1925 Haziran ayında Bakanlar Kurulu kararı ile oluşan komisyonun, aynı yılın eylül ayında, “gayet mahremdir” ibaresiyle hükümete sunduğu ve kabul gören Şark Islahat Planı’nda yer alan 13. ve 16. maddelerde şöyle deniyordu: “Aslen Türk olup Kürtlüğe mağlub olmaya başlayan bervech-i âtî Malatya, Elaziz, Diyarbekir, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarşancak, Çemişkezek, Ovacık, Hıns-ı Mansur, Behisni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve sair mücessesat ve teşkilatta, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçeden maada lisan kullananlar evamir-i hükümete ve belediyey muhalif ve mukavemet cürmile tecziye edilirler”. Görüldüğü gibi, “aslen Türk olanların” Kürtçe konuşmasının çarşı pazarda bile yasaklanması için 12 Eylül darbesini beklemek gerekmemişti. Devam edelim: “Fırat garbındaki vilayetlerimizin bazı akvamında dağınık bir surette yerleşmiş olan Kürtlerin Kürtçe konuşmaları behemehal men edilmeli(dir)” (Belma Akçura, Devletin Kürt Filmi, s.47).
Bundan 36 yıl sonra, 1961’de hazırlanan ve aynı yıl Bakanlar Kurulunda kabul edilen, “Devletin Doğu ve Güneydoğu’da uygulayacağı kalkınma programının esasları” başlıklı raporda kullanılan tabir ise “kendilerini Kürt sananlar”dır. Kendilerini Kürt sana bu kişiler, rapora göre aslında kaynakları “Turani kavimler” olan “Dağlı Türkler”dir. O zaman mı icat edildi bilmiyorum, ama daha sonra Kürt isminin karlı dağlarda yürüyen bu dağlı Türklerin “kart, kurt” sesleri çıkarmasından türediğini çok saygın siyasetçilerimiz, bilim adamlarımız, subaylarımız savundular. Bir kısmı milliyetçi ideoloji içinde bunu taktik nedenlerle savundu. Bir bölümü ise cehalet nedeniyle. Ama bunun cehalet nedeniyle olması, geçmiş sorumluluklarını azaltmıyor. Ülkeyi yönetmeye soyunmuş kişilerin, toplumun azımsanmayacak bir bölümü ile ilgili bu denli cahil olduğunu görünce, bu kişilerin aldıkları bütün kararlarda başka hangi cahilliklerin hüküm sürdüğü sorusu akla geliyor.
Elbette devlet politikasında kasıtlı inkar cehaletten daha yaygındır. “Devletin sahipleri”, öğrenseler de inkar politikalarını değiştirmezler. Bunun nedeni, esasında sadece Kürtlere ve azınlıklara değil, başta “Türklere” güvenmemeleridir. Bu güvensizliği en iyi ifade eden Cemal Gürsel’dir. Milliyetçiliğin yeni anayasaya girip girmemesinin tartışıldığı 1961’de, Milli Birlik Komitesi başkanı ve devlet başkanı Cemal Gürsel bu korkuyu çok açık biçimde dile getirir: “Milliyetçiliği anayasaya koyalım. (...) Memlekette Türklük şuuru uyandıktan sonra bunu çıkaralım. (Milliyetçilik anayasada yer alırsa) başka unsurlar kendi maksatlarına göre ayrılmayı düşünürler diyorlar. Biz milliyetçiliği kaldırıyoruz desek bize mi dönecekler? Bugün biz bunu kaldırırsak 50 sene sonra Türkiye’de Türküm diyen kimse kalmayacaktır”.
Türk milliyetçiliğinin inkarcılığının arkasında, aşırı böbürlenmeyle ve taşkın gösterilerle örtmeye çalıştığı bu derin korku vardır. Bu çılgın Türklerin başını boş bırakırsak, Türklüklerini unutuverirler korkusudur bu. Bu korkunun yegane sonucu Kürt kimliğinin onyıllarca inkarı, Kürtçenin özel yaşamda bile kullanılmasının yasaklanması değildir. Ne de nüfusun artık binde birini oluşturan gayrımüslim Türkiyelileri ülkeyi ele geçirecek düşmanların öncü kuvvetleri olarak görmekle sınırlıdır. Bu kesimin Türkiye’nin AB üyeliğine canını dişine takarak karşı çıkışının önemli bir nedeni “Türklere” yani topluma karşı duyduğu güvensizliktir. Bu nedenle bu milliyetçi heyecan soy sop araştırıcılarına, dönmelik detektörlerine pek itibar eder. Kendi içinden her an beklenmedik bir Ermeni, Kürt, Dönme çıkacağından emindir.
Cemal Gürsel’in öngördüğü elli senenin dolmasına birkaç yıl kaldığı bu günlerde, Türkiye devletinin resmi televizyon kurumu 24 saat sürekli ve alt yazısız, çizgi filmli Kürtçe yayın yapmaya başladı. Altyazılı ve çizgi filmli diye belirtiyorum, çünkü Baskın Oran’ın bugün Radikal2’deki yazısında hatırlattığı gibi Türk devlet bürokrasisinin reformlar karşısında yürüttüğü gerillavari hukuk direnişi sonucu, Kürtçe yayın haftada birkaç saate ve birçok sınırlamaya tabi kılınmıştı. Bugün bu direniş kalesi de fiilen düştü.
TRT’nin bu yayını, Emine Ayna ve Ahmet Türk’ün söyledikleri gibi, “Kürtçenin devlet tarafından kabul edilmesi anlamına geliyor”. Bu tanınma, Türkiye’de Kürtlerin onyıllardır verdikleri mücadelenin bir ürünüdür, bu mücadelelerin bir kazanımıdır. Uğrunda sadece Kürtlerin değil, Türkiye toplumunun büyük çoğunluğunun çok ağır bir bedel ödediği bir kazanımdır bu. Bu nedenle AKP’ye bırakılmayacak kadar değerlidir. Ve en önemlisi, “kendini Kürt sananlar”, “aslen Türk olup Kürtlüğe yaklaşanlar”, “dağ Türkleri” gibi değerlendirmelerin yakın tarihe kadar yapıldığı devlet aklından bu toplumun sorması gereken çok büyük bir hesap vardır. Olmalıdır. 1925’den bu yana yürütülen, salt güvenlik merkezli, bağnaz milliyetçi ve askeri temele dayanan politikaların Türkiye’de barış yoluyla değil, büyük ölçüde savaş yoluyla gerilemesinin en büyük sorumlusu bu devlet aklıdır.
AKP hükümetinin TRT6’yı seçim yatırımı olarak açtığı iddiası veya bir yanda Gün TV gibi özel kanallar yıllardır tam gün Kürtçe yayın yapmak için izin beklerken, RTÜK yönetmeliğine aykırı biçimde TRT6’nın faaliyete geçmesi ve buna benzer usuli kayıtlar, Türkiye’de devletin fiilen Kürtçe’yi tanımasının ve bunun bir kamu hizmeti konusu olmasını kabul etmesinin önemine gölge düşüremez. Türkiye’de demokratikleşme karşısında gösterilen büyük direniş ve hükümetin günü birlik pragmatik tavrı, demokratikleşmeye bir sokak kavgası karmaşası görünümü veriyor. Buna rağmen, YÖK’ün kabul etmeye hazır olduğunu ilan ettiği gibi üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin kurulmasının önünün açılması, seçmeli Kürtçe derslerin başlaması olasılığı, hapishanelerde Türkçe bilmeyen ailelerin tutuklularla serbestçe anadillerinde konuşmalarına yeniden izin verilmesi gibi atılması hazırlanan olumlu yeni adımlar, 85 yıllık inkar, bastırma, yıldırma ve yerinden etme politikalarının tüm meşruiyetinin sorgulanır hale gelmesine yol açıyor.
Bugün Kürtçe’nin ve dolaylı olarak Kürt kimliğinin, lafla değil, fiilen ve resmen tanınmış olmasının arkasında PKK’nın yürüttüğü silahlı mücadelenin katkısının olup olmadığını, hiçbir zaman bilemeyeceğiz. PKK silahlı şiddet yöntemlerine Kürt sorununu hapsetmeseydi veya PKK’nın bu yöntemleri terk etmemesi için derin devlet güçleri dahil olmak üzere, başka güçler tarafından teşvik edilmesiydi, bu sorunun 1990 başlarında daha hızlı çözülmesi imkanının olup olmadığını da hiçbir zaman kesin olarak bilemeyeceğiz. Ama bugün bildiğimiz somut bir olgu var. Bugün bu hakkın alınmasında DTP’nin parlamentoda grup kurmuş olmasının payı büyüktür. DTP’nin ve ondan önce kapatılan bir dizi partinin çıkartılan tüm zorluklara, maruz kaldıkları tüm dışlamalara rağmen yasal siyaset alanında kalmaya inat etmesinin payı daha da büyüktür. AKP’nin seçim yatırımı olarak DTP’lilerin eleştirdiği TRT6 aynı zamanda demokratik siyasal mücadelenin gücünü de göstermektedir.
Türkiye’de Kürt sorununun dağdan ovaya inmesi, silahlı mücadelenin yerini bütünüyle barış içinde yürütüeln siyasal rekabet ve mücadelenin almasının önemini ve gereğini gösteren anlamlı gelişme budur.
AKP’nin bu girişime “devletin kendi Kürdünü yaratma” politikasının aracı olduğunu iddia etmenin de bu aşamada bir anlamı yoktur. Böyle bir eleştiri hem milliyetçi bağnazlığın hem de Türkiye’de Kürtler üzerinde temsil tekelini elinde tutma telaşının ifadesidir. Bugün Türkiye’de Kürtler sadece TRT6’ya değil, sayısı ona yaklaşan ve uydudan yayın yapan Kürtçe televizyon kanalına bakıyorlar. Büyük ihtimalle yakın zamanda Türkiye’den yasal yayın yapan Kürtçe kanallara da ulaşacaklar. Hem devletin hem PKK’nın Türkiye’deki Kürtlere bir şey dayatma gücü kırılıyor.
TRT6’nın yayına başlaması artık geri adım atılması mümkün olmayan büyük bir kazanımdır. Kürtçe’nin varlığının resmen tanınması için Musa Anter gibi uğrunda canlarını kaybeden, Ahmet Kaya gibi yerlerinden yurtlarından olan, özgürlüklerini yitiren bütün Türkiyelilerindir bu kazanım.
Radikal İki, 11.1.2009