Tayyip Erdoğan, kendisine yöneltilen diktatörlük eleştirilerini, “Ben diktatör değilim, elinize gözünüze dursun!” diyerek yanıtlıyor. Üç dönemdir seçimlerde geniş bir seçmen desteği almış olmayı diktatör olmadığının en büyük ve neredeyse yegane kanıtı olarak sunuyor. Halbuki ne iktidarın düzenli aralıklarla, serbest seçimlerde en çok oy alan kişiye teslim edilmesi, ne bu kişinin kendini diktatör olarak tanımlamaması, iktidarın uygulanma biçiminin bir diktatörlük olmadığı güvencesi verir. Modern zamanlarda, fiilen diktatör olanların, diktatör yetkilerine sahip olanların hiçbiri “ben diktatörüm” demedi. Bir kısmı yönetime el koyarak ama bir o kadarı da seçimle iktidara geldiler. Hiçbiri diktatörlük yaptığını kabul etmedi. Seçimle ya da yönetime el koyarak gelmiş modern zamanın diktatörleri, kendilerine Şef, Ulu Önder, Halkın Babası/Atası sıfatlarını atfetseler de, hiçbir zaman “Ben diktatörüm” demediler. Aralarında son derece kanlı ve insanlıkdışı uygulamalar yapmış olanlar da vardı, bu kanlı totaliter örneklere kıyasla çok daha yumuşak diktatörlük rejimleri de. Çok veya az kanlı, tek veya çok partili, totaliter veya otoriter, aralarında büyük farklar olan bu diktatörlüklerin ortak özelliği, tüm iktidarın yasal ya da fiili olarak bir kişide, bir merciide toplanması idi. Humeyni ile Stalin, Stroesner ile Enver Hoca, Franco ile Atatürk arasında çok büyük farklar vardır ama bu liderleri/şefleri/önderleri bir noktada benzer kılan olgu, iktidara geldikten sonra hayatlarının sonuna kadar devlet yönetiminde nihai karar alma yetkisini tek başlarına ellerinde tutmuş olmalarıdır.
Ama diktatör sıfatı ilk olarak M.Ö. 6. yüzyılın sonunda Roma Cumhuriyetinde kullanıldığında, bu sıfat resmi olarak kabul edilen, olumsuz çağrışımı olmayan bir sıfattı. Cumhuriyet’i ve toplumsal düzeni tehdit eden olağanüstü bir durum karşısında, konsüller arasından Senato’nun seçtiği ve altı ay süreyle kendisine bütün yetkileri teslim ettiği kişiye dictator denirdi. Dictator klasik Latince kökenli bir kelimedir ve “konuşan kişi” demektir. Konuşarak ne yapılması, ne zaman yapılması, nasıl yapılmasını emreden, “dikte eden” kişidir. Sınırlı bir süre için bütün yetkilerin mutlak biçimde teslim edildiği kişiyi ifade eder. Klasik anlamıyla diktatör, tiran veya despot olarak tanımlanmaz. Diktatörlük uygulaması Roma’da M.Ö. 501 yılında ilk kez, altı aylık bir süre için diktatör seçilen Titus Larcius Flavius’la başladı. Daha önce magister populi yani “halkın efendisi” olarak adlandırılan görev, olağanüstü ve geçici yetkilerle pekiştirilerek, dictator sıfatıyla tanımlandı. Bu uygulama, bazen çok sık, M.Ö 2. yüzyıl boyunca olduğu gibi bazen hiç gündeme gelmeyerek, Jül Sezar’a kadar devam etti. M.Ö. 46’da ilk kez bir yıllığına diktatör yetkisini alan Sezar, daha sonra on yıl ve en sonunda ömür boyu diktatör –dictator perpetuus- seçildi. Böylece Roma Cumhuriyeti’nin temel kurallarından biri olan, yönetim görevlerinin geçiciliği ilkesi çiğnendi. Esas olarak bu nedenle Sezar suikastle öldürüldükten sonra onun yerine geçen Marc Antoine diktatörlük kurumunu lağvetti (lex Antonia). Daha sonra Cumhuriyet’in İmparatorluğa dönüşmesiyle, ilahi ve dünyevi tüm otoriteyi kendine toplayan imparatorun şahsında diktatörlük kurumu doğal olarak gündemden düştü.
Görüldüğü gibi, diktatör, köken itibarıyla seçilmiş olup olmamakla ilgili bir sıfat değildir. Diktatörlük, tüm yetkilerin bir kişinin veya bir grubun (bir parti, bir klan, bir aile) elinde toplandığı yönetim biçimine denir. Diktatörlük, resmen veya fiili olarak kuvvetler birliği ilkesinin yürürlükte olmaması demektir bir bakıma. Bu anlamda, örneğin Cromwell bir diktatördü. Fransız Devrimi’nde Kamu Selameti Komitesi yönetimi de bir diktatörlüktü. Kuvvetler ayrılığı ilkesi kağıt üzerinde yürürlükte olmasına rağmen, bütün gücün ve yetkilerin bir elde toplanması, diktatörlüğün ayırt edici kurumsal niteliğidir.
Demokraside seçimler kimin belli bir süre kenti, bölgeyi, ülkeyi yönetme hakkına sahip olduğunu tayin eder. Seçimler (ya da kura) demokrasinin olmazsa olmaz bir ilkesidir ama yeterli ilkesi değildir. Serbest seçim, yönetimin nasıl işleyeceğini, yönetenlerin nasıl yöneteceğini belirlemez. Seçimle gelmiş de olsa, diktatör nitelikleri arz eden bir iktidar sahibinin elbette danışmanları, onun icraatlarını hayata geçiren siyasal yapıları, partisi, bakanları vardır. Diktatör, bu kişilerin görüşlerini alır, partisinin kurullarını toplar, hükümetin bakanları çalışırlar, vs... Ama hemen her konuda nihai karar verici Başkan, Başbakan veya Şef ise, ve bu kararın karşısındaki yargı, parlamenter muhalefet veya sivil toplum kaynaklı tüm engeller bu mutlak yetkili kişi tarafından gayrımeşru olarak damgalanıp, itibarsızlaştırılıyor ve geçersiz addediliyorsa, iktidarda bir seçilmiş diktatör var demektir. Üstelik, bu kişi sürekli konuşuyor, herkese neyi, nasıl ve ne zaman yapması gerektiği konusunda emredici öğütler veriyorsa, yani sadece eylem değil söylem alanını da tekelinde tutmaya çalışıyorsa, diktatör nitelikleri çok daha fazla öne çıkar.
Sanırım, diktatör kelimesinin etmolojik kökeninde yaptığımız bu kısa yolculuk, serbest ve demokratik seçimlerle iktidara gelen ve iktidarda kalan Tayyip Erdoğan’ın bir tiran veya despot değil ama bir diktatör özellikleri sergilediğini gösteriyor. Taksim’de Topçu Kışlası muhakkak yapılacaktır diyerek, bir belediye başkanının yetkisinde olan bir konuyu şahsileştirmesi, bu konuda önüne çıkan yargı engelini de kendine karşı komplonun bir parçası olarak tanımlaması küçük ama anlamlı bir örnektir. Tepkilerin beklenenden çok daha büyük olması karşısında, partisinin diğer yöneticileri ve kendi partisinden belediye başkanının, ortaya çıkan son derece ağır siyasal ve iktisadi bedelle kıyas kabul edilemeyecek kadar küçük ve tali olan bir projeden geri adım atma inisiyatifi gösterememeleri, “biz çoktan vaz geçtik ama beyefendi vaz geçmiyor” anlamına gelen bir tavır alarak, bir kişiyi işaret etmeleri, en küçük konudan en büyük konuya kadar tüm karar alma yetkilerini elinde toplamış bir yöneticiyi tasvir ediyor.
Elbette anayasanın ve seçim sonuçlarının çizdiği sınırlar çerçevesinde hayata geçebilen bir yetki yoğunlaşmasıdır bu. Örneğin Erdoğan’ın tek başına anayasa değişikliği yapmaya bugün yetkisi yetmiyor. Seçimle gelmiş olmanın sınırı da diyebiliriz buna. Ama bu son derece geniş bir yetki alanı çizen ve bu alan içinde neredeyse mutlak bir yetki tekeli oluşturan bir sınırdır. “Çılgın projeleri”nin tüm itirazlara rağmen hayata geçirilmesini, ülkede genel bir toplum sağlığı konusu olmayan alkol tüketiminde kısıtlayıcı düzenlemeler yapılmasını ve bunu kendi ahlak anlayışı çerçevesinde meşru kılmasını, nereye hangi tür bina yapılacağına (“Barok tarzı opera binası yapacağız!”), cemaati olmayan tepede selatin camiisi kondurmaya karar verme yetkisinin bir kişide toplanmasını engellemiyor. Ayrıca o kişinin idealindeki siyasal rejim, Türk usulü başkanlık sistemi, plebisiter diktatörlük özellikleri sunuyor.
Soruyu, “Beyefendi diktatör müdür?” diye de sorabiliriz. Belli bir süre için seçilmiş ama büyüklü küçüklü tüm kararları dikte etme yetkisine sahip, her konuda ve sürekli konuşan, aynı zamanda muhtar, belediye başkanı, vali, başbakan, başkan, başöğretmen olan bir kişinin diktatör olarak tanımlanması, bu sıfatın tarihi kökenleri itibarıyla doğaldır.
Ayrıca yakın tarihimizde şahsi çıkarını değil, kamu yararını ama kendi tanımladığı ve mutlak doğru olduğuna inandığı kamu yararını gözeten diktatör figürleri de var. Örneğin Mustafa Kemal “demokrat mıydı, diktatör müydü?” tartışmasına verilen ilginç yanıtlardan biri, Bulgar Türkoloğu Paraşkev Paruşev’inkidir. Paraşev, “Atatürk: Demokrat Diktatör” başlıklı kitabında, Atatürk'ün hem demokrat hem diktatör özellikleri birlikte sergileyen, dolayısıyla ne bütünüyle demokrat ne tam anlamıyla diktatör olduğunu iddia eder. Paruşev'e göre, bu “demokrat diktatör”ün belirleyici özelliği, demokrat olarak da diktatör olarak da, her iki durumda kamu yararını öngörmüş olmasıdır. Bu elbette tartışılır bir değerlendirmedir, üstelik 1920’den 1938’e, Meclis Başkanlığı’ndan Cumhurbaşkanlığı’na, Mustafa Kemal’in iktidarının farklı safhaları olduğunu da fazla dikkate almaz. Ama ne gerçekten demokrat olarak nitelemenin ne de dört dörtlük bir despotluk olarak tanımlamanın mümkün olmadığı bir gri alana işaret eder. Otoriter rejim olarak tanımlanan bu gri alanda, otoriteyi fiilen kendine toplayan kişi diktatör özellikleri sergiyebilir.
Demokrat diktatör gibi bir tanımlama belki Roma Cumhuriyeti’nin ilk dönemlerinde, diktatörlük kurumu ihdas edildiğinde geçerli olabilirdi. Şahsi çıkar değil hep kamu yararı gütmenin ve genel ve serbest seçimlerle iktidara gelmenin demokrat olarak nitelendirilmek için yeterli olmadığı modern zamanlarda, “demokrat diktatör” gibi bir niteleme boş gösterendir. Mustafa Kemal bir tiran değildi, Tayyip Erdoğan da değil. Mustafa Kemal demokrat değildi, Tayyip Erdoğan da değil! İkisinin farklı biçimlerde diktatör olduğunu söyleyebiliriz.
Erdoğan, partisi içinde, hükümet içinde ve partisinin ve hükümetinin yetkilerinin siyasal ve toplumsal yaşamda yasal olarak uzanabildiği her alanda tüm yetkileri şahsında toplamış bir iktidarı, sadece son derece güçlü bir iktidar mevkiini değil aynı zamanda bir kişide toplanmış çok geniş bir yetki tekelini temsil ediyor. Bu nedenle ne kavramın bütünü dikkate alındığında demokrattır, ne de despot ya da tiran anlamında diktatördür. Bu kavramın 2500 yıl önce çıktığı ilk anlamı hatırlatan diktatör özellikleri gösterdiği için seçilmiş diktatör olarak nitelendirebiliriz.