir edebiyat eseri olmasına rağmen bu tür romanlarda, yazarın yaptığı kurguda, zaman zaman tarihi gerçeklere uyarak, mekân ve şahıs isimlerine sadık kalıp, zaman zaman da “ben tarihi gerçeklere uymak zorunda değilim, bu benim kurgum” deme hakkı olduğuna inanmıyorum. Eğer bir tarihi romanda pek çok gerçekliğe, özellikle az önce işaret ettiğim gibi, zaman, mekân ve şahıs isimleri konusundaki gerçekliğe çoğunlukla uyulmuşsa, bu durum okuyucuyu romandaki gerçek şahısların içinde bulunduğu olayların da gerçek olduğuna inanması sonucuna götürmektedir. Daha açık bir ifadeyle eğer yazar, romanında gerçek olaylar ve şahıslarla bir kurgulama yapıyorsa ve özellikle kullandığı bu olay gerçekten yaşanmışsa yani tarihi bir olgu ise, bu olgunun zamanını, mekanını değiştirme hakkına sahip olamaz. Yaşanmış olan gerçek olayları olduğu gibi kullanmalı ve tarihi gerçekliklere sadık kalmalıdır. Bu arada şayet kendisine ait ve daha önce var olmamış bir olay kurgusu yapıyorsa, orada şahıs zaman ve mekan ile ilgili hareket rahatlığını da sonuna dek yaşayabilmelidir. Bu sebeple, bu ayrıntının tarihi roman yazarları ve tarihi dizi senaristleri tarafından dikkate alınmasının önemli olduğunu ve bunu gözden kaçırmamaları gerektiğini belirtmeliyim.
Tabii ki özellikle tarihî roman yazarları az önce de ifade ettiğim gibi yaptıkları kurgularda işin içerisine kendi hayal dünyalarını da katacaklardır. Buna hakları da vardır. Ancak kurgu anlamındaki katkıları tarihi olaylar arasındaki boşlukları doldurmak ya da bu güne dek tam olarak aydınlatılamamış tarihi gerçeklikleri kendince açıklamak anlamında olmalıdır.
Şimdi isterseniz ne demek istediğimi, üreticileri batılı olan üç tarihi roman üzerinden örneklemler ile açıklayayım:
Ele almak istediğim birinci eser, özellikle ortaçağ alanında yazdıklarıyla bu alanın üstadı olarak kabul edilebilecek olan Umberto Eco’nun “Baudolino”[2] romanıdır. Bu eserde yazarın kendisine ait pek çok kurgu vardır. Ancak ben bunlardan sadece bir tanesini söz konusu etmek istiyorum. Bu ise, yıllar öncesinde III. Haçlı Seferi’ni okuduğumda ve üzerinde düşünmeye başladığımda dikkatimi çekmişti. Seferi düzenleyen Alman İmparatoru Friedrich Barbarossa, III. Haçlı Seferi esnasında, bugünkü Silifke yakınlarında iken, 10 Haziranda Göksu Nehri kenarında muhtemelen serinlemek için suya girdiğinde ya da atının ürküp onu üzerinden fırlatması sonucunda ağır zırhlarından dolayı esrarengiz bir şekilde boğulup ölmüştü. Kaynakların bize söylediği bu bilgi bana çok garip gelmiş ve sorgulamama neden olmuştu. Yıllar sonra Eco’nun romanında bu esrarengiz ölümün kurgulanış biçimini okuduğumda ise, tamam bu ölüm ancak böyle olabilir demiştim. Çünkü Friedrich’in o sırada yüzmek istemesi ve sonrada yaz olduğu için çok derin olmadığını düşündüğüm suda boğulması gerçekten anlamsız idi. Ve bu ölüm şekli tarihçiler tarafından hep yadırganmıştı. Eco bu olguyu açıklamak için romanına kendi kurgusunu katmış ve İmparatoru Göksu Nehri’ne gelmeden önce ikamet ettiği kalede öldürtmüş daha sonra da aşağıya ölü olduğu halde indirilerek suda boğulmuş süsü verdirmişti.
Diğer bir roman ise; Jasper Kent’in “Oniki”[3] adlı eseridir. Bu romandaki tarihi mekan Rusya ve Moskova. Konu ise Napolyon’un Rusya’yı işgalidir. Tarihçiler, Napolyon’un 1812’de Rusya’yı işgali esnasında bütün şehirleri teslim aldıktan sonra Moskovaya gelip ardından da burada tutunamayıp özellikle dondurucu soğuklar sebebiyle neredeyse doğru dürüst savaşmadan nasıl olup da ordusuyla perişan bir halde çekilip gittiğini sorgulamışlardır. İşte bu noktada yine yazarın hayal gücü devreye girmiş, bu anlaşılmaz tarihi olguyu kendince kurgulamıştır. Romanda bu hezimet ile ilgili yapılan açıklama ise; Bir Avrupa efsanesidir. Geceleri savaşan, gündüzleri uyuyan oniki Eflaklı vampir, Rus ordusuna katılarak, Fransızları yavaş yavaş perişan etmiştir. Roman ile ilgili eserin arka kapağındaki bir yoruma burada yer vermeden geçemeyeceğim: “Gerçek tarihi olaylar, sınırsız fantezi ve hiç eskimeyen halk hikayeleri. Roman esrarlı olayları, dehşet duygusunu ve tarihi inanılmaz bir ustalıkla birleştiriyor.”
Son örneğim ise; Boleyn Kızı’nın yazarı Philippa Gregory’nin Beyaz “Kraliçe”[4] adlı romanıdır. Konu ise, XV. Yüzyıl, Tudor Hanedanı öncesi ülkeyi yöneten karaliyet ailesinin dramatik ve dokunaklı hikayesidir. Kral Edward ile evlenen ve kraliçe olan Elizabeth, iki oğlunu tarihçilerin yüzyıllardır çözümleyemediği esrarlı bir olayda kurban veriyor. Londra Kulesinde kaybolan prenslerin akibeti hala çözülememiş bir sır. Yazar işte bu anlaşılamayan gizemi kurgu yeteğeniyle açığa çıkarmaya çalışıyor ve kendince açıklıyor.
Yukarıdaki örneklerde de açıklanmaya çalışıldığı gibi, romanlar kurgusuz olmaz. Ancak bu kurgu varolan tarihi gerçekleri saptırmamalı ve anakronizmden uzak durmalı!
[1] Bu konular ile ilgili ayrıntılı bilgi için şu makaleyi tavsiye ediyorum: Ali Satan, “ Medyada Tarihin Sivil Geçişi”, Cihan, Yıl: 5, Sayı 29, s. 26.
[2] Umberto Eco, Baudolino, çev. Şemsa Gezgin, İstanbul 2000.
[3] Jasper Kent, Oniki, çev. Sibel Şakacı, İstanbul 2010.
[4] Philippa Gregory, Beyaz Kraliçe, çev. Demet Altınyeleklioğlu, İstanbul 2010.