Anti-Entelektüalizmin Zaferi: Antik Roma’dan Ankara ve Washington’a Uzanan bir Serüven

Başkanlık için Cumhuriyetçi adayların seçimi esnasında, Donald Trump diğer başkan adaylarının hiçbir biyografisini okumamıştı ve bunun hakkındaki sorulara ve “O iş bir gün ister,” cevabını vermişti. Okumak için zamanı yoktu çünkü; "Asla yapmadım, her zaman çok iş yapmakla meşgulüm, şimdi daha da önce hiç olmadığı kadar meşgulüm," diyordu. Bir dizi görüşmeden dolayı geniş kapsamlı okumaya ihtiyaç duymadığını, çünkü sahip olduğu bilgi dışında çok az bilgi ile doğru kararlara ulaştığına inanıyordu. “Sağduyuluyum ve işimde çok yetenekliyim,” demişti Trump ve “ağaçlar için ormanı göremiyorlar,” diyerek uzmanlardan/araştırmacılardan kuşkulandığını ifade etmişti. Karar verirken insanların içgüdüsel olarak doğru şeyi bildiğini görüyor ve Trump’a göre "Bir sürü insan, her zaman okuyan adamlardan daha doğru karar veriyordu.”

Donald Trump’un yaz aylarında Washingon Post'la yapmış olduğu bu röportajı[1] ve ifadeleri Trump'ın ABD seçimlerindeki zaferi sonrasında önemli bir yer tutuyor. Çoğu insan, ABD seçim sonuçlarını, dünya politikasında anti-entelektüalizmin rolü ışığında tartışmaya başladı. Bence, ABD seçimleri ile oluşan bu atmosfer ve dünyadaki entelektüalizm karşıtı dinamikleri tarihsel bağlamda anlamak mümkün.

Yaşlı Cato’nun Reenkarnasyonu

Hiç kuşkusuz anti-entelektüalizmin dünyada popülist kökenleri vardır. Uzmanlara ve entelektüel elitlere olan güvensizlik ve ulusal sorunlara önerilen çözümlerinin yetersizliği iddiası üzerinden ortaya çıkan popülizm, Yaşlı Cato örneğiyle Eski Roma'ya kadar geriye götürülebilir. Yaşlı Cato (Marcus Porcius Cato) ünlü ve muhafazakâr Roman senatör-konsül ve aynı zamanda dünyadaki ilk anti-entelektüel politikacılardandı. Anti-entelektüalizmi, Yunan fikirlerinin ve Yunan felsefesinin Roma geleneğine olan tehditlerinden dolayı Helenizm karşıtlığına dayanıyordu. Ünlü Antik Roma tarihçisi Plutarch’ın anekdotlarını okuduğumuzda, Cato’nun başta Sokrates olmak üzere dönemin filozoflarına yönelik nefret ve aşağılayıcı sözlerini görüyoruz. Örneğin Yaşlı Cato’ya göre, Sokrates boşboğaz ve geveze bir mahlûktan başka bir şey değildi. 

Açıkçası, Cato'nun konsüllük döneminde onun için en büyük sorun Antik Roma'da Yunan filozoflarının popülaritesidir. Dönemin kaynaklarından bazıları, bu dönemde Antik Roma’da, felsefi konularda, özellikle genç nesiller arasında, büyük kitlelerin ilgisini çekmek üzere halka açık konferanslar verilmesinin ve Carneades'in adalet konusundaki iki önemli performansının bu derslerin arasında olduğunu ileri sürüyor. Bu duruma tahammülü olmayan Yaşlı Cato’nun filozofların popülerliği nedeniyle endişe duyması, senatoryal faaliyetlerin hızlı bir sonuca varılmasını istemesi ve böylece büyükelçilerin mümkün olan en kısa sürede eve dönebileceğini düşünmesi, Cato’nun entelektüellere olan öfkesinin bir yansıması olsa gerek. Bir yandan, Carneades veya Sokrates gibi geleneksel sofist fikirlerini hatırlatan ve konuşmalarında filozofların önemini gösteren düşünürler varken, öte yandan Yaşlı Cato, geleneksel, otoriter, anti-entelektüel bir yöneticiliğin/liderliğin temsili olarak karşımıza çıkar.

Cato'nun anti-entelektüalizmi ve diğer politika argümanları, ünlü düşünür ve sosyolog Barrington Moore tarafından Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri adlı kitabında “Catonism” olarak kavramlaştırıldı. Moore'un analizine dayanılarak, hem 1929 Ekonomik Buhranı’na hem de modernleşmeye duyulan kitlesel tepki, özellikle Almanya'da olmak üzere her Avrupa ulusunda ortaya çıkmıştı. Moore'un çalışmasında belirttiği gibi, bu kitlesel tepkinin düşünsel temellerinin en azından Antik Roma’ya dayanan bir geçmişi var. Anti-entelektüalizm bu bağlamda temel unsurlardan biridir. Moore’un Catonism’in başat uygulayıcılarından birisi olarak gösterdiği Nazi Almanya’sı da anti-entelektüalizmin kalelerinden birisiydi. Bu açıdan anti-entelektüalizm 1933-1945 yılları arasında Nazi kültürünün ve ideasının sürdürülmesinde kritik bir rol oynuyordu. Bu durumu anlatabilecek en meşhur ve bilinen örneklerden birisi 10 Mayıs 1933’te gerçekleşmişti. Daha öncesinde alanında dünyanın en iyileri olarak bilinen Alman üniversitelerinin öğrencileri ve toplulukları Berlin ve Almanya’nın diğer büyük şehirlerinde toplanıp “Alman” olmayan fikirleri ve bilgileri içeren kitapları yakmaya başladılar. Kitap yakma festivaline çevirdikleri bu vahşeti ise dönemin Propaganda Bakanı Goebbels şu sözlerle savunmaktaydı: “Gelecekteki Alman vatandaşı kitapların adamı olmayacak, fakat karakter adamı olacak, biz sizi bu sona hazırlamak için eğitmek istiyoruz. Yahudi entelektüalizmi artık sona ermiştir.”

Anti-Entelektüel Kardeşler: Trump ve Erdoğan

1930'lardaki ekonomik kriz ve bu yıllardaki modernleşme sürecinin çöküşü, Moore'un Catonism konsepti ışığında Avrupa'daki otoriter rejimleri yeniden üretti. Günümüzde, liberal demokrasi ve küreselleşmenin yarattığı kriz nedeniyle dünya siyasetinde de aynı ivmeyle karşı karşıyayız. Sanırım bu olgunun tek olumlu sonucu, bu konularda önemli tezlere öncülük eden Oryantalist bakış açısının yanlış hesaplanmalarıdır. Oryantalist araştırmacı ve düşünürlere göre, anti-entelektüalizm otoriter liderlerin İslâmcı kimliğinden dolayı dünya genelinde çoğunlukla Müslüman ülkelerde görülüyordu ve Erdoğan örneği, bu araştırmacılar tarafından özellikle son yıllarda geçerli bir görüş haline gelmişti. Fakat günümüz dünyasında ve hatta Antik Roma’ya kadar giden tarihsel süreçte Erdoğan’ın “Müslüman” olmayan ruh ikizleri saymakla bitmiyor; Yaşlı Cato, Hitler, Trump, Putin, Le Pen ve diğerleri gibi. Bahse konu bu ruh ikizleri gibi, anti-entelektüalizm Erdoğan için siyasal mücadele alanında inanılmaz bir retorik haline dönüşmüş durumda. 2014 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimine şöyle bir dönersek, bu süreçte yapılan ilk mitingde Erdoğan, “monşer” diye nitelediği rakibi Ekmeleddin İhsanoğlu'nu şu sözlerle eleştirmişti: “Neymiş profesörmüş, neymiş üç dil biliyormuş. Biz tercüman mı yoksa ülkeyi yönetecek adamı mı arıyoruz. Tercüman arıyorsak çok... Üç dil bilen de var, beş dil bilen de var. Ben işte tercümanlarla götürüyorum işi hamdolsun.”

İlginçtir ki AKP iktidarı döneminde eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün desteğiyle İslâm İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreterliği’ne yükselen ve İslâmcı kimliğiyle tanınan Ekmeleddin İhsanoğlu seçim kampanyası boyunca yine İslâmcı olduğunu “iddia” eden Erdoğan tarafından “entelektüel, okumuş ve elitist” olmakla itham edilip meydanlarda eleştirildi. Aslında bu basit örnek bile, Erdoğan’ın anti-entelektüalizminin İslâmiyet ile alakalı olmadığını, kriz dönemlerinde veya önemli yol virajlarında seçmen kitlesini daha kolay konsolide etmek ve desteklerini sağlamak amacıyla diğer popülist liderler gibi, Barrington Moore’un kavramlaştırdığı Catonist bir politika argümanına sarıldığını gösteriyor. Bu bağlamda yine ilginç olan bir diğer nokta, dünyada İslâmofobik görüşleriyle tanınan bir lider haline gelmiş Donald Trump’un seçim zaferinin hem Erdoğan hem de taraftarları tarafından büyük bir sevinçle karşılanmış olması.

Genel olarak, karşılaştırmalı bir tarihsel ve sosyopolitik perspektiften bakacak olursak, otoriter sağ popülizmin yükselişi ya da anti-entelektüalizmin zaferi İslâmın varlığı yüzünden veya salt siyasi sebeplerden ötürü değildir. Bu ülkelerdeki ekonomik/politik/sosyal krizlere, globalleşmenin ve liberal demokrasinin girmiş olduğu çıkmaza tipik tepki nedeniyledir ve zaman-mekân ayrımı yapmaksızın Avrupa'daki birçok ülkede görülebilecek bir süreçten geçtiğimiz bir gerçektir. Erdoğan döneminde artan muhafazakâr otoriterleşmenin temel yapıtaşını da bahse konu tarihsel tekerrürün dinamiklerinde aramanın çok daha isabetli olacağı kanaatindeyim.


[1] https://www.washingtonpost.com/politics/donald-trump-doesnt-read-much-being-president-probably-wouldnt-change-that/2016/07/17/d2ddf2bc-4932-11e6-90a8-fb84201e0645_story.html