Jodi Dean ile Söyleşi: Ya Özgür Siyaset ya da Siyasetsiz Siyaset

Kapitalizmin alternatifsizliği mefhumunun mutlak bir kabul haline geldiği zamanlarda yaşamaya devam ediyoruz. Türkiyeli sosyalistler ve genel olarak sol muhalefet bunu uzun süre “defansta” karşıladı. Doğrusu bu tutumu geçmişle yüzleşmekten kaçınmak gibi klişe bir tabirin ötesine taşıyıp kendi üzerine düşünmesini bilen kurucu bir irade eşliğinde geçmişle belirli bir biçimde yüzleşmekten kaçınmak, tarihin ve toplumun yarattığı özgüllükleri gerektiğinde Marksizm ve sol teorinin temel öncülleriyle hesaplaşmak pahasına dikkate almaktan imtina etmek olarak tanımlamak gerekir. Esasa dair bu tür bir sorgulamayı sol adına ısrarla reddetmenin izdüşümünün kapitalizmin alternatifsizliği karşısındaki takatsizliği bir düşünce tembelliğiyle tescil etmekten öteye geçmemesi acı bir ironidir. Ama mesele bundan ibaret değil. Zira kapitalizmin “reel” alternatifsizliğini, solun yeni bir dünya tasavvurunu şimdi ve her yerde –sokakta anlatılan fıkralardan, yemeğe az tuz attığı için huysuzlanan kadınların homurtularına dek “her türlü minörlük olumlamasını” önemseyerek– kurma çabası için yeni bir milat olarak görmekle Marksizmi vaktiyle salt bir devlet ve iktidar projesi olarak kavrayıp şimdilerde geriye dönük bir şeytanlaştırmayla vurulacak bir “abalıya” dönüştürmek gibi son derece sorunlu psiko-politik dinamiklerle malul bir tutuma tevessül etmek bambaşka şeyler. Sol apolejetizmin panzehiri, “siyaset bilimi” ve anaakım tarihçiliğin soğuk ve ahlakdışı “güç dengeleri” ışığında sol fikriyatın ve siyasetin ölümünü ilân etmek olmamalı.

Jodi Dean’le geçen Aralık başında düzenlenen “Demokrasiler Çağında Uygarlık” konferansından sonra yaptığımız bu kısa mülakat esasen bu alternatifsizlik mefhumunu sorgulamayı hedefleyen bir yazarın teorik teşebbüsünü tanıtmanın bir adımı olarak görülebilir.[1] Genel olarak siyaset teorisi ve iletişimsel kapitalizm üzerine çalışan Dean’in başlıca kitapları arasında Zizek’s Politics (Routledge, 2006), Democracy and Other Neoliberal Fantasies (Duke UP, 2009) ve 2012’de Verso’dan çıkan The Communist Horizon yer alıyor.[2] Dean’in bu son kitabını, Fransız felsefeci Alain Badiou’nun ortaya attığı “komünizm hipotezi” etrafında, Slavoj Žižek öncülüğünde başlatılan bir dizi tartışma ekseninde okumak mümkün aslında.[3]

/

Kapitalizmin bugünkü halini tartışmayı kapitalizmi aşma tahayyülünden ayrı düşünmemek ilkesinden hareketle, bu gibi öteye geçme girişimlerini kendi içine kapalı bir başka akademik alan ya da “yüksek teori”ye dönüştürmeden ciddiye almak gerektiğini düşünüyoruz. Bu mülakatın sibernetik iletişim ve malûmat çağında kapitalizmin önümüze koyduğu çok çeşitli sorunları –bu sorunlar toplumların kendi özgül formasyonları içerisinde çok farklı alaşımlar yarattığı için mülakatın ister istemez belli sınırlılıkları var– ve “alternatifsizlik” mefhumunun aldığı çeşitli biçimleri tartışmak için bir vesile olmasını umuyoruz.


Komünizme ilişkin tarihsel izahların çoğunda kapitalizmin sürekli devrimine karşılık komünizmin gerçekleştirilmesi imkânsız, statik bir düzen olarak ortaya çıktığı saptamasında bulunuyorsun. Değişime kapalı, sabit bir komünizm tasavvurunda dayanak bulmuş bir tarih görüşüne bel bağlayan bu izahlar kendi tarihselliğini yitirmiş, devrimci ya da reformist bir köklü değişim gerçekleştirme gücü kalmamış çizgisel bir tarih varsayıyorlar. Bu yaygın varsayımı tarihe evrenselci ve özcü bir tutumla yaklaşma tuzağına düşmeden aşmak için ne tür bir alternatif tarih inşa edilebilir?

Komünizmle kapitalizm arasındaki ilişkiyi, bu ikisi arasındaki örtüşmeyi –ki bu örtüşme yirminci yüzyıldaki sosyalist deneyleri istemez istemez etkiledi– teşhis ederek yola koyulan daha siyasi bir tarih kavrayışı geliştirilebilir. Böylece kapitalizmin kaçınılmazlığını vazeden karşı-devrimci varsayımlar, döneklik ve sistem yardakçılığı eğilimleri, SSCB ile Çin dışındaki bir yığın komünist deneyim ve özgürleşmeci idealin gücünü göz ardı eden yaklaşımlar teşhir edilebilir.

Komünist Ufuk’ta kendi argümanımı felsefe tarihi bağlamından ziyade komünizm tartışmalarının söylemsel ortamında tarihin retorik kullanımına odaklanarak kurmuştum. Bununla komünistlere –veya kendini komünist addetmeye başlayan kimselere– sözü derhal Stalin ve gulaglara getirmek isteyen muarızlarına karşı kullanacakları argümanlar sunmak istedim. Bu tür komünizm muarızları tarihle o kadar ilgili değiller. Tek dertleri komünizm tartışmasını bir an önce gündem dışına itmek. Bunların konumuna içkin çelişkileri sergileyen argümanlar ileri sürmek istedim.

Paradoksal görünebilir ama komünist alternatiflerin tarih boyunca geçirdiği değişimleri görmezden gelerek yegâne teorik ve pratik meselesini solun kusurlarını teşhir etmeye indirgeyen kendinden menkul bir solcu öznellik biçimi var. Bu öznellik bazen saldırgan bir hal alarak sol ve sosyalizme bağlılığı dar görüşlülük hatta ahmaklık, dangalaklıkla eşitleyen bir tutuma dönüşebiliyor. Bu reaksiyoner zihniyet sence politik-psikanalitik bir analize tabî tutulmalı mıdır yoksa komünist ufku tekrardan kazanma mücadelesinde bununla uğraşmaya dahi değmez mi?

Melankoli, verimli bir konudur. Freud’un öznenin kendinden aşırı ölçüde nefret ettiği bir durum olarak melankoli tanımı sol cenahta kendinden ciddi anlamda nefret edenleri anlamak için iyi bir başlangıç noktasıdır. Lacan da insanın suçluluk duygusuna kapılmasına yol açabilecek tek şeyin kendi arzusuna ihanet etmesi olduğunu söylerken aynı meseleye temas eder. Dolayısıyla bence bazı solcuların soldan nefret etmelerinin nedeni daha eşitlikçi ve özgürleşmiş bir yaşam tarzına duydukları inanca, solu var eden komünizm arzusuna ihanet etmelerinden ileri geliyor. Şu, çok ilginç: Solla ilgili bir tartışmada sınıf, baskı veya kapitalizm hakkında bir genelleme yaptığınızda birisi çıkıp şu veya bu özgül grubun bu genel izaha uymayabileceğini söylüyor. Elbette genel bir izahta ele alınmamış bazı özgüllükler her zaman olacaktır, iyi de genel bir izahın amacı da çeşitli özgüllükleri aşan veya onların anlaşılmasını kolaylaştıran bir genellik düzeyine ışık tutmak değil midir? Politizasyon, özgül bir şey kendini aşan bir şeyi temsil edebildiğinde, kendiyle özdeş olmadığı halde bağlantılı olan bir durumu yansıttığında gerçekleşir. Sol cenahta bazıları, kişisel dikkat talep eden kapitalist bireycilik tarzlarının tuzağına düştü, sanki siyasetin ölçüsü kolektif değil bireysel taleplermiş gibi.

Sol Melankoli konusunda son derece doğru bir tespitle muhalif sesler arasında yaygın bir sinizmin varlığından söz ediyorsun. En iyimser yaklaşımla bunu şöyle formüle edebiliriz: “Dünyanın değişebileceğini ve değişmesi gerektiğini biliyorum ama bunun nasıl yapılacağını bilmiyorum, bilemem.” Bu açmazı aşmak için önerilen çözümlerden biri “bir tuğla da sen koy” anlayışı ve “mütevazı hedeflerden yüksünme” düsturunda karşılık bulur. Bu tür bir pragmatik önerme, solun yeniden biçimlendirilmesinde bir “düzenleyici fikir”, bir köşetaşı olabilir mi?

Bu zor bir soru ve doğrusu meseleye programatik yaklaşmak istemem. Ortama bağlı olarak pek çok şey değişir. Talepler açısından baktığımızda talebin kime yöneltildiği önemli bir sorundur. Devlete yönelik bir talep devlet iktidarına karşı çıkma veya zarar verme (veya onu fiilen yıkma ya da ele geçirme) işlevi mi yoksa onu pekiştirme işlevi mi taşır? Mütevazı hedeflere gelince bu hedefler insanları gerçekte yavan bir seçmen siyasetinden başka bir şey olmayan yasama kavgalarına hapsediyor olabilir mi? Mesela mütevazı hedefler siyasi eğitim ve örgütlenme fırsatları sunarlar mı? Şimdi bu soruları böyle soyut bir düzlemde sormak doğru değil. Hedeflerimiz ve stratejilerimizle ilgili daha genel bir tartışma bağlamına oturtmalıyız: Komünizme nasıl ulaşacağız? Ben sosyal demokrasi yoluyla ulaşacağımızı sanmıyorum. Diğer yandan bugün bulunduğumuz nokta bize devletlerin kemer sıkma politikalarına karşı mücadele etmeyi dayatıyor ve bu mücadeleye katılmadığımızda bunun insanların hayatındaki faturası ağır oluyor. Örneğin ABD’de devlet ilkokullarının kapatılması ve özelleştirilmesi, öğretmen sendikalarının toplu sözleşme hakları, öğrenci burslarındaki kesintiler, beş para etmediği gerekçesiyle üniversite eğitimine yöneltilen eleştiriler gibi eğitim cephesinin farklı alanlarında yürütülen bir yığın mücadele var. Bütün bunları sınıf mücadelesi bağlamında anlamlandırmalıyız: Bir sınıf olarak sermaye artık eğitimli bir orta sınıfa ihtiyaç duymuyor. Toplumun yüzde birlik kesimi, işçi mücadelelerinin tüm kazanımlarını ortadan kaldırmak istiyor. Yüzde birlik kesim kazanırsa yüzde doksan dokuz perişan olacak –edebi ve eleştirel düşünebilme, bilimin iddialarını (iklim değişimi, evrim) anlamlandırma yetisinin iflası da cabası.

Kapitalizmin alternatifsiz olduğu fikrini fiilen pekiştiren bir çağda “proletarya” ve “proleterleşme” terimlerinin yeniden tanımlanmasına dönük bir çağrıda bulunuyorsun. “Proletarya”nın ampirik olarak sabit ve değişmez bir sınıfa işaret etmediğini, hatta Marx ve Engels’in metinlerinde dahi ampirik açıdan verili bir şeye ya da bütünsel bir topluluğa indirgenmediğini ileri sürüyorsun. Rancière “olmayan-parçanın-parçası” terimini esasen toplumsal alanda hiçbir rolü olmayan insanların yıkıcı ve devrimci gücü etrafında yapılandırır. Türkiye gibi ülkelerde dini duyarlıkları ön plana çıkan kitlelerin toplumsal ve siyasal alanda aktif bir rol oynamaktan men edildiği dönemler oldu. Komünist bir siyasi projenin veya ütopyanın dinle kapitalizmin tarihte çeşitli biçimlerde yaptığı ittifaklara dayanan kapitalist rejimleri yıkmak ve aşmak için bu kitleleri mücadeleye dâhil etmesi mümkün müdür? Mümkünse nasıl, değilse niçin?

Bilmiyorum. Komünistlerin ısrarla ateizm vurgusu yapmasının bir örgütlenme sorunu olarak çok yanlış bir tutum olduğunu düşünüyorum. Bu tutum potansiyel müttefikleri gereksiz yere soldan uzaklaştırıyor.

Örneğin İslam “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” temel fikriyle bağdaştırılabilir mi? Bireylerin özgürlüğünün toplumun özgürlüğüyle mümkün olacağı fikriyle bağdaştırılabilir mi? Halihazırda güçlü bir İslami-komünizm geleneği var mı? Sorunuzu cevaplamak için Türkiye tarihi ve İslâmiyet hakkında daha fazla bilgi sahibi olmam gerekiyor.

Dini bir hakkaniyet duygusunun anti-kapitalist mücadelelere aşılanmasının mümkün olduğunu düşünüyorum. Ama dini kurumların ellerindeki mülklerin ya da hiyerarşi öğretilerinin komünizmle kolaylıkla uyuşup uyuşmayacağından emin değilim doğrusu. ABD’de, bazı dinî köktenciler kendi dinlerini (sözgelimi, doğum kontrolü ve eşcinsellik konusunda) eşitliğin ilerlemesine mani olmanın bir yolu olarak kullanıyor. Dinî hakikatlerin bilimsel hakikatlerle aynı düzeyde olduğunu iddia ediyorlar ve bu mesela iklim değişimini tartışmayı imkânsız kılıyor.

Marx’ın sermayenin ilkel birikim izahına atıfla yeniden vurguladığınız üzere, sınıfları sınıf mücadelesi meydana getiriyor, yani sınıf mücadelesini önceleyen bir sınıf yok. Bugünse toplumsal mücadele sınıfsal düzeyden ziyade çeşit çeşit düzeyde veriliyor – kültürel, hukukî ve elbette, teknolojik düzeyde. Daha da önemlisi, toplumsal mücadelenin ancak böyle bir çeşitlilik içinde var olabileceğini öngören bir eğilim söz konusu. Bugün komünist siyasetin genel alanında ne türden yeni şekillenmeler, kümelenmeler olabileceğini düşünüyorsun?

Bahsettiğiniz üç alan da komünist siyaset için özgül sorunlar üretiyor. ABD’yi örnek verirsek, hukuk alanında verilen mücadeleler genellikle liberal yasal özneler doğuruyor. Bu tür özneler de mevcut meseleyi belirli haklar çerçevesinde tasavvur ediyor ve bu durumun bireyselleştirici etkileri olduğu kesin. Birleşik Krallık için de aynı şey geçerli. Mesela “protesto etme hakkı” gibi bir vurgu bana ilginç geliyor. Doğrudan doğruya protesto etmek yerine niçin bunun bir hak olması gerektiğini savunuyoruz? Protestoyu güvenliği polis tarafından sağlanan bir meşruiyet alanına sokuşturmak zorunda mıyız? Bu bana 18. yüzyıla doğru atılan geri bir adım gibi görünüyor. Bugün bizim asıl derdimiz mutlâkiyetçilik mi? Ayrıca, hukuki mücadeleler en nihayetinde halktan ziyade avukatlar tarafından sürdürülüyor, bu da muharebenin fiili alanını kısıtlıyor. İpotek ve borç etrafında yapılan mücadelelerin hukuk alanını ister istemez aşmasına, sokaklara taşıp doğrudan eylem biçimini almış olmasına şaşmamak gerek. Hukuk fazlasıyla sınırlandırıcı bir alan. Yargı insanları genellikle hüsrana uğratıyor ve bu hüsran insanları liberal hukuk devletinden uzaklaştırıyor. Elbette uzaklaşan insanların hepsinin yolu komünizme filan varmıyor (bunu maalesef son zamanlarda Yunanistan’da açık seçik biçimde gördük).

Kültür elbette çok daha geniş ve açık bir alan. Fakat günümüzde medyanın toplumsalın tümünü çeşitli şekillerde kendi kapsamına aldığını hesaba katarsak, kültürel muharebelerin izleyicilere içerik temin etmek dışında bir şey yapması çok zor görünüyor. Katılımcı diye adlandırılan medya bile siyasi değişimden ziyade (öyle olsa, hükümetler ve şirketler onu teşvik etmezdi) insanların kendilerini siyasi hissedebileceği bir mekânın üretilmesi ve sürdürülmesine dair bir mesele. Burada bir risk var: Ya özgür siyaset ya da siyasetsiz siyaset.

Teknoloji ise biraz daha farklı, çünkü onu çok daha belirgin biçimde bir sınıf mücadelesi alanı olarak görebiliyoruz (bu başka alanların sınıf mücadelesi alanı olmadığı anlamına gelmiyor elbette!). Yani teknolojinin bir sömürü ve mülksüzleştirme aracı ve mekânı olduğu çok açık.

İnternet gibi karmaşık ağların en ilginç özelliklerinden biri güç kanuna tabi bağlantı dağılımlarının ortaya çıkışı. Buradaki temel fikre göre, “superhub”lar, yani büyük merkezler (muazzam popüler siteler) ortaya çıkar. İnternet her sitenin aynı sayıda “hit” alabileceği düz bir yer değil. Aralarında çeşitli hiyerarşiler var. En bariz örnekler Google ve Facebook.

Merkezsizleşme fikri epeydir solda rağbet görüyor – merkezler kötüdür ve merkezsizleşme iyidir. Belki de bu varsayımı sorgulamanın tam zamanı. Google, yani internetteki en güçlü arama motoru, merkezidir ve onu bu kadar kullanışlı hale getiren yönü budur: Özel bir şirketten ziyade hepimize ait bir şeymiş izlenimi vermesi –neticede arama motorundaki sıralamaları kendi bağlantılarımız oluşturur. Aynısı Facebook için de geçerli. Bu siteler ortak bir kullanım alanı sağladıkları için hepimizin mülkü olduklarını düşünüyoruz. Oysa böyle bir şeyin gerçekten mümkün olması için, ister istemez, ilk başta bu internet mecralarını mümkün kılan eşitsizliklerle uğraşmamız gerekir. Bu sitelerin sunucularını yapan fabrikaların koşullarını ve enerji tüketimlerini kastediyorum. Diğer yandan iletişimsel birlikteliklerimizi gasp eden bu ağların içinde, komünizme aralanabilecek kapılar da var.

Komünist Ufuk’ta hayati bulduğumuz bir hususa parmak basıyorsun. İletişimsel kapitalizmin yükselişiyle birlikte “temel becerilerimizi taşeronlaştırdığımızı ya da bu tür becerilerden mahrum bırakıldığımızı” söylüyorsun. Bu olgunun farkında olup ona eleştirel yaklaşsak da, pek çoğumuz internet üzerinden iletişim kurmaya devam ediyoruz, bunda ısrar ediyoruz. Hatta birçok kişinin interneti anayurt bellediği bile söylenebilir! Temel becerilerimizin taşeronlaştırılmasının ana gereçlerinden biri olan internetin pratik kullanımına dair ilkeli, kategorik bir yargıya varmamız gerekir mi sence?

İnsanlar internette yaşamıyor. Yaşamak için yemek yemek zorundayız. Bazen ısınır, bazen üşürüz. Makineleri (bilgisayarları, çipleri, işlemcileri, fiber-optik kabloları, vs.) ve internetin maddî temeli olan yazılımları insanlar üretir. Dolayısıyla internetle ilgili ilkeli bir yargıya varacaksak bu, şöyle olabilir: Daima, işi kim(ler)in yaptığını ve çalışma koşullarını göz önünde bulundur; gayri maddîliği asla sorgusuz sualsiz kabul etme, aksi takdirde çok önemli bir sömürü alanını göz ardı edersin. Ayrıca siyasetin internette gerçekleşen bir şey olduğunu düşünmüyorum; siyaset esasen sokaktaki insana bağlıdır.


[1] Jodi Dean’la yapılan başka bir söyleşiye şuradan ulaşılabilir: http://www.baskahaber.org/2012/12/jodi-dean-facebook-ve-twitterdan.html

[2] Kendisinin sürekli güncellediği bir blogu da var: http://jdeanicite.typepad.com

[3] Bu tartışmanın en azından kısmen Türkçe’ye aktarıldığını belirtmek gerek: Alain Badiou, Komünist Hipotez, çev. Oylum Bülbül, İstanbul: Encore, 2011; Slavoj Žižek, Alain Badiou, v.d. (haz.), Bir İdea Olarak Komünizm, çev. Ahmet Ergenç ve Ebru Kılıç, İstanbul: Ayrıntı, 2011; ve Slavoj Žižek, Alain Badiou, (haz.), Komünizm Fikri, çev. Haluk Barışcan, Okan Doğan ve Savaş Kılıç, İstanbul: Metis, 2012.