Görece 1970’lerde başlayan, 1980 sonrasında ise iyice yaygınlık kazanan popüler söylemlerin muhtevasını bir ucundan diğerine “ölüm” kavramı kuşatmıştır: proletaryanın ölümü, tarihin sonu, devrimlerin ölümü, siyasetin tükenişi, anlatıların sona ermesi… Her türden gelecek tasavvuru paramparça edilmiştir çünkü geçmiş radikal bir biçimde inkâr edilmiştir. “Son” düşüncesinin “ölüm” düşüncesiyle çiftleşmesinden doğan çarpık kanaatler, son otuz-kırk yılda insan zihnini âdeta tarumar etmiştir: Tarih ereksiz ve yönsüzdür; ilerleme külliyen bir yanılsamadır, bundan başka bir dünya düşlemek saçmalıktır. Tüm bu kanaatler hâlihazırdaki topluduruma göre doğru da olabilir, mesele bunların doğrulukları yahut yanlışlıkları ile ilgili değil. Daha ziyade bu kanaatleri sürekli zikredip bir çeşit konformizm yaratan, sinizm üreten öznelerin hızla türeyip, söylem ve elbette eylem alanlarını işgal ediyor oluşları. Tarihin bir rotası ve Marx’ın bin bir zahmetle somut kılmaya çalıştığı “şaşmaz yasaları” artık yok, kabul; tüm hakikat anlatıları yalan üzerine temellenmiştir, bu da tamam, iyi de bu boşluklar ne ile telafi edilebilir: Mutlak hareketsizlik, dinginlik… Konformizmin ve sinizmin boyattığı zemin, kanımca tam olarak bu boşluk duygusudur. Daha da vahimi, geleneksel politik dilin, “siyaseten doğruculuğun” gölgesinde giderek bir tür dilsizlik halini alması. Kimse ağzını açamaz hale gelene kadar devam edeceğe benziyor bu gidişat. İlerleme, sıçrama, süreç fikri, gelişim, dönüşüm, isyan vb. kavramlar muhalif dillerden sökülüp atılmıştır. Post-modern sayıltıların kurgusal ölüm söylemlerine nüfuz etmesiyle birlikte, sözümona ideolojiler çağı da kapanmış, öyle ki, artık Sağ’ın ve Sol’un da olmadığı bir dünya tablosu çıkmıştır ortaya: Siyasetsiz, yarınsız, insansız bir hayat kavrayışı…
Edebiyatın Ölümü
Ölüm düşüncesinden elbette edebiyat da nasibini almıştır, hatta ilk düşen kalelerden biri, bir “söylem kipi”, bir direniş mecrası olarak edebiyattır. Politik dil ve terminoloji nasıl lime lime edildiyse, edebiyat da bir o ölçüde yönsüzleşip savrulmuştur. Sadece edebiyat savrulmamıştır, eleştiri pratikleri de tanınmaz hale gelmiştir: siyasadan, toplumsal olandan, kültürel kodlardan vareste bir eleştiri teamülü mevcut dünyayı başından sonuna metinselleştirmiştir. Canlı ve hareket halinde bir dünya yoktur, sadece metinler vardır. Kurmaca ve gerçekliğin bir daha ayrışmamak üzere iç içe geçtiği edebi metinlerin “sırlarını” ifşa etmekle yetinen, durmaksızın metinleri kemiren eleştirmen figürleri ne olduklarını kendilerinin de pek anlamadıkları kavram setleri ile (arzu, ego, süper-ego, endişe, etkilenme vb.) metinlere hücum etmişlerdir. Edebiyat eleştirmenleri kendi söylem sınırlarını çekmiş, kapılardan izinsiz gireceklere karşı “burası benim alanımdır” diyen bir tonla, büyülü bir dille metinleri ipotek altına almışlardır. Bu özgüven patlaması çok normaldir çünkü hiç kimse cesaret edip de bir eleştirmene metni neye dayanarak, hangi hakikat noktasına atıfla bu şekilde çözümlemektesin diye soramaz; temelsiz, üstelik tarihsel süreçten tümüyle kopuk saptamaların ne olduğuna ilişkin eleştirinin eleştirisini yapamaz… Yazarın otoritesini dahi kat be kat aşan bir otoritenin varlığından söz ediyorum.
Şairin Ölümü
Buradaki otoritenin sorgulanması mümkün değildir, ne de olsa edebiyat ölmüştür! Dil hiçbir şeyi temsil edemez, hatta kendini bile. Erken ölüm ilanı duyulan söylem mecrası elbette şiir olmuştur. Roman ve öykü ölüme şu ya da bu şekilde direniyordur ama şiir piyasadaki alım düşüklüğünden ötürü çoktan mezara gömülmüştür. Piyasa mefhumu olmasa bile, dilde cereyan eden temsiliyet krizi şiirin çanına ot tıkamıştır. Malzemesi doğrudan dil olan, kendini dil aracılığıyla, dili araçsallaştırarak değil, Cemal Süreya’nın sözü ile “bir ortam olarak dilde” var eden, görünürlük kazanan şiirin ölümü büyük ölçüde kanıksanmıştır. Şiir ölmüştür çünkü şiirden önce insanın ölümü gerçekleşmiştir. Ama hangi insan ölmüştür sorusu havada asılı kalmıştır. Büyük ve yakıcı bir umutsuzluk içten içe yaşayan şairleri birer zombi haline dönüştürmüştür. Kendi sözlerine güvenlerini kaybetmiş, inançsız, hasbelkader yazan kişiler olarak ölü şairler çağı… Sanırım (yanılıyor da olabilirim) ilk defa İsmet Özel ortaya atmıştı: “şiir ölmüştür”. Kendi şiiri açısından yerinde bir saptama. Ama şiirin ölümünden dem vuran bu ölü şair, bu kesif, hatta insafsız saptamasını kendisiyle sınırlandırmaz, bilakis hemencecik genelleştirir. Benim şiirim ölmüşse, herkesin şiiri ölmüştür. Turgut Uyar gibi hakikatli bir şair vakti zamanında, modern insanın çıkmazına istinaden “şiir çıkmazdadır” demişti. Ama buradaki çıkmaz mecazı, ne her sistemin post ön eki ile anlam kazandığı, 1970’ler sonrasının son ve ölüm düşüncesine, ne de ölü şairlerin hokkabazlıklarına prim verir. Ters istikametten hareket eder. Son’dan ziyade, bir başlangıca işaret eder; umutsuzluğa değil, umuda açılır; bir bilinç çağrısıdır, farkında olmanın, söze çeki düzen vermenin, yeniden başlamanın isteği.
“İnsan Sana Güveniyorum”
Edip Cansever’in dizesi: “insan sana güveniyorum”. İnsan tekinin en umutsuz olduğu anlarda, ruha bir balyoz gibi iner bu dize. Ayakta tutar, silkeler, direnmeye, hayatta kalmaya yakıt tedarik eder. Kimi şairler ölse bile bence şiir ölmemiştir! İnsan yenilmemiştir. Hangi insan mı? Sözün gücüne inanan insan, bu dünyayı olduğu haliyle kabullenemeyen insan, huzursuz insan, dertli insan… Sözler bekler, imgeler demlenir, sesler ortaya çıkacağı zamanı kollar. Çıkmazın bilincine varılır, yol almak için yeni ve farklı güzergâhlar yaratılır, ustalığa inat “acemilik” bir bayrak olur… “Her şeye yeniden başlamanın, kanattıkça” diyen iddialı sesi, Türkiye’nin Malatya vilayetinde doğmuş, henüz on yedi yaşında olan gencecik bir insanın şiirlerinde yankısını buluyor: Usame Söylemez’in şiirleri. Söylemez’in genç yaşına binaen, pişkince bu kişide “şair kumaşı” var küstahlığını yapmayacağım -yükseklere konumlanarak. Bu ihtiyatım, elbette “şair kumaşı” gibi patavatsız yorumların doğrudan otorite işaretleri olmasıyla ilişkili değil yalnızca, kendi kumaşının terzisi olan bir şair var: sözünü kuşanmış, dünyaya salıvermiş bir şair. Usame Söylemez’in ilk kez Duvar dergisinin dördüncü sayında yayımlanan şiirlerini defalarca okudum. “Ben ağladım asfalt çatladı”, keza “ölmek okulların tatil olması gibi” dizelerini incinerek, içime sindirerek bağrıma bastım. Her şeyin, sabrın dahi çatlaması mümkün ama asfaltların çatlamasında nedense yüreğim burkuldu. Bir asfalt nasıl, dahası neden çatlar? Bu nasıl bir gözyaşıdır ki arzın diplerine inmeye azmetmiş? “Ağzımı papatyayla doldurdum sevmiyorum” dizesinde kanım dondu. Seviyor mu sevmiyor mu merakının, hatta sancısının dehşete sarmalandığı, katıksız acıya yoğrulduğu an, bir vazgeçme anı… Bu gibi dizeler törpülenmiş insani hislerimizi, bugün neredeyse ölmesine ramak kalmış hislerimizi usulca tetikliyor, harekete geçiriyor… Sözümü toparlamam icap ederse: Ernst Bloch’un ifadesi ile insana dair “umudun tözü” kıpırdıyor Söylemez’in şiirlerinde, kedere bulaşmış, derdini samimileştirmiş olarak. Şiirin ölümünden söz edenlerin Söylemez’in şiirleri karşısında dillerinin tutulacağı muhakkak. Umudu hatırlattığı, söze emek verdiği, dili bir kuyumcu gibi işlediği ve inci gibi imgeler devşirdiği için ona selam olsun, yolu ve bahtı açık olsun… Şiirlerdeki imgelerle, anlam merkezleriyle, yarattığı duygu etkisiyle, sözün kurulma biçimleriyle ilgili konuşmak istemiyorum. Susmak için “Tanrılar Halksız Uyur” adlı şiirinden şu iki dize kâfi: “ellerime bir devlet kurabilirsin / Dudaklarım sende kalsın”. Gayri bırakıyorum genç şairin şiiri konuşsun:
Şehirler de Şarkı Söylesin
Gözlerimi yaşa buladım
Sözlerimi yasa tırnaklarımı pasa
Ben ağladım asfalt çatladı
Ben ağladım bir kavak devrildi boyunca
Santa Clara!
Şehir ışıkları mutluluk ve her gün yaşıyorum
Gölge çizgisini taşıyor bir adım öteye
Ellerimi güneş
Sesimi yırtık bir geceye yasladım
Meyveler ağaca durdu yanağımdan öptü bir kedi
Rengine karışınca teninin sarı bir akşamüstü
Sokaklar ışır gözler söner bilekler yorulur
Sevemem yaşım değil hem işime de gelmiyor
Kitaplar yıpranmış şiirler esrik
Ve ben ve bağlacından nefret ediyorum
Kırgınım hava soğuk, ölmek doğrusu
Ölmek okulların tatil olması gibi
Ard arda lambalar patlıyor tütünler yakılıyor
Ağzımı papatyayla doldurdum sevmiyorum