Büyük yankı uyandıran Mecklenburg-Vorpommern eyaleti seçimleri ardından -ve Berlin eyalet seçimleri öncesi- Angela Merkel´in Federal Parlamento’da yaptığı konuşmanın final vurgusu bu cümle üzerindeydi. Bazı konuşmalarda söylenmeyenler, söylenenlerden daha önemlidir. Bu konuşma tartışma götürmez şekilde bu türdendi. Yaklaşık bir yıl önce Dublin Anlaşması´nın hükümleri geçici olarak yürürlükten kaldırılarak kriz bölgelerinden mülteci alınmasının önü açılırken sarf ettiği ve muhtemelen siyasi kariyerinin en çok hatırlanacak “Biz başarırız” [Wir schaffen das] sözleri bu konuşmada yer bulmadı. Onu ikame eder nitelikteki yeni cümle bu bakımdan Almanya´da değişen politik iklimin izlerini taşıyor.
Savaş sonrası Almanya’sında uzun süre üç partiye dayanan siyasal sistem iki önemli kırılma yaşadı. 1980´lerin başında Yeşiller’in Federal Parlamento’ya girmesiyle değişen siyasal denklem, 2000’li yıllarda girişilen sosyal reformlara tepki sonucu doğan/güçlenen Sol Parti´nin siyasal aktör olarak belirmesiyle yeniden şekillendi. Şimdiye dek siyasetin sol kanadında yaşanan kırılmalardan farklı olarak bu kez siyasal yelpazenin sağında önemli bir kırılma tehdidi belirginleşmiş durumda. Sağ cenahtaki popülist unsurları kendine entegre ederek radikalleşmelerinin ve demokratik sistem için tehdit oluşturmalarının önüne geçen Hıristiyan Demokrat Parti’nin (CDU) bu konumunun tehlikeye girmesi belki henüz partiler sistemi açısından olmasa da, siyasal söylemler açısından milat niteliği taşıyor. CDU´nun sağında doğan “Almanya için Alternatif” Partisi’nin (AfD), sadece bu partiden değil, neredeyse tüm partilerin seçmenlerinden tepki oyları alması, mevcut kırılmanın ciddiyetine dair fikir verici olabilir. Alarm zillerinin çalmasına neden olan 4 Eylül 2016 Mecklenburg-Vorpommern seçimlerine ilk kez katılan AfD, %20,8 oy alarak, ikinci büyük parti olarak eyalet parlamentosuna girmeyi başarırken, bir önceki seçime göre Sosyal Demokratlar (SPD) %5, CDU %4, Sol Parti %5,2, Yeşiller %3,9 ve hatta ırkçı çizgisinden ötürü bir dönem kapatılması dahi öngörülen aşırı sağ NPD dahi %3 oy kaybına uğradı. Diğer yandan Seçim Araştırmaları Topluluğu´nun [Forschungsgruppe Wahlen] verileri, AfD´nin oylarının yaklaşık üçte birini, daha önce seçime gitmemiş kişileri mobilize ederek aldığını gösteriyor
AfD´nin yükselişi, Almanya´nın birleşmesi sonrası kurulan doğudaki yeni eyaletlerde sağ popülizme açık siyasi zeminle açıklanabilir olmaktan uzak. Zira Alman kamusal yayın kuruluşu ARD için düzenli kamuoyu araştırmaları hazırlayan Infratest dimap Enstitüsü´nün eylül ayı siyasi eğilimler araştırması, bir Federal düzeyde bir seçim gerçekleştirilse AfD´nin ülke çapında %14´lük oy oranına ulaşarak üçüncü büyük siyasi parti konumuna erişeceğini gösteriyor. AfD´yi siyasal sistem ve iklim açısından endişe verici boyuta taşıyan ise esas olarak ulaştığı oy oranı değil, bu oyların bileşimi. Aynı enstitünün Mecklenburg-Vorpommern seçimlerinde yaptığı araştırmanın sonuçlarına göre AfD seçmenlerinin %67´si diğer partilerden hayal kırıklığı nedeniyle tercihini belirlerken, partisinin söylemlerinden ikna olmuşluk nedeniyle oyunun rengini belirleyenlerin oranı sadece %24 oranında kalıyor. Partinin söylemleri geniş kitlelerce paylaşılırken, parti yöneticilerinin düşük popülaritesi ve hatta kendilerine dair memnuniyetsizlik (Eylül 2016 Almanya Eğilimleri Araştırması’na göre katılımcıların %74´ü AfD Başkanı Petry´den memnuniyetsiz) partiden çok, söylemlerinin kalıcılaşma olasılığını güçlü kılıyor.
Partinin taşıyıcısı niteliğindeki tepkisellik şüpheye yer bırakmayacak şekilde mülteci politikasına ilişkin. Kamuoyu araştırmalarında eşine az rastlanır şekilde, partinin tüm seçmenlerinin, yabancı ve mültecilerin ülkeye girişinin sınırlandırılması konusuda istisnasız hemfikir olması bunu net biçimde ortaya koyuyor. Parti seçmeninin istisnasız hemfikir olduğu bir diğer hususun, partilerinin “diğerlerinin açıkça söylemediğini net şekilde dile getirdiği” kanaati olması da bu bağlamda dikkate alınmalı.
Mecklenburg-Vorpommern seçimlerinde partilerin seçmen profili incelemek AfD´nin sistem üzerinde etkisine dair öngörülerde bulunmaya yardımcı olabilir. Parti 18-24 ve 70 yaş üzeri tüm yaş gruplarında neredeyse eşit ölçüde ve %20´nin üzerinde oy oranına ulaşıyor. İşçiler arasında en popüler parti konumunda olan AfD, bu kesim içerisinde %33´lük oy oranına ulaşırken, seçmenleri arasında düşük eğitimlilerin belirginliği göze çarpıyor. Bu kesim içerisinde %28´lik bir oya erişen partinin yüksek eğitimliler arasındaki görece daha düşük, %15´lik oy oranı da yabana atılır türden değil. Neredeyse tüm toplumsal kesimler, yaş grupları ve meslek alanlarında temsil imkânı bulan partinin seçmenlerine dair en ilginç verilerden biri erkek seçmen ağırlığı. Parti erkekler arasında %25´lik oy oranına ulaşırken, kadınlar arasında %16 dolayında kalıyor.
Seçmen kitlesine dair veriler, ortaya çıkan hareketin sadece Hıristiyan Demokrat taban üzerinde bir mücadelenin ötesinde bir anlam taşıdığını teyit ediyor. En sağdan en sola tüm partilerden göç ve mülteci politikasına dair sert sözlerin işitilir olmaya başlaması, tabanını yitirme kaygısı taşıyan ve buna söylemsel tedbirler alan tek partinin Hıristiyan Demokratlar olmadığını/olamayacağını yansıtıyor. Dolayısıyla AfD´yi siyasal sistem için sadece bir yapı değişikliği değil, esas olarak renk değişimi olarak görmek gerekiyor. Aşırı sağın ve sağ popülizmin siyasete renk vermesinin önüne geçmenin formülü de belki Merkel´in parlamento konuşmasının daha az ön plana çıkan şu sözlerinde saklıdır: “Politikacılar, biz sorumluluk taşıyanlar zaten kullandığımız dilde ölçülü olmalıyız. Eğer bizim sözlerimiz çığırından çıkarsa, kazanan sadece her zaman basit ve keskin ifadeler kullananlar olacaktır.”