Hrant Dink Vakfı’nın verdiği Uluslarararası Hrant Dink Ödülleri için jürinin bu yıl yaptığı seçim, hayli tartışma yarattı, herhalde farkındasınız.. Bilindiği gibi Türkiye’den Taraf gazetesi genel yayın yönetmeni Ahmet Altan, bu yıl ödüle layık görüldü. Referandum sonrasında sol kesim ile liberal kesim arasında iyice keskinleşen tartışma ortamında böylesi bir seçim, Sol diye kısaltabileceğimiz kesimin sert, hatta çok sert eleştirilerileriyle karşılandı. Bilhassa Ergenekon davası süreciyle başlayan , AKP’ye yakınlık/uzaklık konusunda keskinleşen bu “Taraf vakası” böylece Hrant Dink Vakfı’na, jüriye, Dink ailesine ve Agos gazetesine de sirayet etmiş oldu. Bu diplomatik girizgahtan sonra meramımı baştan söyleyeyim. Tercih beni de şaşırttı ancak eleştirilerin raydan çıktığını düşünüyorum ve bu eleştirilerde kullanılan dil ve mantık, jürinin tercihinden daha büyük bir sorunumuz olduğuna işaret ediyor, “demokrat” camiada.
Tabii ki ne vakıf , ne aile , ne de jüri adına konuşmak haddim değil., zaten böye bir pozisyonda da değilim. Burada hem yazarı olduğum Agos’a -arkadan ayak bileğine gelen kasti- tekmeler; hem sol içindeki bu acayip ruh hali, hem de Hrant’ın tüm bu itişme içinde neyi temsil ettiği üzerine bir iki laf etmek istiyorum. Dediğim gibi, ödülün Ahmet Altan’a verilmesi, benim de ilk tercihim değildi. Taraf gazetesinin gayet önemli işler yaparken, hiç de azımsanmayacak derecede kendi iddiasına yakışmayan işler yaptığına tanık olduk... Diyor ve kesiyorum. Bu kısmı böylece geçeceğim çünkü yazının konusu Taraf gazetesini masaya yatırmak değil. Vakfın , daha doğrusu jürinin tercihinin yarattığı akis. Dolayısıyla yeri gelmişken ödülü veren jüriyi tekrar hatırlayalım. Bu yılki jüri şu isimlerden oluştu: Adalet Ağaoğlu, Hrant Dink Vakfı Başkanı Rakel Dink, ödülün geçen yılki sahibi Türkiye Vicdani Ret Hareketi, Hasan Cemal, siyaset felsefecisi Judith Butler, Alman Yeşiller Partisi Avrupa Parlamentosu Üyesi Daniel Cohn-Bendit, Uluslararası Af Örgütü eski genel sekreteri Irene Khan, Erivan Basın Kulübü başkanı Boris Navasartian ve yine ödülün geçen yılki diğer sahibi ünlü İspanyol yargıç Baltazar Garzon.
Bu jüridir, ödülü Ahmet Altan’a veren. Vakıf değil, Agos değil, aile değil. Jürinin tercihini beğenmeyebilirsiniz, katılmayabilirsiniz. Ama bu yıl tercih böyle olmuş. Bu tercihe katılmamayı, eleştirmeyi anlayabiliriz. Ancak bu tercih üzerinden gelen eleştirilerin bir kısmı hakikaten sorunlu. İşi Hrant’a ihanet etmeye kadar götüren (Sungur Savran’ın BirGün’deki yazısı) bu eleştirilerde, öncelikle beni irkilten o zehirli dil. Bu kadar kolay “ihanet” kelimesinin kullanılması, ulusalcıların, sağcıların olur olmaz her konuda birilerini “ihanet”le suçlamasından farksız. Kendini bu cephenin tam karşısına koyan “sol”cuların, ihanet/hainlik kelimesini böylesine pervasızca kullanması, bu zehirli jargonu sorgusuzca devralması ve bu dilin kabul görmesi, insanı umutsuzluğa sevkediyor, doğrusu. Keza bu ödül tercihini “liberallerin komplosu olarak” gören zihniyet de hayret uyandırıcı. Şu cümleler mesela ödüle kimi çevrelerce nasıl bir anlam yüklendiğini gösteriyor: “ Evet, Hrant Dink ödülü ne Türkiye solunun içerisinden çıkardığı Metin Göktepe gibi onurlu insanlara ne de bağımsız olarak gazetecilik yapmış isimlere verilecekti, ödül liberal kampın ve değerlerinin kutsanması olacaktı. Zaten Hrant’ı da ‘sosyalist’ kimliğiyle değil ‘salt ermeni’ olarak ananların amacı buydu.” (Sarphan Uzunoğlu’nun Evrensel’deki yazısı)
Bu cümleye uzun uzadıya cevap vermek yersiz. Hrant’ın sosyalist olmasından ben şahsen onur duyarım ama bu arkadaş bilmiyor olamaz: Hrant sosyalist olduğu için değil, Ermeni olduğu için öldürüldü.
Bu saydıklarıma kıyasla makul olabilecek soru ise şu: Peki ödül neden Nedim Şener’e verilmedi? Eleştirilerin ikinci odak noktasını da bu oluşturuyor. Evet, zaten gayet muhataralı suçlamalar nedeniyle Nedim Şener hapiste olduğu için, ve Taraf bu meseleyi pek umursamadığı için, Ahmet Altan’a ödül verilmesi bu kadar tepki uyandırıyor. Bunun farkındayız. Şunun da farkındayız: İktidar ya da iktidara yakın çevreler, Nedim Şener üzerinden kirli bir iktidar oyunu oynuyor. Hrant cinayetinde cemaate yakın polislerin ihmallerini gözler önüne serdiği için iktidar çevrelerinin ve iktidara yakın gazetecilerin epeydir hedefinde olan Şener, ta o vakitlerden beri “Ergenekoncu” olmakla suçlanmıştı. Bu süreçte Şener’in haber kaynakları da yine bu çevrelerce Hükümet’i zayıflatmayı hedefleyen odaklar olarak görülmüştü. Şener (ve tabii Ahmet Şık) maalesef bu iktidar hesaplaşmasının/intikamının ortasında kalmıştır. Şahsen ben de Nedim Şener’in ödülü “en az” Ahmet Altan kadar hakettiğini, risk aldığını düşünmekteyim. Fakat burada daha ileri gitmeyi gerekli görmüyorum. Agos’un ve aile üyelerinin Nedim ve Ahmet konusundaki tavrı , arşivlerde ve ortadadır.
Evet tekrar asıl konumuza dönersek: bütün bu dil, bütün bu hırçınlık bize ne anlatıyor? Kendi kendime bunu soruyorum ne zamandır. Öncelikle ortaya çıkan şu: Sol kesimin Taraf gazetesiyle süren kan davası bileylenerek sürmekte ve işin doğrusu Hrant’ın bu kan davasında artık biraz silah olarak kullanıldığını, araçlaştırıldığını düşünmeye başladım. Taraf çevresiyle (ki ben şahsen böyle bir çevre olduğunu düşünmüyorum. Cemaate yakın polisler, artık başka gazeteye geçmiş ağzı gevşekler, katıksız AKP tutkunları var. Ayrıca bu kişilerle kıyaslanmayacak liberaller, liberal sosyalistler ve illa bir kategoriye sığmayacak gazeteciler ve yazarlar var, epey de arkadaşım dostum var, ama bana kalırsa “Tarafçılar”diye bir şey yok) süregiden bu hesaplaşma, belli ki böylesi “detay”ları önüne katıp yutarak, kıra döke ilerlemeye devam edecek. Bu hesaplaşma , bu hınç, ayrı bir dosya konusu. Ama bu hesaplaşmaya Hrant’ı da alet etmek, Vakfı, aileyi ve gazeteyi “bugünlerde böyle davranmak şık durur” diyerek tekmelemek bence epeyce maksadı aşıyor, başka bir maksat olduğunu gösteriyor.. Hele “Hrant olsaydı” diye başlayan cümleler var ki, “bu nasıl bir özgüven?” demeden duramıyorum. Ailesi bile Hrant adına olur olmaz konuşmaya çekinirken, sizinki ne rahatlık?
Peki bütün bu olup bitenler ne öğretti? Hem hüzünlü hem de gurur verici bir tablo var. İkisi aynı anda nasıl oluyor derseniz, şöyle: kendimi bir üyesi saydığım Sol, bütün bu mağlubiyet yıllarının ortasında kendine ortak bir referans olarak Hrant’ı buldu. Her türlü konuda keskin fikir ayrılıklarına düşebilen Sol, Hrant’ta birleşebildi, (sol kisvesindeki milliyetçileri saymıyorum tabii) onu kendine referans aldı. Şunu tabii aklımızda tutalım: ölümünden sonra oldu bu. Yaşarken Hrant, Sol’un bu derece sahiplendiği bir isim değildi, hatta o zamanki kamplaşma içinde –mesela- AB’ci olarak bile görülmüştür kimi zaman. Bu notu düştükten sonra odak noktasına dönecek olursam: Mevcut durumda “Hrant olsaydı” diye başlayan cümleler aslında bir yandan başka bir şey anlatıyor. “Hrant olsaydı ne yapardı”yı arıyor solcular. Bu hem hüzün verici bir şey, çünkü Sol tabii ki Hrant’ı sahiplenecektir ama tek tutamağı Hrant olmamalıdır; hem de gurur verici bir şey: Hrant demek ki bunu becerebilmiş.
Agos, 30.9.2011