“Solcular-liberaller kavgası”nı, sol (hususen sosyalizm ve Marksizm ile) liberalizm arasındaki ortak zemini ve ortak soruları temellendiren bir tartışmaya dönüştürmeyi önemsiyoruz. Sol/sosyalizm ile liberalizmi ayrıştırmak, böyle bir tartışma içinde kimlik davasından çıkıp politik anlam kazanabilir.
Birikim’in 2008 Ekimi’nden beri yer verdiği bu tartışmaya katılan iki yazı hakkında birkaç kısa not düşmek istiyorum. Bunlardan biri 240. sayıda (Nisan 2009) yayımlanan, Erhan Demircioğlu’nun “Politik Analizle Psikanaliz arasındaki gedik” başlıklı yazısıdır. Diğeri ise 238. sayıda (Şubat 2009) Doğan Gürpınar’ın “’Neoliberal saldırı’, ‘Foucault etkisi’” başlıklı yazısı.
Erhan Demircioğlu yazısında, Necmi Erdoğan’ın 236/237. sayıda (Aralık 2008/Ocak 2009) yayımlanan “Liberal kişilik nedir?” başlıklı makalesini eleştiriyor; burada bir politik kimliğe (veya bir ideo-politik dünya görüşüne) psikolojik-psişik özellikler atfedildiğini, indirgemecilik yapıldığını söylüyor. Necmi Erdoğan’ın makalesinde isim ve alıntı vermemesi de, -yer yer belirli figürlere imâda bulunuyordu-, kimi okurların tenkidine uğramıştı. Erhan Demircioğlu’nun bu makaleye biraz anlayışsızca davrandığını düşünüyorum. Karşımızda bir klinik raporu yok, ele aldığı aydın profilini psikoanalizden geçirme iddiası yok – sadece bir yerde, böyle bir ‘tetkikin’ yararlı olabileceğine dair bir alay var. Psikoanalitik ‘bulguları’ önce atfedip sonra bu ‘analizden’ o kişilerin düşüncelerini ve tavırlarını ‘türetmeye’ kalkışan psikoanalitik otomatizm de yok bu yazıda. Necmi Erdoğan, makalesini okuyabilecek insanların çoğunun muhtemelen okumuş olacağı gazete yazılarına, gözünün takılmış olacağı televizyon konuşmalarına ve politik akıllar-fikirler üzerine konuşulan muhitlerdeki gözlemlerine dayanarak, ‘umumî’ bir liberal aydın profilinin ideolojik tavrı ve ruh hali hakkında bir robot resim çiziyor. Bu robot resim şu veya bu kişiye veya kimseye oturmayabilir; ama yaptığı yorumların, kurduğu kavramsal bağlantıların açıklayıcı olduğu pek çok kişi ve durum var. Bir dergi yazısını, hele polemiksel yanı olan bir yazıyı, zamanı-zemini içinde değerlendiririz, “liberal kişilik şöyledir” dediği zaman bunun “bütün liberal şahsiyetler böyleymiş, liberallik buymuş” anlamına gelmediğini hesaba katarız. (Şunu da söylemeden geçemeyeceğim, Necmi Erdoğan’ın yazısını tam da bu ‘düz’ okumayla ‘sevenler’ var. Erhan Demircioğlu’nun eleştirisini destekleyecek nokta belki bu olabilir! Ama okurların psiko-analizine de karışmayalım.)
Doğan Gürpınar’ın makalesinin girişinde koyduğu mesele: Solun toplumsal-politik projesinin kalmaması, iktidar perspektifini yitirmesi ve sonsuz bir iktidar eleştirisine, bilinçli-bilinçsiz “Foucault etkisine” kapılması… Evet, inkârdan gelinecek bir mesele değil bu. Üzerine düşünülmesi gereken, Birikim dahil kimi zeminlerde ucun ucun üzerine varılan bir mesele; daha da fazla uğraştırmalı bizi. Gürpınar gerçi iktidar/tahakküm-karşıtı muhalefetin de muhterem olduğunu söylüyor, ancak yazısının sonlarına doğru bu muhalefetin anlamına ve potansiyeline olan hürmetini yitiriyor. Ayrıca, anarşist/anarşizan olsun, Luxemburgcu olsun, kimi sosyalizm anlayışları için, -Foucault’ya (bilinçsiz bile olsa!) dayanması gerekmiyor bunların-, bu çizginin muhteremden de öte, B planı değil ‘doğru’ çizgi olduğunu, eski bir dava olduğunu, “proje”nin inşasının bu ucu açık sürece bırakıldığını hesaba katmıyor.
Bu yazıdaki genellemecilik ve bilgiç ‘nitekim’cilik rahatsız edici değil mi? Doğan Gürpınar’ın eğilimi, -sol ve liberalizm konusunda Birikim’de yürütülen tartışmayı yüzeyden bir taraması istisna-, soldaki tartışmaları ve arayışları ciddiye almadan, kendi argümantasyonuna malzeme devşirilecek yekpâre bir kütle muamelesi yapmak. Bu ‘genişlikle’, her yerden kanıt buluyor kendisine. Yakından/içinden bildiğim için şu örneği vereyim: “Birikim grubunun akademik dergisi Toplum ve Bilim dergisinin 2000’lerle beraber yazıları, tahlillerini ‘neo-liberalizm’ merkezinde kurmaktadır.” (Anlatım bozukluğunu redaksiyondan geçirmemiş olmak bizim kusurumuz.) Merkezî bir kararı veya stratejiyi de imâ eden bu şeksiz-şüphesiz ‘tesbiti’ test etmek için aslında yakından/içinden bilmeye de gerek yok, Toplum ve Bilim’in koleksiyonunu veya herhangi iki üç sayısını karıştırırsanız “yazıların, tahlillerin neo-liberalizm merkezinde kurul”madığını görürsünüz .
Ama tabii Birikim’de de, Toplum ve Bilim’de de neo-liberalizmi odağa alan yazılar oldu ve olacak. Neo-liberalizmin, temellendirilmeden, bir hakaret sıfatına dönüştürülmesi ve göze fer batna cilâ derde deva bir sözde-analiz mefhumuna indirgenmesi elbette bir sorundur, bir zaaftır. Doğan Gürpınar bunu isabetle teşhis ediyor. Fakat dikkat: Paranoyak olmamanız, takip edilmediğiniz anlamına gelmez! Neo-liberalizm diye bir ‘şey’ de var bu dünyada! Neo-liberalizmin bir ezbere dönüşmesinden kaçınırken, onu bir ‘hayalete’ de irca etmemeli.
Up-date okumaya gömülmek, akademik işletmenin beraberinde getirebildiği bir deformasyon. “En yeni” kitaplardan, makalelerden feyz alıyor olmak, “eski” ama hâlâ taze fikirleri, kalıcı, klasik eserleri, hikmetli sözleri küçümsemeye, hatta onlara boş veren küstahça bir tavra itebiliyor insanları. Sartre’ın “liberalizm iğrenç bir kelimedir” sözü, Adorno ile Horkheimer’in (Gürpınar’ın sadece Horkheimer’e atfettiği*) “kapitalizm hakkında konuşmayı istemeyen, faşizm hakkında ağzını açmasın” hikmeti, evet, aklı/fikri ikame eden ezberlere dönüştüğünde harcıâlemleşirler ama bunlar Gürpınar’ın Horkheimer&Adorno’nun sözü hakkında söylediği gibi “historiografik açıdan hiçbir anlamı ve geçerliliği olmayan” –tövbe!- lâf-ı güzaflar değildir. Sartre ve Horkheimer&Adorno da yeni kitapları okuyor, dünyaya bakıyor, bir şeyler biliyorlardı. Bu sözler bir tarihsel bağlamda, bir tarihsel deneyimle alış veriş içinde, bir meseleye müdahale için söylenmişlerdir. Bu hikmetlerle teori ve politika kuramazsınız, ilminiz bunlardan ibaret olamaz; ama bunların açtığı hakikat kapısının önünden “boş ver” diye geçip giderseniz hakikatin bir cephesinden eksik kalırsınız.
Bu genellemelerin, bu ‘nitekim’ciliğin kabul edilemez noktaya geldiği bir yer var: Doğan Gürpınar’ın Express Dergisini “solun Hürriyet’i” olarak tanımlamasını, büyük ayıp sayıyorum. “Neden değildir?” izahına kalkışmak, daha büyük ayıp olacak.
(*) Mihri Özdoğan arkadaşım uyardı, bu notta hatalı olan benim. Söz gerçekten de 'sadece' Horkheimer'in. Horkheimer, 1939'da kaleme aldığı bir makalede, liberalizmin hakşinas bir eleştirisini yaparken söylemiştir bunu.