Gezi Parkı’na dair yazmadan, konuşmadan ve düşünmeden önce sanki bir özeleştiri ve özür ile başlamak gerekiyor… Bugüne kadar kimse çıkıp da, “bu iş halk ayaklanması yaratacak”, “halk çok dolu ve bir yerden patlayacak” öngörüsünde yahut yorumunda bulunmadı. Birçoklarının umudu bu yönde olabilir ama yine de bu işin tartışılmasında ve özellikle memleket üzerine laf söyleyen, söylemek isteyen kimse; bugünün okumasını yapamamıştır.
Bu öngörüsüzlüğün, kuşkusuz, toplumun gündelik yaşamına uzak olmakla olduğu kadar sosyal medyaya uzak olmakla da alakası var. Sonuçta, son günlerde yaşanılan direnişin dilinin bizim o çok alıştığımız “sol jargon” dışında, paylaşım sitelerindeki sesli harfleri atılmış kelimelerden oluştuğunu kimse inkâr edemez.
Hâlbuki ne kadar da okumuş, bilgilenmiş, aydınlanmış, teoriklenmiştik! ’80 kuşağı olarak, ’80 öncesi devrimci kuşağına ne kadar da özenmiştik. “Onların” arkadaşlıkları, yoldaşlıkları, kültürleri, yaşamları idi her zaman kurmaya çalıştığımız… “Onlar” gibi giyinmekti modamız. “Onların” sevdiği şarkıları dinleyip, “onların” seçtiği kitapları okurduk. Türkü bara gidebilirdik ama bir diskoya veya tavernaya gitmezdik, zira bu “yozlaşmak” demekti.
Arada kalmış bir kuşaktık velhasıl… Ne kendimiz olabildik, ne 80 öncesi… Yaşamamız gerekenleri de yaşayamadık… Üzerimize atılanlar, devraldığımız bir değerler silsilesiydi ama aynı zamanda bir travma, bir buhrandı da: “Yenilmişlik ruh hali!” Yenildiğini düşünen bir kuşağın çocukları olduk. Dolayısıyla hep 1-0 yenik başladık. Renksiz ya da mat renkler oldu kıyafetlerimizden gözlerimize kadar. Yine alanlarda olmaya çalışırken, hep bir ürküntü ile ilerledik. Çünkü anne-babamız, abla-ağabeylerimizin üzerinden geçen faşist darbenin ayak sesleri hâlâ kulaklarımızda, yanık kokusu hâlâ burunlarımızdaydı. Bu ruh haliyle, hep işkenceleri, cezaevleri, gözaltıları, idamları hatırlardık. Bir işçi önderinin nasıl işkencede öldürüldüğü hafızamıza kazınmıştı, onun bir işçi önderi olarak yaptıklarından çok… Deniz’in mezarı başında, Che’li tişörtler, çantalar, rozetler taşıdık, Mahir Çayan’lı sloganlarımızla… Sistem karşıtlığını simgesel olarak çok güzel almıştık, ama eksiktik işte.
Benzemeye çalışırken, hep arada kalmıştık. Öte yandan, hep ciddi olmak zorundaydık. Yüzümüz asık olmalıydı. Ya da birini örgütlerken, seni ciddiye alması için ciddi olmalıydın diye anlıyorduk meseleyi. Oysa, bu bize Meclis’ten, takım elbiseli bürokratlardan dayatılan bir tarz değil miydi? Politikleşirken, yeni bir politika, siyaset tarzı yaratamamanın sonuçlarını yaşamıyor muyduk? Yeni bir dil, üslup, tarz, giyim-kuşam yaratamadıkça var olanı devam ettiriyor ve bir kez daha kendimizle çelişmiyor muyduk?
Devraldığımız değerler, bu dünyada hiçbir karşılığı olmayan onur, insanlık gibi değerler. Ve ne olursa olsun, canı pahasına bu değerlere sahip çıkan kuşaklardan bahsediyoruz. Eksiğimizle fazlamızla…
AKP iktidarının gündelik yaşama dair aslında genel ama özel görünen politikalarına ilk tepkiyi koyan kadınlar, bugünün de ilk adımlarını atmışlardı. Yönetenlerin, kadın bedeni üzerine inisiyatiflerini koymaya uğraşmalarına rağmen “Benim bedenim, benim kararım” dedi kadınlar. Üç çocuk dayatmasına, kürtaj yasağına karşı çıkarak…
O günlerden bugüne alttan alta örülen diğer bir ayağı da, çocuklar-gençler sokakta bize gösterdiler. Sokakta hiç oynamamış çocuklar, taleplerini sokaklara taşıdılar. Hatıralardan, hikâyelerden ’80 doğumluların aldığı o kültürü çok almasalar da, farklı bir zamanın çocuklarıydı onlar. Biz ağabeylerimizin, ablalarımızın sözünü dinlerdik; onlar dinler gibi görünüp kulak arkası ederlerdi. Bu yüzden hep dedelerinden laf işitirlerdi.
Bize travması kalan bir dönemin, güzel değerleri ne mutlu ki onlara da taşınmıştı. Aslında insan olduğumuz için bunlar bizim ortak bir değerlerimizdi. Takim direnişi nedeniyle sokaklara dökülen çocuklar, Diyarbakır’da 2006 28 Mart’ında sokaklara dökülenlere nasıl da benziyorlar. “Ben de varım” diyen Kürt çocuklarının savaşa, ölümlere, hapislere, işkencelere ve bunların tüm sonuçlarına ve yaşatanlarına karşı “biz de varız” diyen Kürt çocuklarına nasıl da benziyorlar. Taksim’deki, Kızılay’daki, Kocaeli, İzmir, Adana ve diğer kentlerdeki çocukların savaşın çocukları olmadıklarını kim inkâr edebilir ki? Savaşı başka bir açıdan yaşayan, yaşatılan, gelecek kaygısına sokulan, belli fikirlere, kalıplara, kırmızı çizgilere konulmaya çalışılan çocuklar söz konusu neticede!
Bugünlerde sokağı yaratan çocuklar, sokakta olmanın avantajlarıyla öğreniyorlar, bir önceki kuşakların aksine. Sokakta olmanın; tıpkı bir sokak çocuğunun karşısındaki yetişkinlere karşı arkadaşını savunması gibi, tıpkı bir mahallelinin birbirini tanıması gibi, sokakta olmanın öğreticiliğini yaşadılar. Ne için sokakta olduklarını bildiler önce. Sonra yürümeyi öğrendiler. Yürürken nelere dikkat etmeleri gerektiğini ve hangi yolları kullanmaları gerektiğini... Sonra da kimlerle yürüyüp kimlerle yürüyemeyeceklerini öğrendiler.
Hepimiz, “babalarımızdan çok zamanlarımızın çocukları” olduk. Kuşakların 4 yılda bir değişecek kadar zamanın hızlandığı tartışılırken, kimi zaman dünyaya, kimi zaman ülkesine, kimi zaman sadece kendi yaşamına özgürlük isteyen çocuklar olduk. Yine de bir yerde buluştuk: o ortak değerde. Askeri darbelerin postal tozlarını yutmuş ’80 doğumlu gençlerin inadına, ’90 doğumlu çocuklar-gençler gülüyorlar. Travmatik, post-travmatik ’80 kuşağı, özgün müzik eşliğinde kendi bunalımlarıyla uğraşırken, işte ’90 doğumlu kardeşleri sokakta! Onlar bizim gibi “ciddi” değiller, gayet komikler. Esprililer. “Faşizme karşı aduket” diyebilecek kadar hem de. Veya “Kahrolsun bazı şeyler” diyebilecek kadar. Biz afişlerimizi tek sıra şerit gibi asmaya uğraşırken veya bildirileri en yüksek sesle kaşlarımız çatık dağıtmaya uğraşırken… Nerde kaldı ki “aduket” diyeceğiz. Veya kahrolsun’un arkasına, yerine ne koyacağımızı bilemeyip de “şeyler” diyeceğiz. Peh!!
1970’ten, 80’den, 90’dan yarınlara, “faşizme karşı omuz omuza” da desek, “faşizme karşı bacak omuza” da desek, “faşizme karşı aduket” de desek, bir faşizm karşıtlığı taşıyoruz sonuçta!