Psikiyatri ve psikolojiyi kuşatmış olan organik-medikal bakış ya da epistemolojiye göre, özne çevresinin; ebeveynlerinin, ailenin, doğumda maruz kalınan bir travmanın (o esnada ortaya çıkan bir oksijen yetersizliğinin ya da meşhur “doğum travması”nın), ruhsal bir virüsün, bazı hormon ya da biyokimyasal ajanların vb. kurbanıdır. Söz konusu çevresel koşullar nesnel bir biçimde incelenebilir ve özellikleri sıralanabilir. Bu, hastalık yapıcı/etyolojik failin öznenin dışına yerleştirilmesi anlamına gelir. Dahası, değişik aile tiplerini ve farklı anne ve baba profillerini (Şizofren-yapan anne –schizophrenogenic mother-, ebeveynlerin boşanmasına bağlı gelişen öğrenme güçlükleri, dağılmış aile, baştan-çıkarıcı baba vb., vb.) bir etyoloji skalası içinde toplayıp sınıflayarak kurumsal psikoloji de aynı bakışı genişletir. Özneyi dışarıda bırakan her iki söylem de aynı yabancılaştırıcı jesti, ‘hastalığın’ teşhisinde aynı mantığı paylaşır: Özne dışarıda bırakıldığı ölçüde, çevresel failin etkilediği sıradan bir ürüne/sonuca indirgenir. Bu bakış açısından özne, karmaşık ve hatalı bir üretim sürecinin sonunda ortaya çıkan kusurlu bir mal gibi görülür. Buradaki denklem, tanımlanmış/yerleşik bir ideal ile ona uzaklığıyla tarif edilen özne ikiliğini içerir. Özneye dışsal bir failin yol açtığı bir rahatsızlığın tedavisi de aynı dışsallık özelliğini taşıyacak ve farklı farmakolojik ajanların ve/ya da yeni öğrenme ve davranış değiştirme tekniklerinin yardımıyla bu kusurlu ‘madde’/’töz’ ideal biçimine uydurulacaktır. Bugün psikiyatriye/psikolojiye hükmeden bu yaklaşımın sonucu, öznenin tüm suçun ve sorumluluğun yükünden serbestleştirilmesi ve çocuksu kılınması ve bütün meselenin çevresel faktörlere havale edilmesidir.
Biraz değiştirerek soralım: Özneyi kusurlu bir ürüne indirgemek, üzerinde çalışılması ve düzeltilmesi gereken bir tözden ibaret saymak daha baştan imkansız bir projeye teslim olmak değil midir?
Depresif durumları/depresyonu ilaçlarla tedavi etmeye çalışmak; yani, belli başlı semptomların anlaşılması, anlamlı kılınması ve çözülmesi yerine –antidepresan ilaçlarla- baskılanması temel bir insanlık durumunun medikalize edilmesi demektir. Semptomu öznel bir hakikatin taşıyıcısı olarak görmek yerine, düzeltilmesi gereken hatalı bir davranışın parçası olarak kavramak demektir. Antidepresan ilaçların kullanımıyla (bu kullanımın yıllarca sürdüğünü de unutmayalım) birlikte ortaya çıkan duyarlılığın/duyumsama yetisinin azalmasının en çarpıcı sonucu belki de şudur: Tam da bazı şeylerin yolunda gitmediğini gösteren duyumsama kapasitesi baskılandığı ölçüde insanın anlam üretme etkinliği, anlamlı kılma çabası da zayıflamaktadır. Kısır bir döngüdür bu: Depresyonun kendisi bir tür mahrumiyet ve ilgi/merak yokluğu, feragat ve geri çekiliş talep ettikçe, ortaya çıkan anlamsızlık, boşluk ve sıkıntı duygularını antidepresan ilaçların “vaat” ettiği anestezi (uyuşma hali) ve, farkındalık ve duyumsama kapasitesinin kaybı telafi ediyor.*
Depresyon ve Kayıp
Mevcut psikiyatri/psikoloji literatürüne göre depresyon; üzüntü/keder, çökkün bir mizaç, genel bir benlik-değeri kaybı ya da yetersizlik duygusu, kötümserlik ve hayata ilişkin olumsuz bakışla karakterize bir duygusal durum ya da semptomdur. Aynı zamanda uyku ya da iştahı da etkileyerek, azalması ya da artmasına yol açar. Keza, motor sistemi de etkiler, ve canlılığı ve edimselliği azaltır. Konsantrasyon bozukluklarına ve cinsel isteğin ve yaşama arzusunun kaybına yol açar.
Daha yapısal bir düzeyden baktığımızda, depresyon bir kayıp ve hüsran çevresinde gelişen/ortaya çıkan bir durumsa eğer, kayıp/hüsran karşısında verdiğimiz karmaşık ve çok yönlü tepkilerle ilgiliyse şunu ileri sürebiliriz pekala: Bugün karşı karşıya olduğumuz şey belki de, kaybı/hüsranı üstlenememe, kayba/hüsrana tahammül edememe halidir ve bu asıl olarak, zamanımızın ruhuna ve iklimine ilişkindir. Ya da şöyle söyleyelim: Depresyonun mevcut yaygınlığı karşısında sorulması gereken gerçek soru, bu yaygınlığın ne anlama geldiğidir. Belki de, toplumlarımızın neoliberal-kapitalist bir çerçevede yeniden şekillenmesi ve hayatlarımızın cebren bir performans ve haz kıskacına alınmasına bağlı olarak, yaşadığımız kayıp/hüsran deneyimleri de yapısal, yaygın ve baş edilemez bir nitelik edindi. Nihayete ermeyen, kesintisiz bir yas halini kat edip durmaktan ibaret bir varoluşa sıkışıp kaldık belki de. Hem “neyi kaybettiğimizi bilmemekten” hem de “kayıp nesnelerimiz”den vazgeçmenin nafile oluşunu, devreyi kapatmayacağını, bizi yeni bağlara/yeni sevgi nesnelerine yöneltmeyeceğini “bildiğimizden” aynı depresif/melankolik ısrarı tekrarlayıp duruyoruz. Onlarla özdeşleşerek kayıp nesnelerimizi muhafaza etmeye çalışmaktan, kendini-yıkıcı(self-destructive) ve tüm enerjiyi içeride hapseden bu dramayı takip etmekten başkası elimizden gelmediği için belki. Kristeva’nın dediği gibi, “Depresyonum bana kaybetmeyi bilmediğimi gösterir: Kayıp için geçerli bir ödün bulmayı becerememiş olabilir miyim? Bundan, her kaybın, beraberinde varlığımın –ve Varlığın kendisinin- kaybını getirdiği sonucu çıkar. Çöküntü içindeki kişi radikal ve kasvetli bir ateisttir.”[1]
Demek ki aynı anda şunları da söylemiş oluyoruz: Depresyonu saf ve tek bir biyolojik hastalık olarak gören anlayışı reddetmeliyiz. Çok-uluslu ilaç şirketlerinin buyurduğu ve telkin ettiği şeyi benimsemek yerine, kederi/ ümitsizliği/çaresizliği, kaybı ve hüsranı, her türlü dolayımı yok ederek doğruca depresyona dönüştüren/tercüme eden toplumsal, ekonomik ve kültürel koşulları anlamaya çalışmalıyız: Süratle hareket etmemiz gerekiyor örneğin; bugün “rasyonel” olan, kendimizle ilgili yanlış giden bir şey olduğunda, iç dünyalarımıza daha yakından bakmak yerine o şeyi hızlıca isimlendirmeyi ve bir ilaçla hallolacağını işitmeyi çok daha “karlı” ve uygun bir seçenek bulmamız değil midir? Ümitsizlik, kaygı, endişe, korku, anlamsızlık, boşluk hislerini, tam da kendi varoluş tarzımızı ilgilendiren gösterenler olarak kavramaya girişmek yerine, tümünün “depresyon” paketi içinde yer aldığını ve yutacağımız minik haplarla ortadan kalkacağını öğrenmekten daha konforlu ne olabilir ki? İnsanlık durumumuzun bütün veçhelerinin kendi bilinçli seçim ve kontrolümüz altında olduğunun ve dolayısıyla ‘kontrol ve hesap dışı’ herhangi bir şeyin ancak biyolojik bir nedene bağlı olabileceğinin söylenmesini daha rahatlatıcı ve kendilik-imgemizi onarıcı buluyorsak, bundan kime ne? Vb.,vb. Tüm bunlar aynı “depresyon kültürünün” bileşenleri olarak tecrit edilmesi gereken hususların çokluğunu göstermiyor mu?
O halde, ”depresyon” denen durumların yaygınlığı ve aşırılığı karşısında güçlü bir biçimde sormamız gereken soruyu bir kez daha formüle edelim: Bugün kaybı ve hüsranı bu denli genelleştiren ve onlara indirgenemez/üstesinden gelinemez bir çekirdek sağlayan özellikleri nerede aramalıyız? Ya da ruhlarımızı/bedenlerimizi depresyon ilaçlarıyla ‘tahkim’ ve test etmeye bu denli kolay razı gelişimizin sebeplerini? Aynı anda her şey olmak ve her şeye sahip olmak isteği, tahammülsüzlük ve sabırsızlık ve can sıkıntısı, öyle görünüyor ki bu bağlamın diğer bileşenleridir. Bu acı tablonun, depresyonun böylesine yaygınlaşmasının; bir gösteri ve imaj çağında yaşıyor olmamızla, toplumsal bağların aşınması ve çözülmesiyle (en sıradan bir yas çalışması bile toplumsal ilişkileri, ötekinin varlığını şart koşar), cömertliğin, dayanışmanın ve sadakatin salakça sayıldığı bir atmosferin göğümüzü karartmış olmasıyla bir ilgisi olmalı. O yaygınlığın ipuçlarını tam da asıl matrisinde; yani İmajların hayatı istila ettiği, bütün ilişkileri kuşatarak uçuculaştırdığı, zihinsel etkileşimde sözcüğün yerini aldığı, ve hazzın/doyumun hemen burada, elimizin altında olduğu yanılsamasını beslediği, simgesel bütün istinat duvarlarının çöktüğü, kolektif anlamlandırma pratiklerinin zayıfladığı geç-kapitalist toplumsal yapıda aramamız gerekmez mi? Kendinden önceki bütün söylemleri iptal eden, anlamdan yoksun kapitalist söylemin; gaddar ve merhametsiz para/güç söyleminin hayatın bütününe hükmettiği bir zamanın, yaygın ve derin bir anlam kaybı ve boşluk duygusunun sürüklediği depresyon ve anksiyeteyle lanetlenmiş olmasını yine de hayırlı bir işaret saymalıyız belki de.
Temel Eksik/Kayıp*
“Her kayıp beraberinde varlığımın –ve Varlığın kendisinin- kaybını getirir.” Gerçeklikte ya da değil, her kayıp nesne son kertede, öznelliğimizi inşa eden kökensel eksiğin bir temsilcisi olarak işlev görür. Depresyonun kayıp nesneleri bırakamama, onları içeride –egonun içinde tutma- biçimi olduğunu düşündüğümüzde, belki de bu kayıp bahsindeki mağlubiyet en temelde, kastrasyonu, temel eksiği üstlenme yetersizliğidir. Aynı temel eksik öznelliğimizi verili olmaktan ziyade inşa edilen, edinilen bir kendilik haline getirir. Bu hususu genişletmeye ihtiyacımız olacak.
En başta, anne bebeği kendinin bir parçası olarak, kendi bedeninin bir uzantısı olarak deneyimler. “Annenin miniciği, küçük şeyi” olarak başlarız hayata. Çocuk için de geçerlidir bu: Anne ayrı/bağımsız bir varlık değil, çocuğun bir parçasıdır. Bebek açısından, kendi ağzı ile onu besleyen meme arasında herhangi bir ayrım/fark yoktur henüz. Öznelliğin inşası bakımından ilk önemli dönemeç, bir birlik inşa etmiş görünen anne/ bebeğin farklı kendilikler haline gelmesidir. Kişiliğin hangi çerçevede yapılanacağını büyük ölçüde tayin edecek olan bu ayrılma/farklılaşma sürecini mümkün kılan bir üçüncü terim/unsurdur ve bu fallustur. Lacan’ın temel iddiasıdır bu: Freudçu kastrasyon/Oedipus teorisi tam da özneleşme/öznel anlamlandırma süreci bakımından can alıcı olan bu üçüncü terimin/unsurun anne-çocuk ilişkisine müdahalesini anlatır. Yani fallus/üçüncü terim, orada olmayan ve olmayacak olan şeyi temsil eden nesne olur. Yokluğu temsil eder. Ne çocuk ne de anne, ve hatta başka herhangi birisi ona sahiptir. Anne, çocuğun sağladığı hazlarla memnun olur ama yine de çocuk anne için “her şey” değildir. Böylece çocuk bir yandan anatomik bakımdan olumsal bir olguyu (penise sahip olma ya da olmama) kabul etme zorluğuyla karşı karşıya gelirken, diğer yandan da eksiğin kaçınılmaz gerçekliğiyle yüzleşmek zorunda kalır.
Arzuya yol açan ve dilin işlevine izin ve imkan veren şeydir eksik. Annenin mevcut olmayışı/yokluğu ona seslenmenin koşuludur. Dile dayanmak/muhtaç olmak öznenin mantığını temelden değiştirir. Şeyleri talep etmek için dil kaydına girmemiz, dili kullanmaya başlamamızla birlikte; bu simgesel iletişim sayesinde bir kayıp ortaya çıkar: Çocuk annenin sevgi ve ilgisinin göstergesi olarak onun tarafından kucağa alınmak istediğinde, bunu talep etmek üzere dile başvurduğunda bütün tablo değişir. Sözcükler ve talep edilen eylem özdeş değildir. Bu durumda çocuğun payına düşen, sadece bir biberon emziği olabilir örneğin. Bizatihi konuşma edimidir kaybı ortaya çıkaran. Dilin aracılık ettiği ve doğanın kültür karşısında ikincilleştiği bu geçişle birlikte özne haline geliriz.
Eksik, demek ki bir yandan özneyi bütünlükten yoksun bir kuruluşa mahkum ederken, diğer yandan tam da öznelliğe yer ve yol açan asli unsurdur. Varoluşumuzu insani bir eksene yerleştiren her şey; arzulama kapasitesi, çatışma ve çatışmanın çözümüne yönelik bitimsiz çaba, yaratıcılık, kültür ve onun yol açtığı kaçınılmaz huzursuzluklar vb. eksiğin etrafında belirir, zonklamaya başlar: “Melankoliye bir eğilim olmaksızın, ruhsallık yoktur, yalnızca eyleme ya da oyuna geçiş vardır.”[2]
Biraz daha geniş bir çerçeve çizerek söyleyecek olursak: Lacan’ın ihtiyaç-talep-arzu kavramları da aynı sorunsala aittir. Talep kavramının çekirdeğini biçimlendiren şey, bebeğin ağlamasının/çığlığının simgesel tabiatı olmuştur. Bebek biyolojik ihtiyaçlarını doyuracak özgül eylemleri gerçekleştirme kapasitesinden yoksun olduğu için bu ihtiyaçları ses biçimi içinde, yani talep olarak ifade eder. İnsan varlığının belirli taleplere sahip bir özne oluşu bu yüzdendir. Ama aynı zamanda Ötekinin taleplerinin de nesnesidir. Talep daima bir ihtiyacın dile getirilmesi, yani doyum talebidir. Bebek böylece sözcük kaydına, bir değiş-tokuş sistemine girer, dahil olur. Bedenin dolaysız zevkinin, “varlığın zevkinin” Ötekinin ileri sürdüğü, yerleştirdiği kurallar tarafından ikame edilmesidir bu.
Bebeğin ihtiyacını “doyuran” nesne başkası tarafından sağlandığı içindir ki, bu eylem Ötekinin sevgisinin bir kanıtı olmak gibi ek bir anlam edinir. Böylece talep ikili bir işlev edinmiş olur: Bir ihtiyacı ifade etmek ve sevgi talep etmek. Yani, talebin faili saf ihtiyacın ötesine geçer (ihtiyacın nesnesi talebin gölgesinde kalır) ve Ötekinin arzusunun mutlak gösterenlerini arzular.
İhtiyacın ve/veya talebin “doyurulması” demek ki, gerisinde daima bir hayal kırıklığı izi bırakacak, ötekinin sunduğu nesnede kayıp bir şey bulunacaktır. Öznenin kendi sevgi talebinin herhangi bir nesneyle karşılanabileceğinin imkansızlığını idrak etmesi, Öteki için bir tek ve her şey olamayacağını keşfetmesi, Öteki ile önceki zamana ait mitik bir olma halinin –artık kaybedildiğine göre- yasını tutma mecburiyeti; bunların tümü, yani eksik sayesinde özne ebediyen arzulayan bir özne olarak inşa edilir: Eksik, kimlik oluşumuna, temel bir unsur olarak katılır. Ötekinin talebe ilişkin yorumuyla kökensel ihtiyaç asla tam olarak çakışmaz. Çerçeveyi genişleterek söyleyelim: Bebek dile girerek özne olur. Ama bir özne olarak, mevcut gösterenler kütlesiyle, yani Öteki ile asla tam olarak örtüşmez. Geride daima bir artık kalır: Lacan’ın “nesne a” diye adlandıracağı şeydir bu. Özellikle ikili ilişkilerdeki her tıkanma ve engel karşısında gösterdiğimiz ilk tepkinin, yani ‘yetersizliği’ nedeniyle ötekini suçlamanın gerisindeki temel hikaye de bu değil midir?
Freudçu teoride eksiğe ve dolayısıyla öznelliğin inşasına yaslanarak var olan temel kavramsal yapı kastrasyon kompleksidir. Freud’un kastrasyon kompleksi, çocuğun kendisi için büyük ölçüde izah edilemez halde olan bir dünyanın nasıl anlamlı kılındığının teorisidir. Her şey bir gözlemle, bazı insanların bir penise sahipken diğerlerinin ondan yoksun oluşu muammasıyla başlar: Penis kaybedilmiş olabilir mi? Ona sahip olmayanlar geçmişteki belirli bir zamanda mı kaybetmişlerdir? Ya da, sahip olanlar için onu gelecekteki belirli bir zamanda kaybetme riski var mıdır? Böylece kastrasyon, cinsel farklılık sorununa zamansal bir boyut kazandırmış olur. Oğlan için gelecek bir zamanda olabilecek bir şey, bir kayıp tehdididir. Mütemadiyen savuşturulması gereken bir tehdittir bu. Kız içinse, çoktan gerçekleşmiş bir kayıptır, ve bundan sonra ancak telafi ya da ikame edilmesi söz konusu olacaktır. Bu anlamda kastrasyon mutlak bir kayıptır. Daima, henüz olmamış ya da çoktan olmuş bir kayıp. Daha doğrusu, geri-döndürülemez olmak anlamında mutlak olan bir kayba ilişkin kökensel fantazidir kastrasyon.
Yine de Freud’un asıl ilgisinin gerçek penisle/anatomik organla sınırlı olması ve kastrasyonu literal anlamıyla kavramasından sonra Lacan tümüyle farklı bir kastrasyon fikri geliştirir: Ötekinin (annenin) fallik arzusunu tatmin edememeye ilişkin yoğun anksiyete imgesel kastrasyondur. Çocuğun annenin arzusunun nesnesi olma, anne için her şey olma fantazisi babanın müdahalesiyle parçalanır. Hem anneye hem de çocuğa “hayır” diyerek müdahil olan ve üçüncü unsur olarak sahne alıp ikili imgesel ilişkiyi koparan baba, fallusu da ebediyen kayıp bir şey olarak konumlandırır. Böylece Öidipal karmaşanın çözümüne paralel olarak fallus kayıp nesnenin anlamı haline gelir. Ve kastrasyon kompleksi, maternal fallusun yokluğunun çok yönlü ruhsal sonuçları sayesinde yapılanır. Bu anlamda nevrotik, annenin arzuladığı şeyi cisimleştirerek maternal fallus olmak için mütemadiyen çabalayan, bu arzuyu tam olarak asla terk edemeyen öznedir. Nevrozun çekirdeğidir bu: Kaybetmeyi bilmemek, kaybı yadsımak.
Şöyle söylenebilir: Kayıp ve hüsran deneyiminin yaygınlığı, daha yapısal düzeyde temel kaybı/eksiği kabul edememekle ilintilidir. Depresyon olarak kodlanan ve medikalize edilen durumların çokluğu, kayıp ve hüsran deneyimlerinin hiçbir engel ve dolayıma takılmadan doğruca temel kayıp/eksikle kısa devre yapması ve, güncel kayıpların yasını ve üstlenilmesini olanaklı kılacak süreçlerin ulaşılabilir olmamasıyla doğrudan ilgilidir.
Medikalizasyon
Depresyon ilaçlarının yerleştirilmesi gereken matristir bu. Temel işlevleri öznenin kaybı/hüsranı kabul etme ve üstlenme bahsinde karşılaştığı zorlukları baskılamak ve hafifletmektir. Bu bakımdan, kayıp ve eksiklik duygusunun yol açtığı boşluğun başka maddeler, alkol, yiyecekler* ya da kısa-süreli ilişkilerle imgesel düzeyde doldurulması da aynı işleve sahiptir. Depresyon ilaçlarının sağladığı bir tür sabitlik noktası (dil/söylem düzenindeki kapitone noktasına benzer biçimde)* , kaybın/hüsranın acısını daimi bir ertelenme haline hapsediyor belki de. O acıyı kat ederek ve üstlenerek insani kapasitelerimizin yetkinleşmesi ve derinleşmesinin karşısında, burçlarında aynı işgücü düzeyini muhafaza etme ve sürdürme buyruğu asılı duran tüketim toplumunun mecburiyetleri ve depresyon ilaçlarının içerdiği mesaj yeterince çarpıcıdır: “İç dünyanda olan biten hiçbir şeyi merak etmene lüzum yok. Yapman gereken, onların tümünü baskılamak ve enerji düzeyini korumak için her gün bir tane ilaç almak”.
Kaybın medikalize edilmesi ve yas ihtiyacının baskılanması yeni bir öznellik teklifiyle bir arada düşünülmelidir. Düzeltilebilir kusurlardan müteşekkil, piyasanın hakim mantığı uyarınca tüm farklılıkları silinmiş ve kendine-yeterli sıradan bir üretici olma vasfıyla temayüz etmiş, bir geçmişe sahip olmayan ve kendi kişisel tarihinde mündemiç çelişki ve potansiyellerinden arınmış, yani radikal bir biçimde indirgenmiş bir insanlık durumudur bu.
İnsanlık durumumuzun ayırıcı vasıflarından olan içsel çatışmalarımızın uyuşturularak aşılacağı inancı temel bir feragate yaslanır: Kederli, üzgün, mutsuz, umutsuz vb. hissetme kapasitemizden vazgeçtiğimiz ve kendimizi daha fazla meşgul ettiğimiz ölçüde (bunun hep meşgulmüş gibi yapmak çeşidi var bir de) içimiz iyice boşalmaz mı?
Küresel ekonomik süreçlerin ve piyasa hareketlerinin hakikatin biricik ölçüsü sayılmasının anlamı basitçe insanların nesnelere dönüştürülmesidir. Bireyin kaydının başarı ya da başarısızlıklarının hesabına göre tutulmasıdır. Kusur ve yetersizliğin bireye yüklenmesi, hepimizin sefil bir utanç etiğinin öznelerine indirgenmesidir. Toplumun narsisistik bir mantığa göre örgütlenmesi, her birimizin aynı kıskaca kapatılmasıdır: “Yapıp ettiklerime/performansıma bağlı olarak kendimle gurur duyarım ya da kendimi en sert şekilde kınamam gerekir.” Hepsi bu. Ne suçluluk ve vicdan, ne kişisel ve toplumsal anlam, ne öznellik ve bilinçdışı, ne arzu ve tutku, başka hiçbir şey… İnsanın, bazı temel hayati işlevlerin mekanik bir icracısına, ruhun rahatsızlıklarının da bir tür motor bozulmaya eşitlenmesidir bu. Başlı başına bir kayıp hikayesidir… Depresyon ilaçlarının etki sahasının mütemadiyen genişlemesini bir de bu bakımdan düşünmeliyiz. Ama temel bir açmaz da yok mu burada? Psikiyatrinin ve nörolojik bilimlerin –ve psikotrop ilaçların- tüm vaadine karşın alternatif tıp ya da yöntemlerdeki/kişisel gelişim tekniklerindeki çoğalmanın gösterdiği şeyden söz ediyorum.
Altını tekrar çizelim: Toplumun temel bir antagonizma/çatışma ve adaletsizlik/eşitsizlik ekseninde kurulmuş/yarılmış olduğu gerçeğinin silinmeye çalışılmasıyla, tüm kayıp/hüsran deneyimlerinin aynı depresyon parantezine kapatılarak hesaptan düşülmesi benzer hikayenin farklı ölçeklerdeki iki yüzü gibi değil midir? Daha insanca bir geleceğimiz olsun istiyorsak eğer, bu örtüyü aralamalı; kayıp ve hüsranlarımızın anlamı, sebepleri ve oluş-süreçleri üzerinde daha çok merak etmeli, onlarla yüzleşmeye cesaret etmeliyiz.
* Antidepresan kullananların en çok ve doğrudan yakındıkları şey, çoğu zaman şöyle dile gelmiyor mu: “Artık hissedemiyorum”, “Ağlayamıyorum”, “Kederlenemiyorum”, “Umursamıyorum” , “küntleştim”, “tepkisizleştim” vb., vb.
[1] J.Kristeva, Kara Güneş, Çev. N.Demiryontan, Bağlam Yayınları, 2009, s.13
* Burada kayıpla eksiğin aynı şey olmadığı meselesini –bu bağlamda o denli önemli değil sanki- atlayarak ilerliyorum.
[2] Kristeva, Age, s.12
* Yiyecek-içecek meselelerinin ve mekanlarının ve, kilo-diyet meşguliyetlerinin bu denli bir ilgi ve yaygınlık edinmesi de aynı durumun semptomu değil midir?
* Lacancı bir terim olan kapitone noktası (point de capiton), gösteren ve gösterilenin birlikte düğümlenmesini anlatır. Anlamlandırma zincirindeki bu çöküntü/bağlanma noktaları sayesinde gösterenler anlam sürecinin kesintisiz hareketini durdurarak belirli anlamların ortaya çıkmasını sağlar.