1- Belki de içinde olduğumuz bu ağır ve kasvetli durumun en büyük faydası her birimizin bazı temel soruları sormaya başlaması olacak. En başa giderek üstelik: İnsan olmak ne demektir? Diğer insanlarla paylaştığımız ortak insaniyet zeminini kuran temel vasıflar nelerdir? Bulunduğumuz yer neresidir? Bugün insanlık durumumuzun yeni bir krizinden mi söz etmeliyiz? Nereye doğru gidiyoruz? Ve ne tür bir ufka sahip olmalıyız ki tüm bunlar salt felsefi/teorik bir uğraştan ibaret kalmasın ve ortaklaşa kurulacak yeni bir hayat ve dünya için pusula olsun? Bu derin insanlık meselelerinin ve arayışın onca pis ve adi işe bulaşmış ve -en hafif tabiriyle- daha otoriter ve insanlık-dışı bir rejimin sağlaması ve tahkimatı peşinde olan zalim bir yönetici zümre karşısında sürdürülecek adalet ve özgürlük mücadelesinin çıpalarından birisi olacak olmasında sayısız yarar vardır.
2- Her insan varlığı bir hikayedir. Anlatısal bir gerçeklik içinde yaşar insan. Başlangıçta boş bir çerçeveden ibaret olan ben (ego), bütün muhtevasını dış dünyadan, Öteki’nden (öncelikle anneden) ve Öteki’nin konuşmasından edinerek gelişir, kurulur. Bu yüzden işte, “Ben bir ötekidir” ya da “Bilinçdışı Öteki’nin söylemidir”. Başlangıçta ne bütünlüklü bir beden imgesine sahip olan, ne bedeninin eşgüdümünü sağlayabilen ne de dürtülerini düzenleyebilen saf muhtaçlık içindeki canlı organizma vardır. Sonra “Ayna Evresi” süreci, aynalama pratikleri çıkar ortaya. İnsan yavrusuna bütünlüklü bir beden imgesi ve bu imgeye süreklilik sağlayan imgesel boyutun zamanıdır bu. Böylece insan kimliğinin ilk katmanı, yani öznenin imgesel kimliği inşa olur. İlk kimliğimizin kendinin dışında oluşmak gibi tuhaf bir statüsü vardır. Aynadaki bütün/tam imgeyle özdeşleşerek dış dünyaya yönelir, edimsel/eylemli bir varlık düzeyine yükselir insan. Demek ki varlığımızın çekirdeğinde en önce var olan şey bir tür özdeşleşme, imgesel öteki ile özdeşleştirici yabancılaşmadır. Dış dünyaya, dış dünyanın nesnelerine yönelme ve arayış daha sonra, ikinci bir momentte gerçeklik kazanır. Sürer gider bu: Aşkta örneğin, bu yüzden, kendimizi ararız öncelikle. Ve bu arayış hayat boyunca, temel bir fantaziye, tamamlanma/tam olma fantazisine yaslanarak, enerjisini oradan alarak mümkün olur, aktüelleşir.
3- İnsan daha sonra simgesel düzene, dilin ve kültürün düzenine girer. Dil ve diğer simgesel işlevler vasıtasıyla anneyle ikili ilişki kipinden çıkarak eksiklik, ayrışma ve farklılığın insanlaştırıcı düzenine geçeriz. Yasa ve yasakla ilişkimiz başlar. İnsanın hikayesinin, ona tarihsellik boyutunu veren, onu tarihsel bir özne olarak inşa eden yeni bir katmanla/halkayla zenginleşmesidir bu. İnsanın ruhunda, en ayırt edici vasıflar olarak aşkınlık, tefekkür ve arzu için pencerelerin açılmasıdır. Ego-ideallerinin sahneye dahil olması ve öne çıkmasıdır. Böylece giderek nesnelerin öneminin azaldığı ama simgelerinkinin arttığı bir eşiğe sıçrarız. Medeniyet mertebesine çıkarız. Nesnelerin simgeleriyle yaptıklarımız bizzat nesnelerle yaptıklarımıza göre daha önemli hale gelmeye başlar. Adımızın, simgesel tanınmanın ve değerlerin/erdemin hayatımızdaki ağırlığı ve önceliği belirgin olarak yükselir. Bütün kadim kültürlerce de başlangıca yerleştirilen o ertelenmiş zaman nihayet işte; kendi yerine ve gücüne kavuşur “Önce söz vardı”. Sözün itibarı artar. İnsan olmanın temel koşulu söz olur. Hayatımızın malzemesi incelir, hafifler. Daha nazik, hürmetkar ve şefkatli olma mecburiyeti zuhur eder. Teselli çabası öne çıkar: Değil mi ki yokluk ve ölümdür varlık kazanan sözle birlikte, tanınmak istediğim ölçüde ötekini tanımak isterim. Ötekinden kopmak ya da onu yok etmekten ziyade onunla bir arada var olabilmeyi dilerim. Ne ötekinde, onun içinde eriyip kaybolmak, ayrışamamak ne de tam bir ilişkisizlik, temas yokluğu; varoluşu çoklukta temellendirme hasretidir o.
4- Şimdiki zamanı teslim alan ve belirleyen en çarpıcı şeydir simgesel evrenimizin iskeletinin çöküşü. Sözün düştüğü, geri çekildiği ve imgelerin her şeyi istila ettiği ve kendi suretinde biçimlendirdiği bir bolluk ve aşırılık zamanıdır bu. Bütün kerteriz noktalarından yoksunuz artık. Ürkütücü bir açıklık, düzlük ve genişlik uzamındayız. Büyük anlatıların değerden düştüğü, akıp giden anlamları sabitleyecek her türlü referansı kaybettiğimiz, bir şeyin her türlü anlama eşit sayılabildiği bir aralığa sıkışıp kaldık. -Aşkın ya da etik- standartlarımızı kaybettik. Boşuna değil derin bir boşluk ve sıkıntı duygusundan muzdarip oluşumuz. Bize başlangıçları ve sonları anlatacak hikayeler çekildi hayatlarımızın kıyısından çoktandır. Kuru, tekdüze, içeriksiz pratikleri çaresizce tekrarlayıp durmamız bundan.Bağımlılıklarımız, depresyonlar o yüzden. Her taraftan acımasızca yükselen “kendin ol” buyrukları da aynı vasattan besleniyor işte.İnsan-öznenin sadece kendine-referansla tanımlanabildiği, kendi kökeninin yine öznenin kendisinin olduğu muhtaçlık ve yalnızlığın karanlık çağı. Bireyciliğin ve teşhirciliğin patladığı, tarihin çiğ bazı olaylara indirgendiği, bütün kurumların –sendikaların, dinin, ailenin, devletlerin- yerinden edildiği… İnsanlığın hazin ve uzun yok oluş sekansı bu.
5- Metaların/ürünlerin ve sermayenin sınırsız, engelsiz ve koşulsuz dolaşımı ve değiş-tokuşu için düzenlenmiş bir dünya, aşırı ve total kapitalizmin çölü. İnsanın bile yalnızca performans setinden ibaret bir ürüne eşitlendiği ve silindiği alacakaranlık kuşağı. İçinde yaşadığımız toplumsal uzamın; dilin, kurumların ve kültürün çöküşünün arkaplanı vahşi neo-liberal kapitalizmdir. Her anlamda travmatik bir yıkım sürecidir bu. Canlı olan her şeye –insana, derelere, hayvanlara, ormanlara, parklara-saldıran, her şeyi –içme sularını, havayı, atmosferi- zehirleyen ve kurutan –bunun için döneme uygun taşeronları seçen ve istihdam eden- ve çoktan açıkça görüldüğü üzere dünyayı ölü bir kül ve toprak yığınına dönüştürmeden durmayacak olan sermayenin canavarca hareketidir. Piyasa/sermayenin zamanımızda tek gerçek, iptal edilmesi ya da karşı durulması imkansız şey gibi görünmesi bundan ötürü; dışarıda hiçbir şey bırakmamacasına her şeyi içermeye çalışan arsız, kontrolsüz iştahı yüzünden değil midir? Bunu, kapitalizmi geniş halk yığınlarını iliğine kadar mülksüzleştirirken ufacık bir azınlığı zenginleştiren ve bunu yaparken muazzam miktarda bir enerjiyi ve kaynağı tüketen küresel bir el koyma, sömürü ve dolaşım sistemi olma özelliğiyle bir arada düşünmeliyiz tabii ki.
6- İnsanın iki düzeyde gerilemesinin, zahmetli ve yüce bir insanlık birikimini topluca kaybetmenin genel çerçevesidir bu.İlki, metalar/ürünler ekonomisinin kaçınılmaz olarak belirli bir libidinal ekonomi çerçevesinde işlevsel olabilmesiyle bağlantılıdır: Yeni bir arzu ve mutluluk tanımına teslim olmuş; her arzusunun mutlaka belirli bir ürün/nesneyle tatmin edileceği vaadi/yanılsamasıyla hep daha fazlasına sahip olmak, ele geçirdiği her şeyi kontrolsüzce ve kuralsızca maksimize etmek isteyen –malum, arzu esasında nesnesizdir- biriyiz artık, her birimiz. Şimdi ve burada mutlu olabileceğimizi telkin eden –dahası emreden- tüketim ve eğlence kültürünün şiddeti ve gücü ölçüsünde azgın, bencil, merhametsiz, hınçla ve hırsla davranan, içi hasetle yüklü, bütün bağlarını zül addeden zavallı bireyleriz.
Diğer boyut, simgesel/kültürel evrenimizin çöküşüne bağlı olarak ortaya çıkan boşluğu; varoluşun anlamını ve kimlik meselelerini çözüme bağlayacağımız zemin kaybını, insanlık değer ve ilkelerinin genel bir yüzergezerlikle/akışkanlıkla zedelenmiş olmasını, bütün kusuru kendinde gören düşkün varlığımızın yetersizliğini tek bir hamlede telafi edecek totaliter bir lider arayışıyla ilgilidir. Benliğimizi boydan boya kat eden ve kendimizden beklediklerimizi asla tam olarak karşılayamayacağımızı hatırlatıp duran utanç kapanından çıkmamızı sağlayacak tümgüçlü bir figür ihtiyacıdır bu. Bütün zenginliği ve iktidarı kendi bünyesinde toplamış –o zenginliğin zekatvb. olarak bize dağıtılacağı beklentisiçoktan oradadır, örneğin-, bize doğru ve yanlışı, haklı ve haksızı naklederek susuzluğumuzu, her şeyi zapturapta alarak kaygımızı dindirecek bir tiran.Giderek daha çok karşılaştığımız vahşice cürümleri de bu bağlamda yeniden düşünmeliyiz.
7- Şu ayrımı yapalım yine de: Aslında daha yalın bir düzeyden bakıldığında, yalancı, tahammülsüz, saldırgan, öfkesini kontrol edemeyen, merhametsiz, vicdansız, velhasıl ciddi karakter zafiyetleri taşıyan birisinin, yani sahip olduğu pozitif özelliklerle hiç ilgisi olmayan o konumu doldurmak üzere bizim tarafından bir otorite figürü olarak icat edilişi/kutsanmasıdır bu. Freud’un ünlü “ilksel baba” mantığına göre işleyen totaliter figürün geri dönüşüdür.
8- AKP’nin pespaye bir mağduriyet söylemi içinden konuşarak kendini, mağdur ve dışlanmış hisseden farklı toplumsal kesimlerin özdeşleşebileceği bir “mağdur kahraman” odağı olarak inşa etmesinin tamamlayıcı unsuru, jouissance’ın tümünü kendine ayırmış olan ve ama onu üleştirme/dağıtma vaadini/beklentisini de diri tutanilksel jouisseur/totaliter figürdür.
9- Bu durumda nasıl hiçbir mağduriyet ve dışlanmışlık hali ve pozisyonuyla zıtlaşmadan, tümünü görerek ve doğrudan onlara hitap ederek- AKP’ye değil!- asıl mağdurluk zeminini, toplumun bağrındaki kahredici çatlağı, sınıf antagonizmasından neşet eden ezen/ezilen ikiliğini ileri sürmek ve belirgin kılmaksa bir ödevimiz, bir diğeri şudur: Totaliter figürün işgal ettiği o yeri hızla tahliye etmek. Diktatörün psikolojisinden, narsisistik/psikopatik özelliklerden, ruhsal tahlillerden, kavramsal netlik arayışlarından (diktatör mü, despot mu, anti-demokrat muhafazakar mı vb), hastalığından, kısık sesinden, kaba saba, hoyrat edasından, merhametsizliğinden vb., vb. söz eden güya olumsuz tavır ve değerlendirmelerin tümüaynı merkezi, bizzat onun işgal ettiği yeri kuvvetlendirmekten başka neye yarıyor ki? Dahası, Çok sayıda boşluk, kusur, zorbalık ve adaletsizlikle yarılmış olan ve hepimiz için daha yaygın ve derin bir yoksullaşma, ekonomik çöküş ve küresel ısınma ve çocukların ölümü anlamına gelen küresel kapitalizmse asıl mesele, gözümüzü daha yükseklere, ufka doğru çevirmemiz gerekmez mi?“Beklentili ve arzulu gözlerimiz komünist ufka dikili halde…”
10- Üzerinde daha çok durmayı hak eden ve ama bu yazının zorunlu mütemmim cüzü olan şeyi de şimdilik kayda geçmekle yetinelim: Gözlerini komünist ufka dikmiş bir anti-kapitalist mücadele insanlığın küresel vicdan arayışıyla belki de ilk kez bu denli tam bir örtüşme halindedir.