Üç Taş

Gökten üç taş düştü. Biri, Diyarbakır Şehitlik’e düştü. Nereden havalanmıştı o taş? Yine Şehitlik’ten havalanmıştı. 1994’te. Ehlam 7 yaşındaymış o zaman. Evindeymiş. Şoför olan babasını işe yolculamış öperek. 2 yaşındaki en küçük kardeşi ile oynamaya başlamış. On dakika geçmeden büyük bir patlama sesi duymuşlar. O, donup kalmış. Kardeşi koşmuş hemen dışarı. Ve kardeşi bir daha uyuyamamış. 15 yıl boyunca o evde oturmak zorunda kalmışlar, imkansızlıklardan dolayı. Ehlam, 15 yıl boyunca, eve gidip gelirken, babasının katledildiği o duvar kenarına basmamış…

Gökten üç taş düştü. İkincisi, Mardin Nusaybin’e düştü. Bu taş da 1996 Eylül ayından Diyarbakır cezaevinden fırlatılmış, işkence haykırışları arasından. Sabire 7 yaşındaymış. Annesi de hamile. Cezaevinde 10 kişiyi öldürmüşler, işkencede. Sabire, çalışmak için okulu bırakmak zorunda kalmış. Kardeşi doğmuş. Sabire, çocuk olduğu için kimse onu işe almamış. Sonunda, pamuk balyalarını yerleştirme işi bulabilmiş, boyu yetmemiş, ayaklarının altına tahta kasa bırakmış, boyu öyle yetişmiş. Kardeşinin adını Zindan koymuşlar.

Gökten üç taş düştü.Üçüncü ama sonuncu olmayan bu taş da, Diyarbakır’da düştü. Bağlar’ın tam ortasına. O taş, Suriçi’nden havalanmış, Alipaşa’dan. Zeynep 17 yaşındaymış o zaman. Babasının işten dönmesini bekliyormuş. Kendisi değil, haberi gelmiş önce. 1993’te saldırmışlar, hastanelik etmişler. Hâlâ o yüzden tedavi görüyormuş. Zeynep, ona her baktığında, sevdiği babasını değil, yüzü gözü kanlar içindeki babasını görüyormuş.

*

Cezaevine içerden bakmak… “Suç”a içeriden bakmak… Suçun niteliğini, onun karşısında verilen cezayı içeriden değerlendirmek… Neyi değiştirir? Savcının hakimin ulaşamadığı ne var burada? Onların sormadığı?

İnsana, hayatlarına, yaşadıklarına bakınca suçun tanımı ve karşılığı değişir mi? “Tahrik” olgusunu içeren düzenlemeler var; peki bir çocuğun babasının öldürülmesinin ardından kalan hayatında başına gelenler, “ağır tahrik” kapsamına girer mi?

Kürt sorunu diye adlandırılan sürecin, en iyi niyetle “hesaplayamadığımızı” söyleyebileceğimiz, o kadar çok yönü var ki! Silahların, göçlerin, ölümlerin, öldürmenin, öldürmeye göndermenin arkasında, o kadar büyük alt üst oluşlar gizli ki! Çünkü eski hayatlardan eser kalmadı. Eski hayatı kalmayanlardan, aynı hayata, aynılığa, susarak devam etmesini kimse bekleyemez. Eskiyi büyük bir güçle yıktığınızda, onun yeniyi kurmaya çalışmasına, canı pahasına yeni için uğraşmasına şaşıramazsınız. O kişi, o toplum, kendine yeni bir hayat kurmak için uğraşacaktır.

Faili meçhul cinayetlerle alınmış eski hayatlar... Bir kurşun sıkılırken, sadece “o an” hesap edildi. “Şu kadar terörist öldürüldü” haberleriyle kamuoyu “bilgilendirildi”.

Şimdi toplu mezarlar açılacak deniyor, adımlar atılmaya çalışılıyor. Bir mezarın açılmasını dört gözle bekleyen yüzlerce-binlerce aile var. Peki o bekleme süreci… O bekleme süresinde büyüyen çocukları nereye koyacağız?

Bilmeliyiz ki, savaşı başlatanların ardından gelen kuşakları, bu değişim dinamikleri ve bekleme süreleri yönlendiriyor, besliyor. O hikayelerle büyüyen kuşaklardan söz ediyoruz. Her ne kadar “90’lar geride kaldı, artık çözeceğiz” dense de, 90’lar psikolojik açıdan devam ediyor: Fiziksel işkencepsikolojik işkenceye dönüştürülerek, sokak ortasındaki faili meçhullerin yerine Roboski’yle veya insanların cezaevlerinde, sağlık hakkının tanınmadığı yerlerde ölüme sürüklenmesiyle...

Kimse 90’ların bittiğini iddia edemez. 90’lara girerken fırlatılan taşlarla ne yapacağımızı bilemedik, hiçbirimiz anlamadık. Biz anlamlandıramadıkça yeni taşlar düştü. Çocuklardan ve kadınlardan da. Çocuklar gibi kadınlar da taş atıyordu, bunu göremedik.

Ehlam da,Sabire de, Zeynep de çok küçüktü. 90'ları üçü de en yakınlarından, babalarından yoksun kalarak yaşamışlardı. Babaları öldürülen ikinci kuşaktı. Şimdi, onların, Ehlam’ın, Sabire’nin, Zeynep’in attıkları taşların hesabı sorulmaya başladı. Anlamadan, dinlemeden…

Ehlam da, Sabire de, Zehra da taş attıkları gerekçesiyle bugün cezaevinde. Faili meçhullerle çözülmeyen bu sorunu, bugün onların oğullarını, kızlarını cezaevine atarak çözmeye çalışıyorlar. Öldürdüklerinin oğullarını ve kızlarını.

Bir cinayet hâlâ suç sayılmazken, onlar bir taş için cezaevindeler. Hiçbiri, babalarının ölümünden dolayı birinin cezalandırıldığını görmemişken, ellerinde taşla çekilen fotoğrafları nedeniyle 6 yıldan başlayan cezalar alıyorlar. Bir kurşun, bir taş… İnsana sıkılan kurşun henüz “suç” kapsamına girememişken, devlet görevlisine atılan taş, “suç”…

1990’ları 90’larda bırakamadık. 90’larda yaşadıklarımızın hesabını soramadık. “Neden öldürüyorsun?” diye soramadık. Düşman bellediğimizden gelmişti çünkü kurşun. Belki önce “taş”ı çıkarabiliriz, düşman algısından. Sorabiliriz “neden” diye. Belki bize bir yol açan “kurşun” için de. “Yeter” diyebiliriz artık…

Cezaevine içerden bakmak… “Suç”a içerden bakmak… Savcının-hakiminhukukun-adaletin ulaşamadığı ne var? Onların sormadığı?

Üç taş! Üç hayat var!

Diyarbakır E Tipi Cezaevi