Eylül 1945. İkinci Dünya Savaşı sona erdi. General MacArthur savaş muhabirlerinin Hiroşima ve Nagasaki’ye girmelerini yasakladı. Adı George Weller olan bir savaş muhabiri ise bu yasağı delmeye karar verdi. Weller zafer sarhoşu gruptan ayrılarak Nagasaki’ye doğru riskli bir yolculuğa çıktı. Hedefine ulaşmasına engel olmaya çalışan Japon yetkililere kendini Amerikalı bir albay olarak tanıtmaya dahi cüret etti. İşe yaradı: Atom bombasının geride bıraktığı yıkıma kendi gözleriyle tanıklık eden ilk “yabancı” oldu.
Büyük bir heyecanla, geceyi gündüze katarak, Amerika’daki gazetesine, Chicago Daily News’e bölgede rastladığı savaş esirlerinin mesajlarını ve radyasyona maruz kalmış insanın anatomisini içeren haberler yazıp yolladı. Yazdıkları o denli çarpıcıydı ki Weller haberlerinin muhakkak yayımlanacağını düşündü. Yanılmıştı. MacArthur sansürü çok güçlüydü. Weller’in yazdığı tek bir kelime bile yayımlanmadı. Bir birey kendi özgür iradesiyle Nagasaki’ye dahi gidebilirdi, fakat Nagasaki’yi ABD topraklarında dolaşan bir gazetenin sayfalarına getirme kudreti hiçbir gözü pek deliye -bu, Pulitzer ödüllü bir savaş muhabiri olsa bile- nasip olamazdı. Zaten MacArthur ve onun temsil ettiği muzaffer askerî otorite böyle bir olanağı olanaksız kılmak için yaratılmıştı adeta. George Weller’in yazdığı Nagasaki haberleri, 2002 yılındaki ölümünün ardından oğlu Anthony Weller tarafından tesadüfen keşfedildi ve süratle bir kitap olarak yayımlandı. Ezcümle, sansürün fiilen kalkması yarım asırdan uzun sürdü.
Halbuki Weller 1945 yılında koca bir dünya savaşını bitiren o bombaların gerçek etkilerinin ne olduğunu onun gibi herkesin merak ettiğini düşünüyor, ve bu merağın kapalı kapıları -en azından “büyük haber” arzusuyla inşa edilmiş gazete binalarındakileri- açabilecek bir anahtar olduğunu umuyordu. Nagasaki’ye henüz tıbbi yardım ulaşmamışken, o, esrarengiz bir biçimde ölen hastaları kurtarmaya çalışan doktorlarla röportajlar yapıyordu. “X Hastalığı” gibi soğuk bir ifadeyle tarif edilmek zorunda kalınan bu korkunç ölüm yolculuğunun ne olduğunu kimse bilmiyordu, (ve MacArthur’ca söylersek) bilmemeliydi, bilmeyecekti.
İşte nükleer çağ böyle başladı: Tarif edilmesi güç, yeni bir ölüm türüyle; insanın icat ettiği anlaşılmaz bir hastalıkla, ve elbette sansürle. Bilinmezlik, öngörülemezlik, karanlık; bunlar dünyanın en büyük savaşının kontrol edilemeyen, hızla dünyaya yayılan, bir nevi “kaotik” maliyetleriydi. Bir başka deyişle, savaşın bombayla bitimi genel bir kontrol yitimine yol açtı. Soğuk Savaş’ın bomba saplantısı ve paranoyası da nükleer çağa rahatlıkla “kaos çağı” denebileceğinin belirtisiydi aslında. “X”, yalnızca radyasyona maruz kalanın 1945’te adı konamayan hastalığını imlemiyor, aynı zamanda modern zamanların bugüne dek yanıtsız kalan yaşamsal sorularının üzerine çizilmiş kocaman bir çarpı işareti oluyordu. Bu sorular baştan yanlıştı, çünkü yanıtsızdı. Mesela, “Nükleer enerji hayır mıydı, şer miydi, ehvenişer miydi?” veya “Atom bombalarının getirdiği barışın ekonomi, ekoloji ve enerjiye dair önkabulleri, varsayımları nelerdi?” gibi sorular... Fukuşima krizi dolayısıyla, bu soruların üzerlerindeki “X” işaretiyle birlikte üzerimize çöktüklerine, hâlâ yanıtsız ve yanlış sorular olarak durmadan yeniden üretildiklerine, ve kaosu bir maliyet olarak ödetmeye muktedir bir longue duréenin ürünleri olduklarına (özneleri olduğumuza) tanıklık ediyoruz.
Şimdi karşımızda “yarı-ömürlerini” dahi kestiremediğimiz bir sürü soru var. Cevap ararken kolaya kaçan bir dönemselleştirmenin mümkün olmadığını anlıyoruz. “II. Dünya Savaşı barışı”nın çağdaşları olduğumuzu “Soğuk Savaş sonrası dönem”, “11 Eylül sonrası dönem”, “yeni dünya düzeni”, “emperyal Türkiye devri”, “çok kutuplu dünya” gibi obur kavramlarla ötelemenin de bir haddi varmış; öğreniyoruz. Deprem, tsunami, nükleer sızıntı, ve ekonomik çöküş... Şimdi “Fukuşima sonrası dönem”in çocukları olarak mı konuşacağız, yoksa modernliğimizin uzun vadeli kaotik maliyetlerinden -kaos tefecilerine kurban gitmeden- elden geldiğince kurtulmaya mı çalışacağız? (Bu yazı, “Japonya nerede, biz nerede” sığlığını yok sayarak yazılmıştır.)
Şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz: George Weller’in yanı sıra George Orwell’in de çağdaşlarıyız ve bütün bir “2000’li yıllar, millenyum” safsatasına rağmen 20. yüzyıl birçok bakımdan hâlâ bitmedi. Orwell 1944 yılında suç-kurgu romanlarının popülaritesinin neden arttığını sorguladığında suç-kurgunun “modern siyasi sahnenin damıtılmış bir versiyonu”nu sunduğu sonucuna varmıştı. Orwell’e göre, sivillerin kitlesel kıyıma maruz kalması, işkence, gizli hapishaneler, kayıtların, istatistiklerin ve olguların sistematik tahrifatı gibi “hoş” şeylerin hüküm sürdüğü bir devirde, insanlar, dünyanın büyük sorunlarının bireyler hakkındaki basit bir hikâyeye dönüştürülmesine (tercüme edilmesine) ihtiyaç duyuyor, bu yüzden suç-kurguya yöneliyordu. Bugün yine aynı ihtiyaç hortluyor. Nükleer kıyamet hikâyelerinin (gerçekçi ve gerçekdışı tüm varyantlarıyla) hızla yaygınlaşması işten değil. Bu senaryolardaki kahraman, anti-kahraman ve figüranların kim olacağı da -Orwell’in yorumunu geri tercüme eder, “geri damıtarak” söylersek- birey-ötesi bir modern siyasi sahnenin koşulları tarafından belirlenecektir. Bu koşullar, bireyin okuduğu roman, seyrettiği film düzeyinde vuku bulmayan, bir başka düzeyde, daha karmaşık bir hal alan, daha kolektif suç-kurgu koşullarıdır: Yani; nükleer silah üretimini veya nükleer teknolojinin kitlesel imha için kullanımını besleyen suç; ve bu suça ortak olmak üzere nükleer enerjinin karanlık tarafının hikâyenin dışında bırakılmasını, senaryoda yer almamasını sağlayacak bol sansürlü kurgu.
Peki bilim? Sosyal ve doğal veçheleriyle, kendi içinde sonsuz sayıda parçacığa bölünüyor, ki bunun ne kadar sağlıklı olduğunu kestirmek giderek daha da zorlaşıyor. Her şeye rağmen, bir bakıma doğru konuyu tartışmaya başladık: Gelecek. Mesela, “Bugün yapımına karar verilen nükleer santral gelecekte nelere yol açabilir?” yahut “Bugün birtakım ülkelerin nükleer sevdasına kısa bir süreliğine de olsa ara vermelerinin gelecekteki siyasi iz düşümü ne olabilir?” gibi sorular. Ön-bilim demeyi çok sevdiğim, İngilizce “prescience” kelimesiyle oynayınca önseziye güvenme, ileri görüşlü olma halini de kapsayan bir öngörme, önceden bilme, doğru ve iyi sezgilerle geleceğe yön verme gayreti, Fukuşima olayının buyur ettiği esaslı bilimsel uğraş olmaya aday.
Alman Yeşiller Partisi eşbaşkanı Cem Özdemir The Guardian’da 14 Mart 2011’de yayımlanan yazısında Almanya’nın geleceğinin Yeşil olduğunu söylüyor, nükleere şüpheyle yaklaşmanın yeşil siyaset açısından bir dönüm noktası olacağına işaret ediyordu: Özdemir’e göre, yeşil siyasetin karşılaştığı zorluğun niteliği aşikâr: “Muhafazakârların geleneği, sosyal demokratların refah devleti, liberallerin sınırsız bireyciliği varken, yeşillerin gayretten, diyalogtan ve sorumluluktan başka sunabileceği pek az şey var.” Ama Özdemir yeşil mutabakatın genişlemekte olduğundan emin. New York Times yazarı Thomas Friedman’ın “yeşil artık yeni kırmızı, beyaz ve mavi” sözünü hatırlatırken (evet, ABD’nin özellikle enerji namına ne yapıp ne edeceği yaşamsal önemde), ekonominin hem sorun hem de çözüm olduğunun farkına varmanın kıymetine de değiniyor. Özdemir’in gözünde Nobel ödüllü iktisatçı Paul Krugman’ın “büyümek için yeşermek gerekir” düsturunu destekleyenlerden biri olması, dünyayı insanın doğadışı kirli icraatından kurtarmak için ekonomik büyümeden feragat etmek zorunda olmadığımızın göstergelerinden biri olarak sunuluyor.
Öte yandan, tabir caizse, zurnanın zırt dediği yer, aslında “insan kaynaklı iklim değişikliği” meselesi. The Guardian’ın meşhur yazarlarından George Monbiot, bizi bu meseleye otomatik tepkilerden sakınarak yaklaşmaya zorlayan, biri 16 Mart, diğeri 21 Mart tarihli iki Fukuşima yazısı yazdı. İlkinde, Monbiot, Çin hükümetinin yeni nükleer santrallere onay verme işlemini askıya almasının iklim değişikliği perspektifinden Japonya’daki nükleer felaketten daha büyük bir felakete, kömür kullanımının artmasına yol açabileceğini söylüyor. Monbiot’a göre bu bir felaket, “çünkü nükleer, işler yolunda gitmediğinde felakete yol açarken, kömür, işler yolunda gittiğinde bile felakete yol açıyor.” Özetle, bu bakış açısına göre, nükleer enerji, kömür ve diğer fosil yakıt tüketiminin, dolayısıyla nükleer sızıntıdan daha kalıcı hasara ve daha fazla ölüme yol açacağı düşünülen insan kaynaklı iklim değişikliğinin önüne geçmek için kullanılması gereken pragmatik araçlardan biri. Nükleer sevdalısı olmadığını bildiğimiz Monbiot, kendisini nükleer karşıtı olmaktan uzak tutacak şu şartları ortaya koyuyor: 1) Maden çalışmalarından atık aşamasına nükleer yöntemin karbon salınımına katkısının görece düşük olduğunun tespit edilmesi; 2) nükleer atıkların tam olarak nereye ve nasıl gömüleceğine ilişkin bilginin açıkça paylaşılması; 3) bunun maliyetinin ne olacağının ve ödemeyi kimin yapacağının bilinmesi; 4) hiçbir sivil nükleer malzemenin askerî amaçlar için kullanılmayacağının yasal garantisi, ve 5) jeolojik olarak güvenli olmayan bölgelere (fay hatları, tsunami ve sel riski, vs.) nükleer santral kurulmaması. Böylesine güzel ve elzem şartlara karşı makul bir itiraz seslendirmek zor olsa da şunu sormakta fayda var: Nükleer endüstrinin ve onun hükümetler kanadındaki paydaşlarının bu şartlara bire bir uyacağının garantisi nerede? Dahası, bu şartların sağlanıp sağlanmadığının şeffaf yollardan denetimi ve karar alma mekanizmalarında etkin bir kamusal katılım nasıl gerçekleştirilecek, nasıl güvence altına alınacak? Küre genelinde böyle bir denetim ve katılıma imkân verecek kurumsal ve kültürel donanım mevcut mu?
Üzücü gelişmelere rağmen sevindirici olan, güleç suratın kendini yeniden göstermesiydi. Nükleer karşıtı hareketin 35 yaşında (1975’te İsveç Nükleer Güç Hakkında Bilgi Örgütü üyesi iki aktivist tarafından tasarlanmış; 80’ler boyunca nükleer karşıtı hareket tarafından benimsenmiş) ve besbelli yolun başında olan simgesi, binlerce Almanın Stuttgart’tan Neckarwestheim nükleer santraline 45 kilometrelik bir insan zinciri oluşturduğu sırada yeniden tecessüm ve tebessüm etti.
Libya’nın petrolü gündemi meşgul etmeye başlamışken, doğru sorularla boğuşmanın zamanı geldi: Enerji ve ekonomiye dair varsayımlarımızla (hangi kaynakları hangi amaçlar için kullanacağımıza dair aldığımız kararlarla) ekolojik karamsarlığın savlarına (insan kaynaklı iklim değişikliğinin kontrolden çıktığı veya en iyi ihtimalle çıkmak üzere olduğu argümanına) karşı nasıl güler yüz takınacağız? Alaycı mı, sinik mi, yoksa sinirden patlamak üzereymiş, ağlamaya ramak kalmış gibi mi? Başa dönerek sonlandıracak olursak: 1945’te bazılarının zaferi, bazılarının hezimeti olan gelişmelerin yakın geleceğin penceresinden bakıldığında insanlığın sonunun başlangıcı olarak görülmesi mümkün mü? George Monbiot’un nükleeri savunan ikinci yazısının başlığı manidar: “Neden Fukuşima endişelenmeyi bırakıp nükleer gücü sevmeme sebep oldu?” Doğrudan Stanley Kubrick’in şaheserine -Dr. Strangelove: ya da, Nasıl Oldu da Endişelenmeyi Bırakıp Bombayı Sevmeyi Öğrendim- gönderen bir başlık. Kesin olan şey şu: Bu dünyanın yeni ve kurgusal olmayan, hakiki bir Dr. Strangelove’ı kaldıracak takati kalmadı... Nükleer gücü hâlihazırda yöneten devlet-sermaye ilişkilerinin “yeşerme” kapasitesine bütünüyle itimat edersek, Monbiot’un sevgisinin, cehenneme dönüştürmediğimiz bir gezegende yaşama umutlarımızla birlikte, karşılıksız kalıp tükenmesi maalesef kaçınılmazdır.