Söze şu sıralar dergilerde pek görünmeyen bir ismin, İsmail Mert Başat’ın kısa ama kuvvetli bir yazısını özetleyerek başlamak istiyorum. İ. Mert Başat, SBF kökenli bir şair; ayrıca 68’ kuşağından. Kendisiyle yıllar evvel İzmir’de bir kez karşılaşma fırsatım olmuştu. Oradan buradan uzun uzun konuşmuştuk. Başat’ın talebelik döneminde, ki memleketin hararetli yılları, Mahir Çayan’larla arkadaşlığı olmuş. Bu arkadaşlığa ilişkin anıları hevesle dinlediğimi hatırlıyorum. Hatta kendisinde Çayan’ın el yazmalarının olduğundan da söz etmişti. Hangi yazıların nüshasından bahsetmişti, doğrusu anımsamıyorum şimdi. Ama herhalükarda kıymetli bir ganimeti muhafaza ediyor olmanın hissi içindeydi. Bu da çok normal tabii. Mütevazılığı ve samimiyeti ise hâlâ zihnimde... O yaşına rağmen yerinden kalkıp çay ikram etmesi, misafirperverliği, tane tane konuşması, sözlerindeki sıcaklık, sadelik, bilgi ile kurulan, iktidar duygusunu kapı dışarı eden o eda… Tüm bunlar Başat’ın bendeki imgeleri… Ömrü uzun ve sağlıklı olsun diyorum, bu girizgâh vesilesi ile. Şiir ve doğal olarak edebiyat, hakiki bir politik derttir Başat’ta. Şiiri kapitalizmin, küreselleşmenin karşısına bir direniş yatağı olarak çıkarır, hem de hiç tereddüt etmeden. İtiraz Yazıları adlı kitabındaki şu çözümleme mesela: “Şiir, pek çok açıdan, özgürlükle özdeş bilinir. Şair şiirini metalaştırdıkça, şair çıkar amacı içerdikçe, şiir bu özdeşlikten uzaklaşır”. Tespitler tartışmaya mahal bırakmaz: Şair yerini bilmeli, Turgut Uyar’ın o sessizce işleyen devrimci retoriğine başvuracak olursak “adam olmalıdır”. Şiiri ve edebiyatı özgürlükle bağlantılı olarak düşünmek, dün olduğu gibi bugün de sol edebiyatın şanındandır.
Okul Olarak Dergiler
Başat’ın sözünü ettiğim kitabında, dergi çıkarmakla ilgili kısacık bir yazı var: “Bir Dergi Çıkarmak, Bir Kurum Yaratmak”. Kendisi de, vakti zamanında çıkan Türkiye Yazıları adlı derginin (ki 12-13 bin tiraja ulaşmıştır) mutfağında yer almıştır. Dolayısıyla dergi çıkarmanın müşkülatını, sıkı organizasyon gerektiren işleri içeriden biliyor. Sözgelimi derginin yayın politikasının belirlenmesi; dokümantasyon çalışması, fotoğraf, karikatür, desen çıkarma; yazıların değerlendirilmesi ve yazı stoklarının oluşturulması; abonelik işlemleri, matbaa gel-gitleri; dergileri poşetleme-adresleme-postalama (dergi poşetleme-postalama işini Birikim’de Kerem Ünüvar yapıyor her ay, bir keresinde denk gelmiştim, masasının üzerinde dergiler, adresler, poşetler yığılıydı, kırmamış, o eşikte ağırlamıştı beni). Bu gibi işler, dergi çıkarmadaki görünmeyen emektir. Velhasıl okur bir dergiye raflarda ulaşır, bir küçük yanlışlık gördüğünde de insafsızca kıyıcı eleştirilerde bulunur ama neticede tüm bu işleri yapanlar da insanlardır, onların da türlü sıkıntıları, yorgunlukları, işlerine yabancılaşmaları vardır. Elbette dergi, okurun huzuruna en az kusurla çıkmalıdır. İsmail Mert Başat, dergi çıkarmanın ve en az kusura ulaşmanın “kurumlaşma” ve “ekip çalışması” ile mümkün olabileceğini belirtiyor. Türkiye’de çıkan dergilerin genellikle kısa ömürlü olmalarının nedenini de, bu iki unsurun yokluğu ile açıklıyor. Haklılık payı çok yüksek saptamalar bunlar. Yazısında dergi çıkarmanın zorluklarına işaret ederken, “genç arkadaşların gözünü korkutmak istemiyorum” yollu bir şerh düşer hemencecik. Zira bu zorlukları dile getirirkenki amacı, “kültürel yaşama dâhil olan her derginin kimliğini sağlam kurması, uzun yıllar yaşamasıdır.” Dergiler uzun yıllara yayılan bir ömre sahip olmalıdırlar. Başat’a göre, “dergiler gerçek birer okuldurlar, bu okul yalnızca eğitim-öğretim süreci sağlamakla kalmaz, iyi bir örgütlenmenin ve bunun bilgilerinin yatağını oluşturur. Ve bugün, büyük sermayenin kontrolündeki ‘profesyonel’ dergilerin dışında bağımsız ama öz ve estetik niteliklerini önceleyen ve amatörlüğün tözü ile yol alan dergilere her zamankinden çok gereksinimimiz var”. Soldaki büyük yenilgiyi, geri çekilişi düşünecek olursak, kültürel bir faaliyet olmanın ötesine taşan bu ihtiyacın nasıl da yakıcı bir hale geldiği su götürmezdir.
Yeni Bir Derginin Doğumu
Bu gereksinimin karşılanması hususunda bir dergi yayın hayatına başladı. Mart ayında, yeni bir edebiyat dergisi göründü: Duvar. Başat’ın sözünü ettiği, aslında Turgut Uyar’dan mülhem “efendimiz acemilik”, yani “amatörlüğün tözü” derginin ruhunu oluşturuyor bence. Peşinen söyleyeyim ki, bir okur olarak beni en fazla umutlandıran da dergideki bu amatörlük ruhu. Holding dergilerinin şaşaasına karşı, gösterişsizliği kılavuz etmiş bir dergi Duvar. Yazılar, şiirler, değiniler su gibi okunuyor, rahat ama bir o kadar da kışkırtıcılar. Yanlış anlaşılmasın, yayın kurulu zaten yıllardır bu işin içinde olan insanlar: Akif Kurtuluş, Süreyyya Evren, Ali Çakmak, Yılmaz Varol, Enis Akın… Derginin kurucu kadrosu yayın serüveninin uzun soluklu olacağı duygusunu uyandırıyor kişide. Dilerim böyle de olur. Militan ruhlu yazarlar hepsi. Çıkış yazıları da bu militan ruhu ele veriyor: “Derginin adı Duvar. Hâlâ bir özgürleşme imkânı adına, varoş çocuklarının, kolları ve hafızası façalı şehrin kötü çocuklarının, sistemle yaralanmışların öfkelerini, hayallerini, aşklarını çizdikleri grafitilerini, aforizmaları ve öylesine kurşunkalem yazıları anmak adına, Duvar dedik.” Burada tek tek yazıları sıralamayacağım. Metin Kaygalak’ın, Süreyyya Evren’in, Ali Aydemir’in şiirleri, şiirin ölümünden dem vurulan bir evrede, şiir adına insanı heyecanlandırıyor… Yılmaz Varol’un Cemal Süreya incelemesi çok samimi. Süreya’yı okura daha bir sevdiriyor, yeniden okumaya heveslendiriyor. Dersim kıyımından güç bela kurtulmuş, Kürtçeden sürülüp Türkçeyi yurt edinmiş, ana bellemiş bir şairin acının üstesinden nasıl geldiğini çok lirik bir tarzda anlatıyor. Enis Akın’ın Hilmi Yavuz eleştirisi de dikkate değer. Zira küfretmeden, kara çalmadan, bunun yerine argümanlar öne sürerek, bağlam içine oturtup meseleyi şahsileştirmeden eleştiri yapmanın çok güzel bir örneğini sunuyor. Bir sosyal bilimler öğrencisi olarak, bu metottaki rikkatten çok şey öğrendim. Umarım bu tarz eleştiri metinlerine derginin ilerleyen sayılarında da rastlanır.
Yazılarla ilgili bir küçük eleştiri olarak şunu belirteceğim. Derginin ilk yazısı olan, siyaset bilimci Wendy Brown’dan aktarılan duvarlarla ilgili çeviri parçasından söz etmek istiyorum. Bu metin (kitabın kendisini göz önüne aldığımızda) tamamıyla bağlamsız, sırf kitabın adında geçen duvar kelimesinden ötürü dergiye alınmış. Wendy Brown bu çalışmasında günümüzün hâkim küreselleşme ve evrensel demokrasi söylemlerine rağmen, devlet, iktidar ve sermaye mekanizmalarının durmaksızın duvarlar ördüğünden, bu duvarlar vasıtasıyla da, -Balibar’ın ifadesiyle- “sınır rejimlerini” muhkemleştirdiğinden, hayatı daha bir katlanılmaz kıldığından, özgürlüklerin altını oyduğundan söz ediyor. Yani derginin çıkış yazısında kast edilen duvar mecazına taban tabana tezat teşkil eden kötü duvarlardan bahsediyor. Bir başka ifadeyle sokaklarda, caddelerde sıralanan ve muhaliflerin hislerini kazıdıkları duvarlar değil, düpedüz kapitalizmin güdümünde örülen somut ve siyasi duvarlardır söz konusu olan. Demem o ki, kanımca bir başyazı olarak, yanlış tercih?
Hayatın Değiştirilmesi Arzusu ve Duvar
Cemal Süreya “Edebiyatımızda Dergiler” başlıklı metninde, Türkiye’de dergilerin dönemlere göre hangi saiklerle yayın dünyasında arzı endam ettiklerini açıklar. 300’e yakın dergiyi titizlikle incelemiştir Cemal Süreya. Bu incelemelerden kimi sonuçlar çıkarır, aslında dergileri tarihselleştirir. Buna göre, dergilerde “edebiyat kavramlarının yanı sıra, 1930’lara kadar tarih terimleriyle, 1940’lara kadar felsefe terimleriyle konuşulmaktadır; 1950’den sonra toplumbilim terimleri, 1960’dan sonra da ekonomi terimleri öne gelecektir”. Bu dönemselleştirmeden hareketle şunu söylemek mümkün: saf edebiyat dergisi hiçbir zaman çıkarılmamıştır, edebiyat mutlaka ve her defasında başka alanlarla ilişki içinde olmuştur. Süreya’ya göre, “edebiyat dergilerinin hemen hepsinde hayatın değiştirilmesi isteği görülür”. Bu istek 1960’lardan sonra, daha bir sola kaymıştır. Duvar’da da bu isteğin izleri görülüyor. Bir farkla ki, hayatı değiştirme isteğine 1980 sonrasının sızısı, yenilgisi de sirayet etmiştir. Yenilginden çıkışın, toparlanma isteğinin işaretleri de Çıkış yazısının satır aralarında mevcut. Ezcümle Duvar bir edebiyat dergisi ama tıpkı geçmişte olduğu gibi politik dertleri de olan bir dergi. Bu politiklik bana kalırsa nostaljik bir algının tezahürü değil, zira derginin kurmayları yenilginin sonuna kadar farkında, zaten bir noktada da amaç yenilginin muhasebesini edebiyat cephesinden gerçekleştirmek: “kuşatmayı yarmak, değerlerin yeniden ele alınmasını, gözden geçirilmesini ve taşınmasını gerektiriyor.” Değerlerin, bir vakitler dünyayı değiştirmek isteyenlerin sahip oldukları değerlerin yeniden değerlendirilmesi ve nihayet yeniden yola düzelme amacı… “Suya değil duvara yazma”, yani silinip gidene değil, kalıcı olana yaslanma, hissiyatı ve fikriyatı duvarlara kazıma… Duvar dönemin Ant, Eylem, Adımlar, Yurt ve Dünya, Yürüyüş gibi köktenci sol dergilerinden değil, bende daha ziyade Cemal Süreya’ların, Tomris Uyar’ların çıkardığı Soyut dergisinin o güzelim havasını uyandırdı. Muhalefeti-siyaseti estetiğe yedirerek, kör göze parmak hesabı Kötülüklerden bahsetmemesinden ötürü oluştu bu his.
Son olarak, Yeni Şafak yazarlarından Ömer Lekesiz, Duvar’a ‘hoş geldin’ derken, kendi kavlince yayın politikasına inceden inceye bir ayar vermeye çalışıyor, dergideki militanlığa çatıyor, kaş kaldırıyor. Şu ifadeleri dile getirirken dergiyi alıcı gözle okumadığı, şöyle bir göz gezdirdiği anlaşılıyor: “Duvar vesilesiyle şu olguya yeniden tanık olduğumu da inkar etmiyorum: Yerellikle evrensellik arasında Kemal Tahir kadar olsun optimum bir seviyeyi tutturamayan Sol edebiyatçılar, -edebi teamüller planında- kendi zamanlarının ilerisine geçmeye kalkıştıklarında posta düşmekten, geçmişin imgeleriyle bir hayali yeniden canlandırmaya kalkıştıklarında geride kalmaktan (ve her iki durumda da marjinalleşmekten) kurtulamıyorlar. Duvar’ın durumu da aşağı yukarı böyle.” (Yeni Şafak, 28 Mart). Dergiyi külliyen okuyan bir okur olarak, derginin neyin gerisinde kaldığını, neyin ilerisine sıçramak istediğini, bu esnada da nasıl marjinalleştiğini doğrusu çıkaramadım. Yerellik-evrensellik, Doğu-Batı gibi sahte ve yapay ikilikler muhafazakâr kavrayışın hâlâ sola yönelik eleştirilerinin belkemiğini teşkil ediyor ya, insan şaşırmadan edemiyor. Bir de Sol edebiyat diye dönüp dolaşıp Kemal Tahir’in örnek gösterilmesi de ayrıca bir tuhaf, Murat Belge’nin Tahir’deki milliyetçi damarları bunca ifşa etmesinden sonra…
Hâsılı, Duvar’ı okumalı, politik ve edebi söz adına şu karanlık günlerde az biraz da olsa, umutlu ve iyimser olmalı…