SALT Beyoğlu'nda 21 Nisan'a kadar görülebilecek olan bir sergi var şu sıralarda. 1975-1980 yılları arasında görsel sanatçıların hikayesini konu ediniyor temel olarak, derneklerinin kuruluşundan 1980 darbesine kadar. Ancak, serginin yerleştirmesi de içeriği kadar dikkat çekici.
1975 yılında Görsel Sanatçılar Derneği (GSD) kuruluyor ve o dönemin tüm dernekleri ve kuruluşları gibi ömrü 12 Eylül 1980’de sona eriyor. Ancak bu tarihin GSD için ayrı bir önemi var. 8-11 Eylül 1980 tarihinde düzenlenen Kuşadası Kültür ve Sanat Şenliği’nde toplanan GSD üyelerinin duvar resmi yapmalarına izin verilmiyor. Bunun üzerine sanatçılar da “Duvar Resminden Korkuyorlar!” yazılı pankart ile olaya tepki veriyorlar. İşte serginin adı da buradan geliyor. Bir çok sanatçı da, ayrıca, 1980 Darbesi’ne Kuşadası’nda misafirken yakalanıyorlar.
Sergi sanatçı Ahmet Öktem’in kişisel arşivinin dijitalleştirilmesi ile oluşturulmuş. Kronolojik bir sıra izliyor. 1976-1980 arasında, önemli olayların belki de tesadüfi bir şekilde GSD’nin kaderiyle kesişmesi serginin içeriğini de zenginleştiriyor.
Bu olaylardan ilki, Haziran 1976’da Antalya Belediyesi tarafından 13. Uluslararası Antalya Film ve Sanat Festivali’ne davet edilen GSD’li sanatçıların yaptığı duvar resimleri ve heykelleri saldırıya uğruyor. Davetli sanatçıların söz konusu eseleri icra ederken çekilmiş fotoğrafları ile saldırıya uğramış halleri, sanatın üretim süreci ile ona karşı nefretin somutlaşmış hali fotoğraflarla yan yana getiriliyor. Bir yandan, Antalya’daki festival ile ilgili bilgi ve o dönemin sanata yaklaşımı hakkında da bilgi sahibi oluyoruz. Bu salonu gezerken, bize, saldırıdan sonra GSD’li sanatçıların yaptığı açıklamanın ses kaydı da sunuluyor. Açıklamaya göre, Antalya halkının saldırıdan sonra sanatçılara ve sanat eserlerine sahip çıktığını, gerekirse nöbetleşe eserlerin başında duracaklarını beyan ettiklerini duyuyoruz. O anda izleyici olarak bir sergi içinde bulunduğumuzu ve benzer bir durumda kaldığımızda nasıl bir pozisyon takınmamız gerektiğini düşünürken buluyoruz kendimizi. Açıklamanın sürekli tekrarı, sanat ile ona karşı nefretin karşı karşıya getirilişi ve Antalya halkının tavrı bizi tarafımızı seçmek konusunda ciddi bir tercih yapma durumunda bırakıyor. Biz bir sergi “alanındayız.” Ancak, bahsi edilen eserler kamusal alanın içine gömülmüş, gündelik hayatla kaynaşmış ve toplumsal olanla “sanatsal” olanı kaynaştırmış, bir bütün haline getirmiş; sanatı toplumsal olanın içine davet etmiş ve toplum bu daveti kabul edenler ve etmeyenler olarak ikiye ayrılmış. Burada biraz bu bölünmenin sebeplerini düşünmek zorundayız. Çünkü saldırılar tamamen politik bir şekilde, belki örgütlü bir şekilde yapılmış. Resimlerin üzerine sağ siyasi örgütlerin ve partilerin adı yazılmış. İcra edilen eserlerin, kamusal alanda görünür olmasının, görünmeyeni görünür kılmak gibi bir amacı var elbette. Fakat, görüyoruz ki, bu amaç başarıya ulaşmış, hatta rahatsızlık vermiş durumda. Bu durumda bu bütünleşmenin rahatsız edici mi, yoksa tam da onaylayacağımız bir şey mi olduğuna karar vermeden salondan ayrılmak mümkün değil. Ama unutmamak gerekir ki biz hali hazırda “sanatın” sergilendiği bir alandayız ve tercih yapmamız o kadar da zor değil. Kamusal alana yapılan müdahalelerin artık yaşam alanına yapılan müdahaleler olduğu; bu iki müdahale tarzının kaynaştığı ve sanatın belirli “kurtarılmış bölgelere” hapsedildiği bir dönemde, bir kurtarılmış bölgede tercih yapıyoruz. Tercihimiz ne kadar sağlıklı ve geçerli bunu düşünmek zorundayız. Bunu düşündüğümüz anda da, hapsedildiğimizin farkına daha da bir varıyoruz ki sanırım izleyiciyi politize eden nokta da burası. Dışarıda bir hayat var, bir şeyler dönüyor ama biz bu tartışmaya tam olarak dahil olma hakkına bile sahip değiliz. Bize sunulan bu özel bölgede tercihimizi kullanıyoruz ve sokağa döndüğümüzde tüm tartışma 1976’da kalmış oluyor. Tercihimizi yaparken bunu da göz önünde bulundurmamız gerektiğini düşündürtüyor serginin kurulumu. Barbar olan ile uygar olan bir arada, uygar olandan yana tercihimi kullanıyorum. Ancak, dışarıda uygar olanı seçmek, taraf olmak mümkün değil. Çünkü uygar’a barbar bir müdahale söz konusu. 2013’te taraf olmam, sokağa çıkmam ve bir şeyler yapmam gerekiyor. Sergi bu hissiyatı güzel bir şekilde iletiyor.
İkinci önemli vaka, 1977 yılında cereyan ediyor. GSD’nin 1 Mayıs 1977’de, nam-ı diğer Kanlı 1 Mayıs ile, aynı günde açtığı 1. Mayıs Sergisi Öktem tarafından ayrıntılı bir şekilde fotoğraflanmış. Serginin bir katının yerleştirmesi, 1.Mayıs Sergisi ile eş olarak gerçekleştirilmiş. Harbiye’deki Spor ve Sergi Sarayı’nda gerçekleşen 1.Mayıs Sergisi’nin 3D modellemesi de bir şekilde bize sunuluyor. Bu şekilde sergide kullanılan özgün eserleri, 1977’de sunuldukları haliyle izleme fırsatı elde ediyoruz. Serginin aynı şekilde yeniden yerleştirildiği kattaki diğer salona geçtiğimizde ise bizi 1 Mayıs 1977 olayları ile ilgili bir çok gazete sayfası karşılıyor. İçinde farklı görüşlerin ve fotoğrafların olduğu bu gazetelerin çevrelediği salonun Taksim’i sembolize ettiğini düşünebiliriz. Kanlı 1 Mayıs olayları olduğu sırada bir çoğu sergide olan GSD üyelerinin, bulundukları yerin çok yakınında cereyan eden bir olaydan bağımsız olarak sergi kurulumu yaptıklarını ve oradan çıkıp bir dehşetin resmini gördüğünü hayal etmemiz pek zor olmuyor. Birebir serginin eşi olarak tasarlanmış olan salondan ötekine geçildiğinde izleyicide de benzer bir his oluşuyor. Empati yeteneğiniz artıyor. Bir önceki sefer yaptığınız seçimin, ne kadar ciddi bir seçim olduğunun farkına varıyorsunuz. Sanata olan müdahalenin, hayata olan müdahaleye dönüştüğünü gözlerinizle görüyor, o mağduriyete iştirak ediyorsunuz. Eğer, taraf almazsanız, sanatınızın kamusal alandan uzaklaştırıldığı gibi, toplanma hakkınız, eylem hakkınız, bir araya gelme hakkınız da kamusal alandan uzaklaştırılacak. Yani yaşama hakkınız.
Daha sonra çok daha ciddi bir müdahale geliyor. 8-11 Eylül 1980’de düzenlenen Kuşadası Kültür ve Sanat Şenliği’nde bu sefer, GSD’li sanatçıların eserlerini duvarlara yapmalarına “izin verilmiyor.” Eylem hakkınız, üretme hakkınız engelleniyor. Çünkü, onlar “duvar resminden korkuyorlar.” Çünkü, duvar resmi kamusal alanda toplumsal ile sanatsalın buluşması demek. Bu buluşma, karşılaşmalar yaratan, söze dökülemeyen şeyleri görsel olarak ileten bir yaşam alanı arayışı demek. Ancak, eli kulağında olan daha büyük bir kovuşturma bekliyor sırasını. En alt salona geldiğimizde, sanatçıların tepkisi ile karşılaşıyoruz. Eylemlerini yapıyorlar, pankartlara yazıp “onların” korkularını ifşa ediyorlar. Onlar, duvar resminden korkuyorlar çünkü; daha iyi bir yaşamı arzulayan, özgürlüğün peşinden giden, farklı her şeyden korkuyorlar. Korkuları büyüdüğü için de 12 Eylül 1980’de “darbelerini” yapıyorlar. Yaşam hakkına müdahale, yani. Sanatın kamusal alandan kovulmaya çalışmasıyla başlayan müdahale, yaşam alanının işgal edilmesine, sonra sanatın “izine” tabi olmasına kadar geliyor. En sonunda da, yaşamın “izne” tabi olmasında son buluyor. Kapkaranlık bir ana giriyor mücadele ve özgürlük çağrısı. Sergi, 11 Eylül 1980 akşamı Açık Hava Sineması’nda GSD’li sanatçılar, şair ve yazarların film galasında çekilmiş fotoğrafları ile son buluyor. Ertesi gün olacaklardan habersiz, ülkenin önemli isimleri, önceki gün yaşadıkları haksızlıklara şaşırıyor ve bu hale adım adım nasıl gelindiğini düşünüyorlar. O sırada bu an ölümsüzleştiriliyor ve 12 Eylül’ün baskıcı ortamına rağmen bugünlere kadar taşınıyor.
“Duvar Resminden Korkuyorlar” mesajını kronolojik olarak çok iyi ileten, güzel yerleştirmeler ve bu yerleştirmelerin kontrastları ile iyi oynayan ve çatışmalardan izleyicinin aklında tartışmalar yaratabilecek güçte bir sergi. Bir daha olmasın diye sokağa iniyorsunuz, tekrar yaşanmasın. Ancak, indiğiniz sokak öyle bir müdahalenin içindeki bunalıyorsunuz. Ne yapılabilir, ne yapabilirim diye düşünmeden de edemiyorsunuz.