HDP’nin tahminlerin ötesinde bir oy oranıyla kazandığı 7 Haziran seçim sevinci bu ümide tutunan milyonların burnundan getirildi. Çatışmasızlık ortamında serpilip gelişirken günden güne yer ve saygınlık kazandıkça kalıcı bir sol siyasal seçenek haline gelen HDP, memleket sathındaki iç savaşla fiilen ricata zorlardı.
7 Haziran’dan sonra vaziyeti idare edemeyince olağanüstü hal siyasetini benimseyen iktidarın, söz açmakla kalmayıp hayata geçirdiği savaş tuturukluğu bir yanıyla MHP seçmenini kuşatarak kendi siyasal projelerini topluma kabul ettirme stratejisine yürüme planına açılıyordu. Giderek daha fazla devletlerarası kontrgerilla şebekesi halini alan IŞİD’in yerel varyantlarını sınır geçişi ve faaliyet kolaylığı türünden imkânlar karşılığı kiralayarak solun ve Kürtlerin üzerine saldırtmak gibi kriminal ilişkileri de kapsayan mezkûr plan toplumun gündelik gıdası haline getirilen milliyetçiliği kışkırtmaya elverişliydi. IŞİD saldırılarında ölenler nihayet solcular yahut Kürtlerdi ve söz konusu iki muarıza karşı devletin geleneksel yaklaşımı “köküne kibrit suyu”ndan ileri gitmemişti.
“Devletin beka sorunu” klişesine yaslanan kadim tehdit algısının aşırı ölçüde abartılması aracılığıyla iktidar bloğunun küçük hisseli ortaklarını da arkalayan, politik becerisini yıllardır düşman yaratma kapasitesi üzerinden ölçen iktidar partisi, aynı zamanda HDP’yi batıdan atmaya, bir iç ülke olarak tarife müsait “Doğu ve Güneydoğu”daki birkaç merkeze kilitlemeye odaklandı. Medyadaki tahkimat, psikolojik savaş araçlarının durmaksızın kullanımı, çatışmalarda kaybedilen asker ve polis sayısının gizlenme titizliği egemen blokların konjonktürel koalisyonu sayesinde bu denli hızla hayata geçirebildi. Söz konusu güç birliğiyle kendini tahkim eden iktidar partisinin son sekiz-on aylık saha pratiğine bakıldığında, önceki iktidarların uygulayamadığı ölçüde bir vahşet performansı sergilediğini görüyoruz.
Vahşet performansının, hamasetten öte nostaljik bir “şanlı geçmişi ihya” iddiasına dayanarak, bu denli şehvetle sergilenmesi iktidar partisi liderinin faşizmin teori pratiğiyle yoğrulmakta olduğuna işaret ediyor. “Haşere” pozisyonu münasip bulunan ve “temizlemeye” ant içilen Kürt direnişçileri üzerinden iktidar partisi kendi nostaljisini yeni toplumsal hakikat haline getirme ümidini canlı tutma gayretinde.
Bu gayretin bir yeter şartı da askerî kayıpların mümkün mertebe gizlenerek “güç”lülük ajitasyonunun daimiliği. İç ülkenin aylardır karartmaya tabi tutulması iktidarın yer yer bir Vietnam çıkmazına saplandığına işaret düşürüyor. Sonrasındaki devlet şiddetiyle harp yorgunu birer Beyrut’u andıran şehir direnişlerinin sürdüğünden haberdarız. Yanı sıra günlerce sokak ortasında bekletilen naaşların, top atışlarıyla yıkılan binalardaki bodrumlarda hayatını kaybeden yüzlerce Kürt’ten, yaygın tutuklamalardan... İki tarafın ağır kayıplar verdiği savaş hali neredeyse her gün onlarca Kürt gencin toprağa verilmesiyle sürüyor. Kayseri’deki bir mahalleye üç gün içinde üç polis ve asker cenazesinin gitmesi gibi detaylar, ne denli gizlenmeye çalışılırsa çalışılsın tablonun batıda da vahim olduğunu anlatıyor.
Bazı açıklama ve girişimleriyle Mursileşme sendromuna tutulduğunu hissettiren ve kendi milis güçlerini fiilen oluşturmaya girişen iktidar partisi, kendi evriminin bir anından itibaren, sonrasında inşa ve ihya etme vaadiyle isyancı Kürt şehirlerini yerle yeksan etmeyi göze alan çılgınlığa girişti. Söz edilen B ve C planları hatırlanacak olursa, halihazırdaki uygulamaların zihinsel hazırlığına evvelden girişildiği ileri sürülebilir. Süreğen despotluğa dönüşen AKP iktidarının, İmralı’da toplumun ezilenlerine nefes aldıracak çerçeve metne sahip politik uzlaşma teklifini pragmatik nedenlerle bir dönem boyunca tartışılabilir bulduğunu ifade ederken muhtemel bir “ez-çöz” planına odaklandığını da hakeza.
Cumhuriyet tarihi boyunca daimi siyasal paranoyaya tabi Kürt meselesini, paranoyayı kışkırtmak suretiyle, kendisine odaklanan salvolardan kurtulmak için araçsal olarak kullanan AKP, milliyetçi söylemin bütün yavanlığına sarılarak siyasal elitler ve toplum sathında bu vehmi canlı tutmayı önemli ölçüde başardı. Siyasal uzlaşma çabaları sırasında zuhur eden HDP, toplumsal sıkışmışlığı isabetle teşhis ederek alternatif bir yaşama hasret diye anlayıp kendini inşa ederken hızla büyüdü ve “Yeni Yaşam” teklifi olarak ortaya konan HDP siyaseti toplumda bir çarpan etkisi yarattı. 7 Haziran’da AKP’nin “yenilmesi” ama kuşkudan uzak bir zafer kazanan önemli bir siyasal parti olarak HDP’nin sesini daha gür duyacağımız günlerde, birdenbire işitilmez oluşu ufuktaki çıkmazın esaslı işaretlerindendi.
İktidar partisinin miting ve binalarını bombalayarak kışkırtmaya çalıştığı HDP’nin kaba bir “anti”cilik siyasetine, içeriksiz bir sinik söyleme müracaat etmeden açtığı yol onu milyonlarla buluşturmuştu ve harika bir yaz başlıyordu. Ne var ki siyasal uzlaşma çabasının ifadesi olan “masa”yı deviren iktidar partisi, zannettiğinin aksine neticeler veren stabilizasyon siyasetini, uzlaşma çabasının verimi olan HDP’yi kriminalize ederken Kürt direniş hareketine yönelik taarruzuyla durumu kontrol edilebilir silahlı çatışma siyasetine dönüştürdü.
Bir kez olarak ileri sürülebilir: Devlet ve bu arada onunla özdeşleşmeyi türlü gerekçelerle seçen AKP geçen yaz başlayan çatışma iklimine öylesine muhtaçtı ki “özyönetim” etiketiyle ifade edilen siyasal proje olmasaydı bir başka bahaneyle iç ülkeyi tarumar edecekti. 2015 yazında bir iç savaş hali en çok da bir açıdan “topal ördek” olan iktidar partisine lazımdı ve icat edilmeliydi. İlan biçiminden içeriğine varana dek İmralı’daki formülasyondan uzak bir retorikle ele alınan ve oldukça amatör bir dar pratiğe sıkıştırılan söz konusu proje, Öcalan’la görüşmeleri keserek Kürt fitilini ateşleyen iktidarı endişelendirmekten çok, derhal boğmak için polisiye hamleler yoluyla erken bir askerî çatışmaya hapsetme taktiğiyle karşılandı.
İmralı’da ortaya konulan siyasal çerçevenin, “saldırıya” uğrama halinde nefsi müdafaayla sınırlı bir “özsavunma” mecburiyetinin doldurduğu söylenebilir. Elbette bunun ideolojik, felsefi arka planı ve fakat onlardan daha önemlisi Ortadoğu’da zuhur eden kitlesel “devrim”lerin dilini yakalama ve uluslararası meşruiyet sağlama kaygısı barizdi. HDP’nin 7 Haziran seçim zaferi ardından yasal demokratik siyasetin imkânlarının daha bir kuvvetle zorlanacağı beklenirken, bu imkân tüketilmeden girişilen “özyönetim” denemelerin HDP seçmeni ve “düşmanı” olmayan ortalama seçmende dahi paniğe yol açtığı görülemedi. Savunma değil bir tür meydan okuma olarak geliştirilen ve belki sadece iktidarın uzlaşmadan yoksun diline karşı güncellenen “ilan”larla demokratik siyaset neredeyse “ihmal edilebilir” alan addedildi.
Nihayet geçen yazdan bu yana çatışmaları, kayıpları konuşarak iktidarın tayin ettiği bir siyasal atmosferde yol alıyoruz. Üstelik kayıpların yaşayanlar üzerinde yaratması beklenebilecek dağlayıcı acısı, tıpkı ölüm oruçları dönemindeki gibi, dar bir izlerçevre dışında kimseleri ilgilendirmiyor ve bu kanıksayıcılık içinde her zamanki gibi “hayat devam ediyor” ve toplumsal çaptaki gizli anksiyeteye tutulduğumuz içe patlamalarla kendisini dışa vuruyor. Kürtlerde filizlenen ve bu yanıyla bir uçurumu tarif eden hem Türklerden hem Türkiye siyasi coğrafyasından kopuş hissiyatının Kürtleri kaderine seyirci kalan ve dolayısıyla “Türk” olarak kodlanan batıdaki nüfusa karşı kırılmaya, hatta zamanla kalıcı tepkiye ve kendi başlarının çaresine bakma arayışlarına yol açması muhtemel.
Bununla birlikte, iktidarın vahşet repertuarı fazlasıyla zengin askerî hamleleri, toplumsal ayağı bir ölçüde zayıf olan ancak örgütsel yanı hızla tahkim edilen Kürt direnişiyle karşılanınca kendini tekrara başladı. Günün birinde karar vericilerini uluslararası platformlarda yargılamaya yol açması muhtemel bu resmî şiddetin, intikam duygusunu yeşertmek haricinde, direnişçiler üzerinde kuvvetli bir tesirde bulunduğu söylenemez. Şiddetin dozajı arttıkça etkisinin seyreldiğine tanıklık ederken, 12 Eylül sonrasında mikro ölçülerde Diyarbakır hapishanesinde hayata geçirilen mevcut düşman hukukunun ülkeyi nasıl bir yangın yerine çevirebileceğini tahmin etmek güç değil. Geçen yazdan bu yana süren çatışmaların Kürtlerde hiç değilse 12 Eylül sonrası 90’lı yıllar kadar yıkıcı etkide bulunduğunu onlarca yıl sonra da hatırlayacağımız kesin. Bu kez, öncekilerden farklı olarak, Kürtlerin bir direnişe kilitlemenin ötesinde olağan şartlarda uygulanabilir bir toplumsal projeye sahip olduklarını da. Bilhassa Kobane’de işgale karşı verilen savaşın sonuç almasının ardından, kapsamı ne olursa olsun alınacak hasarların Kürtleri çökertmesi yahut ümitsizliğe çivilemesi imkânsız.
Kürt direniş hareketinin dahi beklemediği yoğun ve sistematik devlet şiddeti onu kontrpiyede yakalayarak ağır kayıplara yol açmakla kalmadı, direnişçilerin omuzları üzerinden memleket sathındaki ahalinin tamamına gözdağı verdi. Şeyh Sait isyanından bu yana neredeyse her defasında, isyancıları erken bir hamleye zorlama ve ardından tenkile girişme bilgisi güncellenirken Kürt hareketinin hazırlıksız hali, siyasal uzlaşma görüşmelerinin iktidar partisinin aksine o cenahta beklenti doğurduğunu da anlatır.
Savaşan tarafları destekleyenlerin her biri, tarafını tuttukları kuvvet karşı tarafa zayiat verdirdikçe âdeta “katharsis” etkisi yaşandı. Aşağı yukarı 2016 Nevroz’una dek, daha çok direnişçilerin ağır kayıpları konuşulurken ölen her bireyin şahsi öyküsü halk arasında mitolojik bir anlatıya döndü. “Teslim ol” siyasetine kilitlenen, “son terörist” hamasetine sarılan iktidarın beklediğinin aksine binlerce gencin dağlara çıktığı, türlü mesleklerden birçok kişinin “özsavunma”ya katıldığı haberleri o cenahta bir derlenişi besledi. Nitekim şiddetin acımasız bir tazyikle uygulandığı ilk aylarda Kürtlerin önemli bir bölümü yanlış buldukları özyönetim politikası karşısında bitaraf kalmayı yeğler, hatta Kürt hareketinin demokratik eylem çağrılarını yanıtsız bırakırken devlete verdirilen kayıpların çoğalmaya başladığı günlerde yaygın olarak Nevroz’a katıldı.
Buradan hareketle varılacak yerin Kürt devrimi değil toplumsal kaos olacağını kestirmek mümkün. Zira kayıplar hanesinde devlet görevlisi olarak yer alanların da hikâyeleri var ve maaşlı bir işle profesyonel olarak savaştıkları için etki alanı dar olsa dahi bilanço ağırlaştıkça batıda ırkçı öğelerle iç içe başıboş bir milliyetçiliğin sokaklara dökülmesi muhtemel. Kendilerini savunma refleksleri geleneksel olarak pek zayıf Alevilere karşı vahşi vahhabi anlayışların kanlı saldırganlığını da denkleme eklediğimizde şahsi ve parti ölçekli iktidarını kurtarma ve sağlama almanın ötesinde ele avuca gelir sözleri bulunmayan AKP iktidarı açısından da mevcut tablonun felakete işaret ettiğini söyleyebiliriz.
Direniş uzadıkça AKP’nin kısa sürede baskılamasıyla sessiz kalmalarını sağladığı müttefiklerinin güçlü sorgulamalarına muhatap olması muhtemel. İktidar bloğundaki tarihsel korkulara yaslanan güncel ittifakın çatırdaması da. Diğer taraftan Kürt cenahı sürdürme ve misliyle mukabele imkânlarını artırdığı direnişi intikam eylemleriyle boyutlandırması da ihtimal dahilinde. Diğer ifadesi toplumsal iç savaş olan böylesi bir “vatandaş harbi”ni önlemek HDP’nin aktif siyaset alanında tekrar gövde kazanmasıyla mümkün. “Tekrar” sözcüğünün işaret ettiği hal, çatışma ortamında âdeta varlık hakkını yitirmiş görünen ancak ve aslında tam da böylesi bir ahval ve şerait içinde önerileriyle kasvetli siyasal ortamı dağıtması umulan HDP’nin toplumun kahir ekseriyeti açısından kabul edilebilir bir üçüncü yolu inşa etmesi acil ihtiyaç listesinin ilk sırasına yerleşmiş vaziyette.
Bu yazının yazıldığı günlerde, iktidarın tüm tazyikine ve iç ülkede süren savaşa rağmen HDP’nin oy oranı, hâlâ %10 sınırının üzerindeydi. Güçlü bir tarihsel belleğe işaret etmesi ve parlamentodan atılma tehdidine karşı izzetinefis mücadelesi içindeki HDP seçmeninin âdeta iktidara meydan okuması bakımından gayet anlamlı olan bu durum aynı zamanda bir sınıra da işaret ediyor. Türkiye gibi parlamentonun önünde sonunda belli bir etkisinin olduğu, darbelerin dahi nihayet “oylatılarak” rıza üretildiği ve gelecek tasavvurlarının ya da kısa vadeli vaatlerin nihayet vatandaş tarafından seçim sandığında değerlendirildiği ve aday partilerin bu sonuçlara göre parlamenter siyasetin güç tasnifi denklemine yerleştikleri bir siyasal düzende seçim barajına takılmamanın önemi ortada.
İktidarın despotluğuna karşı bir demokratik cephe partisi olarak teşekkül eden HDP, asıl olarak, bir demokratik cumhuriyet inşasının vaadiydi. Bu toprakların kanlı geçmişi hatırlandığında neredeyse bir ütopya katına çıkarılabilecek böyle bir vaat, onlarca yıldır iktidarlarca baskı altında tutulan fakirlerin ve ezilenlerin önemli bir bölümünün ilgisini ve teveccühünü kazandı. İlk kez bu denli yaygın kabul gören ve bir imkâna işaret eden HDP’nin bugün seçim barajını hâlâ aşması önemli olmakla birlikte, oy çeşitliliğindeki zenginliğin çatışma ortamında anlaşılabilir nedenlerle azalması potansiyel Türk seçmendeki bir ihtiyatı ortaya koyuyor.
Türk seçmenin nerede konuşlandığını anlamaya çalıştığı HDP, geçen yazdan bu yana, kendisinin tayin etmediği ve öznesi olmadığı bir siyasal ortamda, âdeta mecburi istikametle Kürt seçmenine doğru daralan bir tabanla hemhal. Taraflar konuşma, görüşme, müzakere başlıklarının savaşmaktan yeğ olduğuna kanaat getirmedikçe bu kulvarın açılması, açılsa dahi işlemesinin pek kolay olmadığını da göz ardı edemeyiz. HDP’nin asıl gücü ve ikna ediciliği salt Kürtlere değil ezilenler dünyasının tamamını demokratik bir toplumu birlikte inşa etmeye çağırmasında. HDP’nin Yeni Yaşam manifestosundan kopmadığını eylemli olarak ortaya koyması bu nedenle gün geçtikçe daha bir kıymetleniyor.