Dünya ekonomisi, 2008’den bu yana devam eden krizden henüz çıkabilmiş değil. Son olarak Standart&Poor’s, ABD’nin kredi notunu bir kademe düşürerek yeni ekonomik çalkantılara kapı araladı. Büyük Depresyon’dan bu yana yaşanan en derin ekonomik sarsıntı olduğu konusunda pek çok uzmanın ittifak ettiği son buhran, yerleşik sistemin parametrelerini alabildiğine zorluyor. Bilinen iktisat teorilerinin çözüm üretmekte çaresiz kaldığı, üretilen çözümlerin ise ulus-devletlerin hâkimiyetindeki uluslararası sistemde siyaseten uygulanabilir olmadığı günümüzde, Stiglitz gibi Nobel ödüllü iktisatçılar, iktisat kitaplarını yeniden yazmayı dahi öneriyor.[2] Bunun yanı sıra, yabancı düşmanlığı içeren pratikler ve dışlayıcı siyasal retorik de krizle birlikte, özellikle Avrupa’da, yükselişe geçmeye başladı. Bu bakımdan Ağustos ayında İngiltere’de yaşanan şiddet olayları, ekonomik krizin sosyal yansımaları açısından bir önsöz mahiyetindeydi.
Avrupa hükümetleri, finansal krizin etkisini hafifletmek ve iflasın eşiğine gelen bankacılık sistemlerini ayağa kaldırabilmek için kapsamlı kurtarma paketlerini tereddüt etmeden devreye soktu. Ancak bu hamlenin bedeli, Avrupa genelinde artan bütçe açıkları ve kamu borçları oldu. Bugün AB üyeleri arasında sağlam kamu maliyesine sahip ülke bulabilmek neredeyse imkânsız. Gelinen noktada devasa bir borç yükü ile yüzleşmek durumunda kalan bu ülkeler, bütçe açıklarını ve kamu borçlarını yönetilebilir seviyelere çekebilmek için kapsamlı yapısal reformlar yapmaya zorlanıyor. Yani, Avrupa halklarının daha çok “kemer sıkması” gerekiyor. Zira ekonomik büyümenin neredeyse durma noktasına geldiği Avrupa kıtasında, vergi gelirlerini arttırarak bütçe açıklarını kapatabilmek mümkün gözükmüyor. Bu nedenle bütçe açıklarını makul seviyelere çekmenin yolu harcamaların kısılması... Bunun anlamı da sosyal devlet anlayışından feragat ederek, halkı daha çok fedakârlığa mecbur bırakmak. Şimdiden değişik Avrupa ülkelerinde sağlık, eğitim ve ulaşım harcamalarında kesintiler yapılmaya başlandı bile. Kriz nedeniyle işsizlik artarken, işsizlik yardımları da kesintiye uğruyor. Yani krize karşı en korunaksız sınıflar, bir de küçülen sosyal devlet nedeniyle darbe alıyor. Bu durum ise Avrupa genelinde yoksulluk ve sosyal dışlanma ile karşı karşıya olan milyonların huzursuzluğunu arttırarak sokağa dökülmelerini tetikliyor.
Karl Polanyi ve “Çifte Hareket” Kavramı
20. yüzyılın önde gelen siyasi iktisatçılarından Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm isimli etkileyici çalışmasında konuya ilişkin analizleriyle ekonomik sistemin toplumsal kökenleri hakkında bilgimizi büyük ölçüde arttırmış bir entelektüel. Ona göre kapitalizmin gelişme aşamaları dikkate alındığında bir “çifte hareket”ten (double movement) bahsetmek gerekiyor. Polanyi’ye göre kapitalist sistem bidayetinden bu yana asla kendi dinamikleriyle gelişmiş ve serpilmiş bir sistem değil. Hatta eğer kendi başına bırakılmış olsa idi, sırf mübadele esasına dayalı bir ekonomik sistem hiçbir zaman ortaya çıkmayacaktı.[3] Tam tersine, toplumsal bağlarından koparılmış ve kendi başına bir amaç haline getirilmiş bir ekonomik sistem olarak piyasa ekonomisi, bilinçli politikaların ve siyasi müdahalelerin sonucunda gerçekleşti. Kapitalist sistemin merkez ülkelerinden olan Büyük Britanya başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde piyasa ekonomisinin kurumsallaşması, bilinçli devlet müdahalesi, bir dizi hukuki düzenleme ve can yakıcı tedbirler kanalıyla mümkün kılındı. Polanyi’ye göre “laissez-faire’in hiçbir doğal yanı yok[tu]. İşler oluruna bırakılmış olsa, serbest piyasalar hiçbir zaman ortaya çıkamazdı.”[4] Dolayısıyla toplumsal yapılardan kopuk ve kendi dinamikleriyle işleyen bir piyasa sistemi en başından itibaren politik bir tasarımdı. Ancak bu tasarım özü itibariyle bir “ütopyaydı.” Zira “böyle bir kurumun toplumun insani ve doğal özünü yok etmeden uzun süre yaşaması mümkün değil[di].”[5]
Polanyi’nin bahsettiği sistemin, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından Birinci Dünya Savaşı’na kadarki dönemde yoğun bir şekilde uygulanmaya çalışıldığını biliyoruz. Bir yandan eşi görülmemiş finansal bütünleşme, diğer taraftan uzak coğrafyaların ticaret ve üretim kanalıyla sisteme dâhil edilmesi, bu dönemin temel politikalarıydı. Ancak piyasaları toplumsal bütünlüğünden koparıp ayrı bir “piyasa sistemi” yaratmak yönünde atılmış her adım, kendi düşmanlarını da yaratıyordu. Çünkü toplum, Polanyi’ye göre, “kendini koruma mekanizmaları” geliştirme yolunu tutmuştu. Bu sayede, Polanyi’nin “çifte hareket” dediği mekanizma ortaya çıkmış oldu. Liberal politikaların aşırı uçlara taşınması, toplumun tepkilerinin de aşırı uçlara taşınmasına neden oldu. Birinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda liberal sistemin vaat ettiklerini gerçekleştirememesi ve toplumsal refahın artacağı yönündeki söylemin reel zeminde karşılık bulmaması, kitlesel huzursuzlukları beraberinde getirdi. Kitleler, güzel günler uğruna derin acılar yaşamış ve ekonomik fedakârlıklarda bulunmuştu ancak karşılığını alamamıştı. Üstelik kendilerinden, savaş ortamında daha fazla fedakârlık yapmaları isteniyordu. Bu durum, kaçınılmaz olarak kitlesel huzursuzlukları ve alternatif arayışlarını beraberinde getiriyordu. Bu alternatif arayışlarında zirve noktasını ise 1929’daki Büyük Depresyon’un yarattığı ekonomik kriz oluşturdu.
Esasında kriz, o güne kadar tesis edilmiş olan kontrol mekanizmalarının ve işleri yönetme biçiminin -yani alışılmış yöntemlerin- sorunları çözemediği noktadır. Bir başka deyişle kriz kelimesinde somutlaşan, yerleşik problem çözme yöntemlerinin işe yaramaması durumudur.[6] Hatta böylesi durumlarda -krizlerin doğasına göre- eski sorun çözme mekanizmaları problemleri daha da içinden çıkılmaz hale getirebilir. Krizin ekonomik alandan taşıp, sosyal ve politik maliyetler doğurmaya başlaması ise yeni bir yaklaşımın ve anlayışın gerekliliğinin kendisini tamamen hissettirmeye başladığı andır. Avrupa için böylesi bir an, Büyük Depresyon ertesinde yaşanmıştı. Liberal politikaların beklenileni verememesi, kitlelerin alternatif arayışına girmesine neden olmuş; bu arayış, faşizmin Avrupa’da yükselişine zemin hazırlamıştı. Bu açıdan bakıldığında kitleler kendilerini korumaya çalışırken başka bir açmazın içine düşmüşler, söz konusu sosyo-politik ve ekonomik zemin, Hitler ve Mussolini gibi liderlere ortam oluşturmuştu. Böylece, neredeyse bütün bir sistem, iki savaş arası dönemde iflasın eşiğine gelmişti. Liberal parlamenter demokrasiler hızla gözden düşmeye başlamış, “her taraftan demokrasi krizi -hatta felaketi- sözlerinin duyulduğu bir döneme” girilmişti.[7]
İşte bu tecrübedir ki İkinci Dünya Savaşı ertesinde ABD’nin liderliğinde Batılı devletleri, bir yandan kapitalist sistemin devamını sağlayacak araçlar üretmeye, diğer taraftan ise “çifte hareketin” toplumsal ayağını kontrol altında tutacak tatmin araçlarını geliştirmeye itti. Sonuç, ülke örnekleri farklılaşmakla birlikte, sosyal devlet anlayışı merkezli “iliştirilmiş liberalizm” uygulamasıydı. Teorik olarak Keynesci politikalarla desteklenen bu felsefe, Bretton Woods adı altında 1970’lere kadar Batı’nın başını çektiği hâkim politik ekonomi paradigması haline geldi.[8]
Avrupa için “Polanyi Anı”: İngiltere Örneği
Ancak 1980 sonrasının dünyası, neoliberal politikaların tekrar yükselişe geçtiği bir dönem oldu. İngiltere’de Margaret Thatcher, ABD’de ise Ronald Reagan’ın başı çektiği neoliberal politikalar, devletin ekonomiden el ayak çekmesini salık veriyor; krizlerden çıkış yolu olarak özelleştirme, finansal liberalleşme ve sosyal devlet anlayışından ricat öneriliyordu. Neoliberal politikaların toplumsal yapıyı zedeleyip sosyal çözülmelere neden olabileceğine dair uyarıları reddeden Thatcher, bu görüşünü “toplum yoktur, yalnızca bireyler ve onların aileleri vardır” diyerek ortaya koyuyordu. Sonuçta otuz yıllık bir dönüşüm sürecinden geçen Avrupa ekonomileri gittikçe sosyal devlet anlayışından uzaklaşan bir özellik sergileyerek, bireyciliğin ön plana çıktığı bir sosyo-ekonomik yapı üretmiş oldu.[9] Bu yeni paradigma içerisinde finansal sermaye ve “finansallaşma” kilit kavramlardan biri haline gelmişti.
Bu süreçte finansal piyasalar, neoliberal sistemde ekonominin üretim ayağından her geçen gün daha çok uzaklaştı. Finans, endüstriyel üretime payanda olmaktan çıkarak kendi içinde bir amaca dönüştü. Bu durumda, finansal türevler, kredi kartları, borsa hareketleri ve türlü finansal mühendislik ürünü sentetik araçlar temel getiri kapısına dönüştü. Finansallaşan ekonomik sistemin iki temel boyutu bulunuyordu. İlk olarak finansallaşma yoluyla geniş kitleler tüketim çarklarına dâhil edilerek ek talep yaratıldı. İkincisi, artan gelir adaletsizliği bu kanalla kısmen maskelenmiş oluyordu. Zira kredi yoluyla tüketime özendirilen ve buna imkân bulan geniş kitleler, içine düştükleri borç sarmalının farkında değildi. Üstelik bu sistem, eskiye kıyasla nispi bir rahatlama etkisi dahi yaratıyordu. Ancak neo-liberal dönemde gerçekleşen, esasında, sermayenin yeniden ikamesi ve finansal sistemin çıkarları çerçevesinde yeni bir rejimin kurulması idi. David Harvey’in belirttiği gibi “önceden General Motors için iyi olanın ABD için de iyi olacağı” tezi, yerini, neoliberal finansallaşma döneminde “Wall Street için iyi ise, gerisi önemsizdir” anlayışına bıraktı.[10] Finansallaşma, Polanyi’nin perspektifinden bakıldığında ekonominin daha çok “metalaşması” demekti ve finansal çarkların içine dâhil edilen milyonlarca insan da bu “metalaşma” sürecinin aktif parçası haline getiriliyordu. Ancak, 1980 sonrası dönemde yeniden inşasına girişilen “piyasa ütopyası” daha önce de olduğu gibi karşıt hareketin tohumlarını da ekmeye başlamıştı.
Konuya Polanyi perspektifinden yaklaşıldığında, bir “çifte hareketin” devrede olduğu söylenebilir. Bir taraftan son otuz yılda uygulanan neoliberal politikaların kitleleri yoksullaştırması ve krizle birlikte bu sürecin doruk noktasına ulaşmış olduğu gerçeği; diğer taraftan ise gündelik hayatta birçok pratik kanalıyla dışlanan kesimlerin kriz anını da fırsat bilerek karşı bir taarruza geçmiş olması… Dolayısıyla bu perspektiften İngiltere’deki olaylar, basit bir yağma hadisesi olmanın ötesinde, yapısal sorunlardan malul bir sistemin alarm vermesi olarak okunmalı. Üstelik sadece İngiltere’ye özgü olmaması nedeniyle de diğer Avrupa ülkelerini telaşlandırmalı. Çünkü küresel krizden çıkış uzadıkça, söz konusu kesimin üzerine daha çok yüklenilecek. Mevcut borçlanma seviyeleriyle zaten limite ulaşmış olan pek çok Avrupa ekonomisi için mali genişleme yoluyla toplumsal huzursuzlukları bastırma ve kitleleri tatmin etme gibi bir yöntem de uygulanabilir gözükmüyor. Tam tersine krizin uzaması daha az sosyal devlet ve daha çok kesinti demek… 2011 yılında İngiltere’de ortaya çıkan ve muhtemelen diğer Avrupa ülkelerinde de göreceğimiz ayaklanmalar daha önceki benzer olaylardan bir farklılık oluşturuyorsa, bu farklılığı sistemin limitlerine ulaşmış olmasında aramak yerinde olur. Dolayısıyla Avrupa için “Polanyi anı” yaklaşmış görünüyor.
Tüm bu süreci Avrupa açısından daha da riskli hale getiren ilave bir unsur bulunuyor: Avrupa’nın siciline işlenen ve etkileri yapısallaşan ırkçılık tecrübesi. Ekonomik yeniden yapılanma süreçleri ve toplumsal sorunlar, her coğrafyada Avrupa’da yarattığı etkiyi yaratmıyor. Bunun bir nedeni sistemik ise diğer nedeni de toplumsal özgüllükler içeriyor. Avrupa kıtasında bu özgüllük, dışlayıcı pratikler şeklinde tezahür ediyor. Gerard Delanty’nin vurguladığı üzere “Avrupa söylemi, daima birleşme ve bünyesine dâhil etme ile ilgili olmayıp, aynı zamanda, dışlanma ve dışlanma normlarına dayanan bir görünüm” arz ediyor.[11] Tarihin her döneminde “Avrupa” kurgusu değişse ve bu anlamda Avrupa yeniden “icat edilse” de, değişmeyen temel unsur, “Avrupa” fikrinin dışlayıcı bir motife sarılması oldu. Modern Avrupa kimliği inşa edilirken, ‘öteki’ vurgusunun temel dayanak noktası alınmış olması ve bu noktadan hareketle ‘biz’ bilincinin kodlanması, Avrupa’nın ırkçılık konusundaki özgün tecrübesini oluşturuyor. Modern Avrupa tarihinin bir ırkçılık ve ırkçılıkla mücadele tarihi olduğunu bilenler için bu çıkarımın içerdiği ürkütücü çağrışımlar açık olsa gerek. Zira kriz zamanları, Avrupa’da yapısal bir sıkıntı olan ırkçılık ve yabancı düşmanlığını su yüzüne çıkartıyor.[12] Üstelik üstün bir siyasi demagoji yeteneğiyle birleştirilen bu dışlayıcı pratik, yapısal sorunların üzerine şal örterek, meseleyi “kanunu korumaya çalışanlar ve karşı çıkan çetevari yapılanmalar” dikotomisine hapsediyor. Oysa İngiltere’deki yağmalama olaylarına katılanlar konuya tamamen başka bir perspektiften yaklaşıyor. Örneğin bir eylemciye göre, “bankerler milyarlarca sterlini yağmalarken, üç beş dükkânın sözünü etmemek gerekiyor.”[13] Kültürel ve kimlik olarak dışlanmışlık hissine kapılan kitleler, kriz zamanlarında daha da kesifleşen bu pratiğin karşılığı olarak kendi yaptıklarını rövanşist bir mantıkla meşrulaştırma yoluna gidiyor.
Sonuç olarak Avrupa, kriz temelli bütünleşme serüveninde önemli bir kırılma noktasına gelmiş durumda. Bu önemli kavşakta, bugüne kadar doğruluğundan şüphe edilmeyen ekonomik sistem de ateş hattına girmiş bulunuyor. Avrupa’nın en önemli toplumsal harçlarından olan sosyal devlet anlayışı gün geçtikçe daha çok eriyor. Bu durum ise mevcut şiddet olaylarını kapsamlı bir krizin türevleri olarak okuma zorunluluğunu doğuruyor. Eğer yukarıdaki analiz doğruysa, Avrupalılar, yeni bir “Polanyi anı” için hazırlansalar iyi olacak.
[1] Mustafa Kutlay: Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu.
[2] Joseph Stiglitz, “Rethinking Macroeconomics: What Went Wrong and How to Fix It”, Global Policy, Vol. 2, No. 2, 2011, pp. 165–175.
[3] Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri, Çeviren: Ayşe Buğra, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002.
[4] Ibid, s. 201.
[5] Ibid, s. 36.
[6] Bob Jessop, The Future of the Capitalist State, Cambridge: Polity Press, 2002.
[7] Alıntılayan Mark Mazower, Karanlık Kıta: Avrupa’nın 20. Yüzyılı, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003, s. 1.
[8] John G. Ruggie, “International Regimes, Transactions, and Change: Embedded Liberalism in the Postwar Economic Order”, International Organization, Vol. 36, No. 2, 1982, pp. 379-415.
[9]Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki Avrupa ekonomileri ve Avrupa’daki sosyal devlet anlayışı, ülke gruplarına göre farklılık gösteriyor. Avrupa’da, Gøsta Esping-Andersen’in sınıflandırmasıyla Liberal, Korporatist ve Sosyal Demokrat olmak üzere üç (daha sonra Akdeniz de eklenmiştir), “Kapitalizmin Çeşitleri” (Varieties of Capitalism) tartışmasına göre ise en az iki çeşit ekonomik yapı ve sosyal devlet anlayışından bahsetmek mümkün. Dolayısıyla, tüm Avrupa ülkelerini aynı kefeye koymak analitik bir hata olur. Ancak her bir kategorinin de son otuz yılda, neoliberal sisteme gittikçe daha çok yaklaşan bir dönüşüm sergilediğini belirtmek gerekir. “Kapitalizmin Çeşitleri” tartışması için bkz. Peter Hall ve David Soskice (der.), Varieties of Capitalism: Institutional Foundations of Competitive Advantage, Oxford: Oxford University Press, 2002.
[10] David Harvey, A Brief History of Neoliberalism, Oxford: Oxford University Press, 2005, p. 33.
[11] Gerard Delanty, Avrupa’nın İcadı: Fikir, Kimlik, Gerçeklik, İstanbul: Adres Yayınları, 2004, s. 1.
[12] Fatma Yılmaz, Avrupa’da Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı, Ankara: USAK Yayınları, 2008.
[13] Ergin Yıldızoğlu, “Sokaklar ve Piyasalar”, Cumhuriyet, 15 Ağustos 2011, s. 13.