I.
Kıstırıldığı kadim Mezopotamya gecelerinden nostaljik ve alacalı heykellerle çıkmayı maharet sanan, varoluşunu gerekçelendiren kutlu karanlığı işlek bir eleştiri aygıtına dönüştürmek yerine, karanlığın ruhunda kıvam bulmasından dehşetle ürken; yüzünü yorgun bir aydınlanma geleneğine, kalbini mağrur ve savaşçı atalarının pagan güneşine dönmüş bir aydın kümesi; Kürt aydın taifesi üzerine “içerden” söz almak zahmetli iştir de; Kürt aydınının kim olduğu sorusuna cevap arayışı ondan da netamelidir. Gerçekten zordur, gamlı bir “cezalılar sömürgesi” aklının orta yerinde ne babanın aksak belleğini ne de oğulun iyimser ütopyasını incitmeden konuşmak.
Çünkü söz konusu olan baskı ve zulüm altındaki kırgın kavimlerin gadre uğramış aydınlarını anlamsal ya da işlevsel olarak tanımlama girişimi olunca, en masumane soru bile çoğu zaman dramatik bir hal alır; böylesi bir zihni girişim keyifli bir entellektüel meşgale olmaktan çıkar; sınırlılıkların, zorunlulukların ya da hakikati örtmekle malul ahde vefa güdüsünün hükmettiği kasvetli bir fikir kamburuna dönüşür. Denebilir ki, bu kasvetli fikir kamburunu son yüz elli yıldır kederli bir iniltiyle sırtında taşıyan aydın gruplarından biri de Kürt aydınıdır.
Kırık ve paslı bir tarih aynasında parçalanmış çehresiyle kurduğu gelgitli ilişki ve cefakar kavmini dünyaya karşı savunma biçimi etnik bir pedagojik kovuşturmayı fazlasıyla hak eden bu denli “vatan” dertlisi bir aydının, kavmiyet hayaletinin Balkanlar’dan doğu kapılarına dayandığı 19. yüzyılın ortalarından bu yana “kaderin devredilemezliği ilkesi” deneyimini üretken bir çilekeş olarak geçirmediğini, aksine acılar ama aynı zamanda altın fırsatlarla da yüklü bir “yeniden doğuş” sürecini hüzünlü bir serzenişle vasat bir intizar anlatısına dönüştürdüğünü biliyoruz artık.
Bana öyle geliyor ki, Kürt aydınının kayıp karakutusu tam da bu “intizar” duygusunun derin katmanlarında saklıdır ve son yüz elli yıldır “gecikmiş uluslar” çağının enkaz yerinde arayıp durduğumuz bu karakutu katı bir savunma refleksi maddesiyle iyice yoğrulup bilinçli ya da bilinçsiz şekilde güçlü bir “sabit-i mazlumiyet” halesiyle çevrelenmiştir.
Bu “muktedir mazlumiyet konumunun” ve “kaderinden tiksinme” algısının merkezindeki ruhsal tutum ve edaya projektör tutulmadıkça, ne Antonio Gramsci’nin ne Jean-Paul Sartre’ın ne Edward Said’in ne de Daryush Shayegan’ın “Yaralı Bilinç” gibi nefis bir metaforla sistematize ettiği aydın sosyolojileri bize bir arpa boyu yol aldırabilir.
Kürt yayın ve fikir platformlarından ziyade, Türk merkez medyasında son birkaç yıldır “Kürt aydını/ tehdit/ bağımsız tutum/ temsil” gibi daha güncel durumlar ve kavramlar ekseninde devam eden yüzeysel ve beyhude tartışma ise, üzerine fikir yürütülen araştırma nesnesini; Kürt aydınının ‘kim’lik sorununu hakkıyla soruşturmayı bastırmaktan başka bir işlev görmediği kesin.
Konumlar ve sıfatlar ezilenlerin/çevrenin “öz kaynakları” üzerinden değil de iktidarın selameti adına her daim tarumar edilmeye müsait ana unsurun/merkezin “kamu bütçesinden” büyük bir cömertlikle dağıtılınca, Kürd’ün “kendi aydınını tayin hakkı” da kasıtlı bir garabetle ortadan kaldırılmış oluyor; tıpkı bugüne kadar haydutça ortadan kaldırılan politik ve kültürel hakları gibi.
“Türk aydını” vasfı kazanmanın neredeyse ağzıyla kuş tutma maharet ve cambazlığını gereksindiği bir entellektüel ortamda (bkz. Cemil Meriç, İdris Küçükömer ya da Enis Batur), bilim, sanat, edebiyat, tarih ya da felsefe dışında her türden güncel konuda doyumsuz bir iştahla söz alan modern taşra eşrafı ya da şehir profesyoneli bir zevata, sırf mensubu oldukları kavmin ana siyasal akımının söylemi dışında tuzu kuru bir perdeden “sağduyulu” birşeyler mırıldandıkları için bu kadar kolay şekilde “Kürt aydını” payesi dağıtılmasının gerisinde Osmanlıvari bir hinlik aramamak elde değil.
The Guardian özentisiyle kurgulanmış iktidar yanlısı gazetelerin üçüncü sınıf “açık görüş” sayfalarından nehrin bu tarafına yansıyan dramatik manzara, yenilmişliklerinden bile neşeli bir bumerang öyküsü devşirebilenlerin hüzünlü şölenini andırıyor. Evet, tarihsel bir mağduriyet durumunun gamlı bilgisini edinmek yerine bu derin mağduriyet olgusunu “entertainment” tadında amiyane bir bilgi türüne dönüştürmüş “yeni” bir Kürt aydın/aktör tipojisinin sancılı doğumuna tanık oluyoruz hep beraber. Canhıraş bir kabul arzusu ve saygın bir ikbal adına uzun süredir mensubu olduğu kavmin yaralı hafızasıyla, zaten zayıf olan, “milli” bağlarını iyice koparmış bu yeni zevatın egemenin güncel hassasiyetleri üzerine kurguladığı “münazarada” hem bir duello hilesi hem de zihni ve ahlaki bir kapasite kusurunu gizleme gayretkeşliği olduğu aşikar.
Kavminin neselleşmiş bilincinin uğrak yeri olmaktan çıkmış; “merkezin” lütufkar hegemonik dili ile acılı “çevrenin” en insani ve devredilemez hak talebi vaveylaları arasında sıkışıp kalarak, donuk bir fikir zevksizliğinin hükmettiği “melez” bir söylem alanına iltica eden bir aydından “milli” bir temsil heyeti yaratmayı hedefleyenler tartışmanın bu minvalde sürüyor olmasından epey memnun olsalar gerek. Diasporanın bembeyaz yüzü bu “yeni” Kürt aydınına ana karanın entellektüel/siyasal sahnesinde biçilen kategorik rol bellidir: En İyi Yardımcı “Erkek” Oyuncu Ödülü listesinde başa yarışmak.
Doğru nesnesini ya da hakiki bağlamını bulabilse belki de tarihsel/sosyolojik bir olguya ilişkin hayırlı bir “büyü bozumuna” da yol açabilecek böylesi bir tartışma “komşu” bahçenin bu ödünç ve kaygan zemini üzerinde sürdüğü müddetçe, yeryüzüne yerel ya da evrensel bir üslup, ahlak ve bilinç öneren deli dolu bir özne değil de, yalnızca mevcudu menfinin dizinde sızlanan mızmız bir akıl üzerine hangi “milli ve ulvi” amaçların inşa edilebileceği sorusu, uzun bir süre daha Kürt aydınlarının “ev içi” muhabbetlerinin orta yerinde kutsal bekaretini koruyacak gibi görünüyor.
Bu yüzden Kürt aydın “konumu” ya da “sıfatı” üzerine kara çalmadan ama cesur bir tartışma yürütebilmek için birtakım muğlak bilgi bloklarını, cerahatını iyice akıtacak şekilde ayrıştırıp, daha berrak ve sıhhatli bir anlatının “korunaksız” çatısı altında toplamak gerekiyor. Korunaksız diyorum çünkü “iç yarasına” kabuk bağlama yeteneği gelişmemiş ve gözenekleri alabildiğine geçirgen bir akıl coğrafyası; Kürt güzide aklı üzerinde entellektüel bir işlem yapmanın, belli bir “mahremiyet” gereksindiği ilkesine sarılmak da, bizi beşeri yansızlığın o yaratıcı yüklem kipinden epey uzaklaştırabilir.
Devletsiz kavimlerin aydınlarını tartışmanın gelip dayandığı yer etnik ve lokal zemindir kaçınılmaz olarak; yani hem “evin” hem de “evsizlik halinin” kaynağı olan o gergin zemin. Kürt aydını bahsinde, amaç hakikat kervanına mihmandarlık etmekse, odaklanmamız gereken nirengi noktalarından biri de Kürt aydınının “eviyle” kurduğu çarpık ilişki biçimi olmalı.
Herkesin şu sıralar iyiden iyiye unuttuğunu safça hatırlatmaktan gocunmayalım. Frantz Fanon “ilk kurşun teorisi” demişti değil mi? Öyleyse “son kurşun teorisininden” sınava çekilmek isteyenlere ilk soruyu “evin” terkedilmiş dulunun yaslı kalbinden soralım: Kürt aydını, kendi evinin yıkıntıları üzerinde büyülü bir alegorik kovuşturmaya girişmek yerine, neden hep “evden” kaçmak ister?...
II.
“İçerden” konuşacaksak “içten” de konuşmak gerek. “Yan komşu” duymasın ama hepimiz biliyoruz ki, “yerelin” figüratif manzarasını anaç bir üslupla betimlemenin alık bir taşralılıkla itiham edildiği aydınlanmacı bir kültürel ortamda ikamet eden sosyalistinden müslümanına, anarşistinden beyzadesine her Kürt aydını en az bir kez “evden kaçma” girişiminde bulunmuştur.
Çünkü böylesi kolonyalist bir entellektüel ortamda her türden bilinç ve etik bayağılaşma çoğu zaman “yer duygusu” zaafiyetiyle açıklanmak istenmiş ve “yerellik” vizyonu, platonik bir aşkla “merkezin” iltifatına muhtaç konumundan bir türlü kurtulamayan Kürt aydınlarını her zaman ürkütüyor/ürkütmüştür.
Oysa çağımızın ve geçen çağların sanat ve fikir dizini ansiklopedisi “evine geri dönmek isteyen” çocuğun paradigmasının “yabanı vatan belleyen” çocuğunkinden çok daha komplike ve doğurgan olduğunu gösteriyor.
Yirmi yıllık sürgünlük hayatı boyunca kaleme aldığı özlem yüklü her mektubuna “Haksız Sürgün” imzası atan o hüzünlü ve kindar şair; Dante Alighieri, İlahi Komedya’nın Cennet bölümündeki 17. Kantonun 58. dizesinde “Başkasının ekmeğinin ne denli tuzlu/ başkasının merdiveninden çıkmanın/ ne denli zor olduğunu göreceksin” derken, kendi köhne evinin merdiveninin de sarp, ekmeğinin ise basbayağı tuzlu olduğunu bilmez olur muydu hiç. Öyledir, yerelin karanlık ve içe dönük karakteri de bir tür “yabancılaşma” nosyonu taşır. Ama unutmamak gerek, bu türden bir sezgi prizmasından geçmiş bir zihni deneyim aydın açısından emsalsiz bir bilgi kaynağı da olabilir kimi zaman.
Hayalet ozanların son temsilcisi William Butler Yeats’in başına buyruk asi Kelt belleğine yaptığı sevgi dolu yolculuklardan damıttığı ve mağlup bir halkın batıni ve mağrur şarkılarının antolojik derlemesini andıran şiir ve metinlerini, Oscar Wilde'ın oyunlarındaki bilge ve küstah üslubu, James Joyce'ın Ulysses'ndeki güncel ile mitin eklektik bileşimini, Samuel Beckett'ın sesi ve sözcükleri çaresiz bırakan çağrışıma dayalı zorlu diyaloglarını, Seamus Heaney’e şiir katından Nobel Edebiyat Ödülü armağan eden lirik ve eleştirel aklı İrlanda ruhunun “yerel” deneyiminlerinden bağımsız düşünemeyiz.
Ne diyordu, Patrick Kavanagh “Mühim zamanlarda, mühim yerlerde yaşadım” dizesiyle başlayan ve kendisinden sonraki birçok İrlandalı şairin/yazarın “taşrasından” duyduğu gururu anlatmak için sıklıkla gönderme yapacağı Destan adlı şiirinin son bölümünde: “Tam Ballyrush ve Gortin’e olan inancımı kaybetmiştim ki/ Homeros’un ruhu gelip kulağıma fısıldadı/ Dedi ki:/ Ben de böyle bir sokak kavgasından yazdım İlyada’yı./ Tanrıların kıymeti kendinden menkul.”
İrlanda’nın bu üretken entellektüel/kültürel deneyimi gerçek anlamıyla “milli” ya da “kozmopolit” aydın tipi konusunda oldukça kışkırtıcı ipuçları sunar bize. Yüzyıllar boyunca Britanya Krallığı’nın sömürgeci politikalarına maruz kalan; mitleri, büyücüleri ve azizleriyle ünlü bu eski ada ülkesinin aykırı evlatlarının sanatsal/zihinsel yaratıcığında “evrensel” ana metinleri; Aristoteles’ten Immanuel Kant’a, Hegel’den Karl Marx’a, Homeros’tan William Shakespeare’e, Goethe’den Marcel Proust’a ruhun ve fikrin büyük üstadlarını “ara” bir yorumla -Londra’nın okuma biçimiyle- değil de doğrudan kendi “yerel” deneyimleri üzerinden okumalarının köklü etkisi olduğuna kuşku yok. Bu anlamda İrlanda münevveri onca toplumsal ve siyasal engellenmişliğine rağmen bilgide kibir, ahlakta ise insani tevazunun müstesna örneklerindendir denebilir.
Peki fikir ve ruh konağını son yüzelli yıldır İstanbul semt pazarlarından edindiği “ikinci el” aksesuarlarla -imparatorluk İslamı argümanları ya da modern Türk algı biçimleriyle- donatan ve “boğucu taşralılığını” tereddütlü bir modernist modelle aşmayı deneyen Kürt aydınının hem yaratıcı bir “yerele” hem de kışkırtıcı bir “kozmopolite” aynı ölçüdeki muazzam ilgisizliğini epistomolojik bir zaafla mı yoksa psikanalitik bir arazla mı açıklamalı?...
İslami-İrani ana kaynaklarla etkileşimi Kürt köy medrese imamlarının yüzeysel mesleki ilgisinin ötesine geçemeyen, Anglo-Sakson kaynaklarla ürkek teması ise doğrudan değil de “tercümenin tercümesi” metinler üzerinden –Tanzimat’tan Cumhuriyet’e, Cumhuriyet’ten Yeni Osmanlıcılığa- gerçekleşmiş bir aydın, Diyarbakır Sanat Sokağı’ndan yeri malı bir “Mr. Leopold Bloom” çıkaramadı diye elbette suçlanamaz. Ama kabul edelim ya da etmeyelim, en boheminden en sağduyulusuna, en radikalinden en liberaline Kürt aydınının Türk siyasal/kültürel kanonunu esas alarak kendi çehresini tanımlama girişimi artık geleneksel bir hezimet yasasına dönüşmüştür.
Burada trajik olan, Kürt aydınının evrensel bir ahlak ilkesini içselleştirerek ötekinin varlığına duyduğu hürmet duygusunu berkitmesi değil, sorun kendi dışındaki her türden “kuvvetli” varoluşu kutsamasıdır. Böyle bir duyuş, doğal olarak “muktedir” olanın tarih ve toplum tasarımını meşrulaştırır ve “kuvvetsizi” dinamik bir özne ve düşün nesnesi olmaktan çıkarır.
III.
Öyleyse, yaratıcı ve kahredici gücü devlet biçimini almamış/alamamış bir kavmin modern zamanların “direniş” kuytuluklarında, adına ister “demokratik özerklik” ister “domestik krallık” deyin, kendi milli varlığına dönük zinde bir alacakaranlık oluşturmaya başlaması kimseyi şaşırtıp ürkütmesin.
Birbirine eklemlenerek yapılaşmış bir tanımlar ve yitik hikâyeler kataloğundan ibaret son yüz elli yıllık Kürt anlatısı, nasıl oluyor da bu gevşek ve solgun doğasıyla kendini günümüze taşıma becerisi gösterebiliyor ve yeni yüzyılın ilk çeyreğini neden “yasa koyucu” yerli aydınlar/aktörler yerine, “düzmece” bir mahkeme karşısında “gerçek” bir konum benimsemenin getirdiği ürkeklikle kavmi varlığını bile zaman zaman tartışma konusu yapabilen sözüm ona “değer sorgulayıcı” liberal aydınlara/aktörlere emanet etme yoluna giderek, bitat varlığını bu şekliyle, bir yüzyıl daha güvence altına almaya çalışsın ki? Asıl irdelenmesi gereken soru/olgu bu olmalı.
Katı bir nedensellik hummasına tutulmuş pozitivist bir siyaset ve tarih kurgusunun coğrafi ve kavmi varlığımızdan esirgediği sürekliliği ve bütünlüğü mitin munis söylencelerinde aramak gerektiğinden söz etmiyorum. Ama kavmin siyasal, kültürel, dilsel ve sosyal parçalanmışlığının üstesinden gelmek için daha minör ve daha lokal bir tarih kurgusunun anlama eşiğimize sunduğu olanakları gözden kaçırmamak gerek.
Bütün sorun kalbini ve zihnini modern siyasal merkezlerin hakir bakışı altında mülahim bir röntgen nesnesine dönüştürmeden anlamanın makul bir yolunu bulmaktır. Kimsenin kuşkusu olmasın, makulü bütün çıplaklığıyla anlamak hem uçlardaki karanlık dibe hem de dipteki aydınlık yüzeye aynı anda nüfuz etmektir.
Kürt aydını 21. yüzyılın ilk çeyreğinde artık hangi kavuştağın ezgisi olduğuna karar vermek durumunda: Ortadoğu medeniyetinin üvey evlat kontenjanından Franz Kafka’nın Josef K.’sı, James Joyce’ın Stephen Dedalus’u, Dostovyeski’nin Raskolnikov’u, Turgenyev’in Bazarov’u ya da Cervantes’in Donkişot’u olamayacağına göre; Erebê Şemo’un Şivanê Kurmanca’sı mı, Mehmed Uzun’un Memduh Selim Beg’i mi, Helîm Yûsiv’in Mêrê Avis’i mi; yoksa Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mümtaz’ı mı, Yaşar Kemal’in İnce Memed’i mi, Yakup Kadri’nin Yaban’ı mı olacak? Kürt aydınlanması bahsinde onca fikri tereddüt ve acılı deneyimden sonra kapıya dayanan “parmak çocuk sorusu” budur açıkçası.
IV.
İşte tam da burada, eski sözcük ve kavramların daha asi ve serkeş anlamlar yüklendiği yorgun bir çağın eşiğinde, Kürt aydınının kim olduğu sorusu bu yüzden günden güne sert bir ton kazanıyor.
Zap’ın büyüttüğü karaşın oğlanlar, Botan’nın ipince boyunlu kumral kızları, Fırat boylarında Turani bir ayine Kürdili bir makamla şerh koyan liseli gençler, İstiklal’den Tarlabaşı sokaklarına kararmış çehreleri ve baygın gözleriyle gümrah ırmaklar gibi akan Diyarbakırlı tinerci çocuklar; Berlin’de, Paris’te, Londra’da, Oslo’da göçebe bir ömrün son kırıntılarını yerleşik bir çileyle tüketen Dersimli yaşlı kadınlar haklı olarak soruyorlar artık: Kürt aydını kimdir; kimin şafağını emzirir?...
Bu soru bir çeyrek yüzyıl önce belki de sadece ahlaki ve siyasal bir vurgu taşırken, bugün entellektüel anlamda “bilgisel” bir temsil iması da kazanmıştır/kazanıyor. Kürt siyasal/sosyal dinamiğinin ulaştığı yatay ve dikey hacim, bir yanıyla Gramsci’vari anlamda meslek aydınlarının; duyarlı taşra doktorlarının, gazetecilerinin, avukatlarının, öğretmenlerinin, mühendislerinin, imamlarının, parti ilçe başkanlarının münevverlik döneminin kapandığını müjdelerken, diğer yanıyla ise Sartre’vari anlamda yalnızca siyasi/ruhani bir adanmışlığın ya da part-time vicdan muhasebeciliğinin ateşten bir gömleği giymeye; Kürt aydını vasfı kazanmaya yeterli olmayacağını da gösteriyor.
Kavim, bilgisel donanımı ve medeni düzeyi sadece Kürdün “kuyruklu olmadığını” ıspatlamaya yeten ortaboy münevverinden “milli ve entellektüel vakar” talep ediyor artık. Yani Theodor Adorno ya da Michel Foucault köklü bir fikir kardeşliğiyle güneşin göz kamaştıran ormanlarından Kürdün ürkütülmüş kalbine işmar ederken, artık “intizar” ve “sızlanma” katından Kürt aydını sıfatı kazanmak daha da zorlaşıyor.
Bu yeni durum Kürt vadisindeki eski bir aydın türünün kederli günbatımıdır da aynı zamanda; 19. yüzyıl sonu/20. yüzyıl başı Frenk terbiyesiyle yetişmiş kibar Kürt beyzadelerin, 1950’lerin Mele Mustafa Barzani efsanesinin büyülediği milli nostaljiklerin, 1960-70’lerin Türk üniversite kampüslerinin hararetli Fikir Kulüpleri’nde koca sosyalizim külliyatını sadece ‘ABC’sinden hatmetmeye vakit bulabilen sabırsız ve yiğit devrimcilerin, 1980-90’ların silahlı mücadele ortamında el yordamıyla ve bedel ödeyerek yeşerip serpilen siyasal/toplumsal adanmışların uzun ve kederli günbatımı.
Ancak Kant’ın saf ahlâk ilkesi ya da Deleuze’ün kap-kaç aygıtı yerine, yüksek sağduyusu malumun manifestosu orta hal kitap ve fikirlerle şekillenen bir aydın türünün sahneden yavaş yavaş çekilirken yarattığı entellektüel boşluğa, medyatik bir rüzgarla hemencecik yerleşiveren “melez” Kürt proseyoneller de tarihsel bir kırılmanın yaşandığı böylesi zorlu bir dönemde bu ahlaki ve bilgisel donanımlarıyla uzun süre orada kalamayacaklar.
Evet, çocuk kalmış bir kavme bilge evlat olmakta inatla ayak direyen bu “gayri-milli” zevat, ya harita bilgilerinin yetersizliğinden ya da göçebe bilim görgüsüzlüklerinden, kendi adına hutbe okutan mirlerin sürgünle terbiye edilmesini hâlâ basit bir tarihi vak’a diye anlatadursun, Kürt aydınının gerçekten kim olduğu sorusu onca fikri tereddüt ve acılı deneyimden sonra daha cesur bir vurguyla soruluyor/sorulacaktır. Çünkü gelen mevsim, Bırca Belek’in yıkıntılarında aşk ve hınçla yeniden yeşermek isteyenlerin “yerli” mevsimidir.