“kenan evren ölmedi, içimizde yaşıyor.”
Körotonomedya’dan
Başbakan Erdoğan geçen sene yapılan anayasa referandumu sonrasında yaptığı konuşmada “12 Eylül günü Türk demokrasi tarihine bir dönüm noktası olarak geçecektir. Darbe anayasasıyla kirlenen 12 Eylül tarihi veya başlayan süreç bu halk oylamasıyla demokrasi için bir milat olarak tarihe parlak sayfa açmış bu olumsuzluktan kurtulmuştur” sözleriyle, iktidar olarak 12 Eylül dönemini kapatıp yeni bir dönem açtıklarını “müjdeliyordu”. Tabii başbakanın bu tespiti, iktidara geldiği günden beridir kendini “darbecilerin” ve “12 Eylül Düzeni’nin” karşısında konumlandıran hükümetin siyasi stratejisinin bir parçasıydı. Fakat referandumun 12 Eylül tarihine denk gelmesinin bir sonucu olarak, hükümet kendine atfettiği 12 Eylül karşıtı konumunu referandum sürecinde daha da öne çıkardı. Yeri geldi, başbakan 12 Eylül’de idam edilen gençler için gözyaşı bile döktü. Hatta başbakan referandum öncesinde gerilimin arttığı bir dönemde, referanduma hayır diyecek muhalif çevreleri “referandumda hayır diyenler bana göre darbe anayasasını savunduklarına göre darbecidir” diyerek 12 Eylül’cü olmakla suçladı. Fakat AKP iktidarının bu etiketlemeleri muhalif çevrelerce kabul görmedi; kimi çevreler AKP’yi 12 Eylül’ün bir ürünü olmakla suçlarken, kimileri AKP politikalarının 12 Eylül politikalarının bir devamı oldunu iddia etti.
Tabii bu tartışmaları değerlendirirken 12 Eylül Darbesi’nin sınıfsal konumu ve darbenin Türkiye’nin liberalleşme dönemindeki fonksiyonunu hatırlamak gerekiyor. İyi bilindiği gibi Türkiye darbenin hemen öncesinde 24 Ocak Kararları ile ithal ikameci politikaları terk etmenin ilk adımlarını atmıştı. Fakat bu kararların hedeflediği yeni neoliberal politikaların “başarısı”’nın garanti altına alınabilmesi açısından ücretlerin baskı altına alınması önem taşıyordu. Aslında reel ücretlerin 1980 yılındaki düşüşüne, artan enflasyon oranı katkıda bulundu. Ne var ki, işçi hareketlerinin güçlü olduğu bir ortamda enflasyonun tek başına ücretleri baskı altında tutmak için yeterli olmayacağını, ve hatta işçi hareketlerinin güçlendiği bir ortamda yükselişe geçen enflasyonun, hiperenflasyon gibi ciddi problemlere yol açabileceğini düşünmek mümkün.
İşte bu noktada 12 Eylül Darbesi’nin dışsal bir etken olarak işçi hareketlerini durdurma anlamında önemli bir fonksiyonu olduğu söylenebilir. Darbe sonrasında sendikal faaliyetlerin askıya alınması, grev yasağı, sol siyasetle uğraşanların ve sendika yöneticilerinin tutuklaması gibi uygulamalar; özetle, emekçi sınıfına yapılan saldırı sonucunu verdi. Ücret payları olarak tanımlanan toplam ücret/katma değer oranı, 1980 yılını takip eden dönemde ciddi bir düşüş gösterdi (Grafik – 1).
Peki neo-liberal politikaların hayata geçirilme sürecinde ücretlerin baskı altına alınması neden önemliydi? Kepenek ve Yentürk (2005), “Türkiye Ekonomisi” kitabında bu soruyu üç gerekçe vererek cevaplıyor: 1) Düşen kar oranlarının yeniden yükseltilerek yatırımların teşvik edilmesi 2) Ücret maliyetlerini düşürerek ihracat rekabetçiliğinin arttırılması 3) Harcama eğilimi fazla olan kesimlerin gelirleri düşük tutularak, ithalatın sınırlandırılması.
Sıralanan maddeleri tek tek açarsak, öncelikle 1970’lerin sonunda sermayenin “kar sıkışması” problemi ile karşı karşıya kaldığını söyleyebiliriz. Marksist literatürde kar sıkışması, ücretlerdeki artışın kar oranlarını düşük seviyelere çekmesi anlamı taşıyor. Grafik – 1’e bakarak 1979 yılında ücret paylarının oldukça yüksek bir seviyeye çıkarak kar oranlarını baskı altına aldığını söyleyebiliriz. Tabii bu dönemde kar oranlarının aşağı çekilmesinde işçi hareketleri sadece ücretleri yükseltme değil, iş günlerini yani üretimi azaltma anlamında da rol oynuyordu. Zira grev nedeniyle kaybedilen günlerin sayısı 1980 yılına geldiğinde 1973-74 döneminin 10 katıdan fazlasına çıkmıştı. Tabii bu koşullarda işçi hareketlerini durdurarak karları rahatlatan bir darbe sermayenin büyük bölümünde destek uyandırdı. Bu destek ve sermayenin askeri cuntadan olan beklentileri Vehbi Koç’un 1980 yılında yazdığı mektupta kullandığı şu ifadelerde açıkça görünüyor:
"Sayın Kenan Evren,...İşçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bazı sendikaların Türk Devleti'ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler, göz önünde bulundurulmalıdır. DİSK'in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinerek hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır. Komünist Parti'nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır, bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri mutlaka engellenmelidir. Zatıalilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim."(1)
Kepenek ve Yentürk (2005)’ün bahsettiği diğer noktalar olan ihracat rekabetçiliği ve ithalatın sınırlandırılması, cari açık problemi ve döviz sıkıntısı yaşadığı bir dönemde ticari liberalleşme politikalarını uygulamaya çalışan bir ülke açısından büyük önem taşıyor. Yüksek değerli ürünlerin ihracatı ancak uzun dönemli politikaların bir sonucu olarak gerçekleşebileceğine göre, ihracatı kısa dönemde arttırmanın en basit yolu ücretleri baskılamaktan geçiyor. Nitekim, hem 1980 sonrasında hem de neoliberal dönemin ilerleyen yıllarında, ihracat rekabetçiliği adına izlenen politikaların ve yeni global çağda hareket etmesi kolaylaşan sermayeyi çekme çabasının yarattığı ortamın ücretleri baskı altında tuttuğunu, Grafik-1’de ters yönde hareket eden dışa açıklık ve ücret payları verilerine bakarak da görebiliriz (2).
İthalata gelince, emekçi kesiminin marjinal harcama eğiliminin sermaye kesimine göre fazla olması ithalatın sınırlandırılması açısından önem taşıyor. Zira ithalatın serbestleştirilmesi, ithalatın fırlayarak cari açığı arttıracağı tehditini de beraberinde getiriyor. Bu tehdit harcama eğilimi fazla olan emekçi kesiminin gelirlerinin baskı altına alınmasıyla kısa dönemde kısmen sınırlandırdı. Sonuç olarak, 80’lerin ilk yıllarında cari açıkta da düzelmeler oldu. Tabii izlenen neoliberal politikaların uzun dönemde ithalata bağımlı, kimilerince “tornavida” sanayi olarak adlandırılan bir sanayi yapısı yarattığını ve cari açık probleminin kronikleştirdiğini de belirtmek gerekiyor (3).
Özetlersek, 12 Eylül sonrası izlenen emek aleytarı politikalar, Türkiye’nin liberalleşme sürecinin “selameti” açısından önemli bir rol oynadı. Bu nedenle 12 Eylül Darbesi ve Türkiye’nin liberalleşme sürecini birbirinden ayrı düşünmemek gerekiyor. Tabii 1970 sonrası gerçekleşen darbelerin bu yapısı sadece Türkiye’ye has bir durum değil. Mesela ünlü Şilili iktisatçı Gabriel Palma (2006) da bir makalesinde, 1973 yılında Şili’de gerçekleşen askeri darbenin ve Şili’nin darbe sonrasındaki ticari liberalleşme ve dünya ile entegre olma sürecinin, ülkedeki gelir dağılımını hızlı bir şekilde bozduğunu gösteriyor. Palma’nın verdiği verilere göre sosyalist olarak adlandırılan Salvador Allende hükümeti döneminde (1970-73), % 40’lardan % 34’e kadar gerileyen en zengin % 10’luk kesimin gelirden aldığı pay, Augusto Pinochet’nin askeri darbe ile iktidara geldiği 1973 ile demokrasiye yeniden geçişin başladığı 1987’ye kadar olan süre içinde % 51’ler seviyesine çıktı. Palma’ya göre “gelir dağılımının tarihte görülen en hızlı bozulmalarından” birini yaşayan Şili, bu dönemde seviye olarak da gelir dağılımının en bozuk olduğu ülkelerden biri haline geldi.
Benzer bir deneyimin Arjantin’de de yaşandığını söyleyebiliriz. Zira ülkede Juan Peron hükümeti ile 1940’ların sonundan başlayarak çalışanların ücretlerinde ve sosyal haklarında ciddi bir ilerleme olmuştu. Bu ilerlemenin bir yansıması olarak Peron döneminde ücret payları da belirgin bir yükseliş gösterdi (De Ferranti, Ferreira, Perry ve Walton 2004). Ancak 1955 yılında gelen darbe ve akabinde cunta hükümetinin takip ettiği politikalar sonucunda ücret payları 1955-59 yılları arasında % 45’lerden % 35’lere kadar geriledi.
Askeri darbeden sonra Arjantin 1967-74 yılları arasında, hem cunta hükümeti hem de ikinci Peron hükümeti döneminde, ekonomik büyümenin ve güçlü sendikal hareketlerin birlikte görüldüğü ve ücret paylarının yeniden yükselişe geçtiği ikinci bir dönem yaşadı. Ancak hem 1975 yılından itibaren kötüleşen ekonomik durum, hem de 1976 yılında gerçekleşen darbenin bir sonucu olarak ücret payı ikinci kere ciddi bir oranda düştü: 1974 yılında % 44 düzeylerinde olan ücret payı, 1975’te % 39’a, askeri darbenin olduğu 1976 yılında ise % 25’lere kadar geriledi. Özetle, askeri darbeler Şili’de ve Türkiye’de olduğu gibi Arjantin’de de emekçinin kesiminin aleyhine oldu.
CUNTA SONRASI DÖNEM VE AKP YILLARI
Kuşkusuz emek kesiminin üretimden aldığı pay sadece askeri cunta döneminde değil, demokrasiye geçiş sonrasında da devam etti (Grafik – 1). 1980 yılı sonrasında yerleşen neoliberal anlayış, ücret paylarını 1988 yılının sonuna kadar aşağı çekti. 1989-2001 döneminde ücret payları, mesela 1989 sonrası işçi hareketlerinin yeniden alevlenmesi gibi çeşitli nedenlerle dönem dönem yükseldi. Fakat emekçi kesiminin bu dönemlerdeki kazanımları, sermaye akımlarının tetiklediği 1994 ve 2001 ekonomik krizleriyle yitirildi.
1980 sonrasında başlayan gelir dağılımının emekçiler aleyhine bozulması eğilimi AKP iktidarı döneminde de devam ediyor. Bu eğilimi işgücü üretkenliği, kamu sektörü ve özel sektördeki reel ücretlerin AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından beridir nasıl değiştiğini anlatan Grafik-2’de görebiliriz. Grafikte bahsi geçen değişkenlere 2002 yılı için 100 değeri vererek işgücü üretkenliği ve sanayideki ücretlerin nasıl değiştiğini gözlemliyoruz. Grafiğe göre sanayi sektöründe işgücü üretkenliği, ücretlerden daha hızlı artıyor. Yani emekçiler daha çok üretiyor, ama ürettikleri kadar fazla kazanmıyor. Dağılım emekçiler aleyhine bozulmaya devam ediyor.
Bu durumun siyasi iktidarın emek karşıtı konumu, bu konuma uyumlu olarak izlediği neoliberal dönemin “rekabetçi” politikaları ve 12 Eylül’ün muhafaza edilen emek karşıtı yasaları ile ilişkisi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Nitekim AKP iktidarının emekçi sınıfının karşısında durduğunun işaretini veren bir dizi olay mevcut. Bunlar arasında 2007 ve 2008 1 Mayısları ve Tekel direnişi kamuoyunda büyük yankı uyandıran ve (Tekel işçilerine olan etkilerini saymazsak) büyük ölçüde sembolik anlamı olan olaylar olarak öne çıkıyor. Hatırlanacağı gibi AKP iktidarı, işçi örgütlerinin 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama isteğini reddettiği gibi olayı bir iktidar mücadelesine dönüştürmüş, 12 Eylül öncesi karanlık dönemin getirdiği ve askeri cuntanın devam ettirdiği Taksim yasağını sıkı bir şekilde savunmuştu. Bu dönemde başbakan Erdoğan’ın söylediği “ayaklar baş olunca kıyamet kopar” sözü siyasi iktidarın hangi grubu temsil ettiğinin açığa çıkması açısından anlamlıydı. 1 Mayıslar’ın Taksim’de kutlanmaya başlaması ise, ancak 2008 1 Mayısı’nda çıkan olaylardan sonra emek yanlısı grupların sinmeyeceğinin anlaşılması ile kabul görmüştü. Benzer şekilde iktidarın Tekel işçilerini 4C maddesine tabii olan “geçici personel statüsü”’ne geçirme girişimi de kamuoyunda çokça tepki toplamış, fakat iktidar işçilere taviz vermeme konusunda yine direnmişti.
Tabii iktidarın sınıfsal konumu kendini 12 Eylül yasalarının muhafaza edilmesi ve uygulanması şeklinde de gösteriyor. Zira AKP iktidarı referandumda yapılan değişikliklere rağmen, 12 Eylül’den döneminden kalma, anti-demokratik olarak kabul gören sendikal faaliyetleri kısıtlayan yasaları değiştirmemekte direniyor. Bu durumun bir neticesi olarak bu yılın Haziran ayında, Türkiye 87 ve 98 numaralı sözleşmelere uygun davranmadığı gerekçesiyle ILO’nun en kötüler listesine alındı. ILO’nun Türkiye’yi kara listeye almasının nedenleri arasında, işkolu ve işletme barajları gibi sendikalaşmayı zorlaştıran 2821 sayılı Sendikalar Kanunu ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nun büyük ölçüde muhafaza edilmesi yer alıyor. Tabii son yapılan anayasa referandumunda memurlara toplu sözleşme hakkı verildi. Ancak yapılan değişikliklere rağmen, toplu sözleşme yasasında memur sendikaları tarafından istenen düzenlemelerin hala yapılmadığını ve 1982 Anayasası’nın değişmeyen maddelerinin hala memurlara grev hakkı tanımadığını da belirtmek gerekiyor.
AKP iktidarının emek karşıtı olarak görülen kimi politikalarının arkasında “milli güvenliği koruma” veya “rekabet gücünü” arttırma gibi askeri rejimle liberalleşme döneminin vizyonunu yansıtan gerekçeler yatıyor. Mesela AKP iktidarının grevleri milli güvenlik gerekçesiyle engelleme konusunda iktidara keyfi bir alan sağlayan, 1982 Anayasası’nın 54. Maddesi’ni çeşitli vesilelerle kullandığını görüyoruz (Çelik, 2008). 2003 ve 2004 Şişecam, 2003 Petlas, 2004 Pirelli ve 2005 Erdemir grevlerini bu madde kullanılarak ertelenen grevlere örnek olarak verebiliriz. Bu grevler arasında “milli ekonomiye zarar verecek her girişimin milli güvenliğe zarar verdiği” gerekçesi gösterilerek ertelenen Şişecam grevi ise oldukça ilginç. Zira Şişecam grevindeki erteleme kararı Danıştay tarafından iptal ediliyor. Ancak Danıştay kararına rağmen, hükümetin 2004 yılında hukukun karşısında yer almak pahasına grevi yeniden ertelemesi, hükümetin sınıfsal konumunu gösteren bir başka olay olarak dikkat çekiyor.
“Rekabet gücünü arttırma” sloganın ise hükümet tarafından son dönemdeki kıdem tazminatı tartışmalarında dillendirildiğini görüyoruz. Bilindiği gibi hükümet çalışma yaşamında “güvenceli esneklik” modeline geçmek amacıyla kıdem tazminatını kaldırarak yerine bir fon oluşturulmasını istiyor. Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz bu düzenlemeyi getirmeye çalışmalarının arkasındaki motivasyonu “rekabet gücünü ve istihdamı arttırmak” olarak açıklıyor. Tabii bu düzenleme sonucunda rekabet gücünün arttırılması, yüksek ücret aldığı düşünülen çalışanların işten çıkartılarak ücret maliyetlerinin azaltılması veya en azından şirketlere böyle bir maliyet kesintisi için imkan sağlanması anlamına geliyor. Yani yapılması planlanan bu düzenleme, neoliberal dönemin emek maliyetlerini kısarak rekabetçiliği arttırma anlayışıyla örtüşüyor.
Toparlarsak; (1) 12 Eylül Darbesi, Latin Amerika’daki benzerleri gibi emek karşıtı bir olay olarak neoliberal döneme “başarıyla” geçilmesinde önemli bir fonksiyon üstleniyor. (2) AKP hükümetinin emekçi sınıfı karşısında aldığı konum ve izlediği politikalar zaman zaman 12 Eylül dönemi iktidarı ile benzeşiyor. (3) AKP hükümeti darbe anayasasının emek karşıtı maddelerini değiştirme konusunda oldukça isteksiz davranıyor, hatta yer yer bu maddeleri istediği yönde kullanmaktan çekinmiyor. Özetle, AKP hükümetinin 12 Eylül karşısında olmak için imaj çalışmasından fazlasını yapması gerekiyor...
Notlar:
(1) Vehbi Koç’un bu mektubu son dönemde Kamusal Sanat Laboratuvarı isimli grup tarafından 12. İstanbul Bienali’nde protesto amacıyla kullanıldı. http://bianet.org/bianet/sanat/132840-darbe-destekcisinden-sanat-sponsoru-olur-mu
(2) Grafiğin kaba olarak gösterdiği ilişki, gerek Onaran (2009), gerekse Oyvat (2011)’ın ihracat/katma değer oranının ücret paylarını aşağı çektiğini gösteren ampirik çalışmalarında doğrulanıyor.
(3) Bu tezi sıklıkla dillendiren iktisatçılardan Erinç Yeldan’ın şu çalışması incelemeye değer bir çalışma: Yeldan, E. (2007), “Patterns of Adjustment under the Age of Finance: The Case of Turkey as a Peripheral Agent of Neoliberal Globalization”, Political Economy Research Institute, Working Paper Series No.126
Kaynakça:
Bianet (2011), http://bianet.org/bianet/sanat/132840-darbe-destekcisinden-sanat-sponsoru-olur-mu
Çelik, A. (2008), “Milli Güvenlik Gerekçeli Grev Ertelemeleri”, http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=475
De Ferranti, D., F. Ferreira, G. Perry ve M. Walton. (2004), Inequality in Latin America and the Caribbean. Breaking with History?, Washington DC: World Bank
Kepenek, Y. ve N. Yentürk (2005), Türkiye Ekonomisi, Remzi Kitabevi.
Onaran, Ö. (2009), “Wage share, globalization and crisis: the case of the manufacturing industry in Korea, Mexico and Turkey.” International Review of Applied Economics, 23: 113–134.
Oyvat, C. (2011), “Globalization, wage shares and income distribution in Turkey”, Cambridge Journal of Regions, Economy and Society, Vol. 4 (1), sf. 123-138
Palma, J. G. (2006), “Globalizing inequality: “centrifugal” and “centripetal” forces at work”, United Nations DESA Working paper, No. 35
Yeldan, E. (2007), “Patterns of Adjustment under the Age of Finance: The Case of Turkey as a Peripheral Agent of Neoliberal Globalization”, Political Economy Research Institute, Working Paper Series No.126