Bizim zamanımızı yaşayan insanlar büyük bir değişime tanıklık ediyor. Milyonlarca insan yersiz yurtsuz. Çatışmalar, savaşlar, saldırılar, baskılar, mecburiyetler, zorlamalar ve daha birçok neden mekânsal sınırları zorladı. Kentler, köyler, topraklar, evler terk edildi. Oysa bir de fiziksel olmayan bir yersiz yurtsuzluk hali var. Aynı yerlerde kalmaya, yaşamaya devam etsek de artık bütünselliğimiz, kavrayışımız, eyleyişimiz yersiz yurtsuzlaşıyor. Bizden bir şeyler göçüyor.
Andrey Platonov'un Mutlu Moskova romanındaki başkarakter Moskova Çestnova'nın içinde olduğu hal, seksen küsur yıl sonrasında yaşayan bizler için tanıdıktır. Moskova keskin ve uzlaşmaz hissettiği bir dünyada halatları düğümlemeye çalışan genç bir kadındır. Ama garip bir uyumsuzluk yaşar; şaşkınlık duyar. Yaşamın ıstıraplarına dair ezeli bilmeceler henüz çözülmemişken, dış kapının önünde yaşama dair şahane ezgilere kulak tıkanmışken; gömülmeyi, görmemezlikten gelmeyi anlayamaz. Moskova yerinde duramıyordur; bir yerde, kimseden uzun süre kalamaz. Darlıktan sıyrılıp uçma arzusuyla çırpınır. Ama yaşadığı yerlerde, değdiği insanlarda yarım hisseder. Rahat edebileceği bir yer bulmak ister ama sonunda hep yersiz yurtsuz hisseder. Anlaşılmaktadır ki yaşanan koca dönüşümlere ayak uyduramayanlar vardır; idealarla pratiklerin uzak mesafesini kavrayamayanlar... Ve onlar dışarıda bırakılır, dışarıda kalmaya başlar.
Sadece kendi yaşamlarını değil, topyekûn bir yaşamı geleceğin karanlık, uzak diyarlarına sürükleyenler tüm bir çıplaklıkla belirmemiştir; onlar hedefte değildir. Bize göre daha şanslı olan Moskova yine de yabancı gibidir yaşadığı yerlerde ve bu duygusunu artarak yaşar. Yaşamı yoksul ve kederli kılanların büyük bir taarruza geçtiği bu zamanlarda, bizlere de işte böylesine bir yabancılaşma yaşatılıyor. Artık "ev"de hissetmiyoruz.
John Berger, bir kitabında mesafelerden bahsederken "ev"in varlıkbilimsel bir anlamı olduğunu anlatır.[1] Buna göre; dikey ve yatay iki çizginin kesiştiği yerde bulunan ev, önceleri, yeryüzünün merkezi gibiydi. Dikey olanı, hem yukarıya, göklere tırmanırdı hem de yeraltına, toprağa inerdi. Yatay olanı ise yeryüzünde uzanan olası tüm yollara, yolculuklara çıkardı. İnsan burada başlangıç noktasında olduğu gibi dönüş noktasındaydı da. Sonradan yitmeye başlamış bir güven duygusu içindeydi.
Kesişmenin vaat ettiği güven duygusunu kaybeden, yerinden edilmiş insanlar içinse ev eski anlamını yitirdi. Bizim için de yitiriyor. Kimliğimizin, geçmişimizin, hatıralarımızın öylesine ya da sahiden parçası olan sokaklarla, yollarla, binalarla, parklarla birlikte bir evi ev yapan şeyler, yaşadığımız kent, başka bir anlama bürünüyor. Oysa diyor ki Berger, üzerine dünyayı inşa ettiği bu çekirdekten yoksun olursa insan, açıkta kalır, her şey bölük pörçük bir hale gelir.
Yaşadığımız buna benziyor. Sadece kanın soğuk kudretinden değil, yaşama savaş açmış bir gücün çirkin kudretinden de sıçrayanların izlerini görüyoruz. Değdiği her yerde ve her anda, dikey ve yatay çizgisiyle evlerimizin temelini zayıflatıyor. Yaşadığımız kalabalıklarda gittikçe yersiz yurtsuz, evsiz hissetmeye başlıyoruz. Yaşama dair özensizliği körüklüyor.
Ortada temel olan ve basitliğine zıt olarak zorlu içeriğe sahip bir cevap da durmaktadır: Üstesinden gelebilmek için gündelik hayatlarımızda ve bunu daha görünür/güçlü kılmak için siyasal alanlarda mücadele etmek. Hem düşünsel hem pratik anlamda. Hem de kişisel bütünlüğümüzü korumak gibi ruhsal alanlarda.
Fırlatıldığımız binaları, yolları, sokakları, meydanları yeniden evimiz kılmaya ihtiyacımız var. Akşamları fiziksel olarak döndüğümüz, duvarları arasında uyuduğumuz yapıları yeniden ev kılmaya... Yalnızca kendi hayatlarımızı yaşamadığımızdan, bu zamanın özlemlerini de taşıyoruz. Ve görünen o ki artık evsizlik, her yeri içine alan bir dayanışmayla aşılabilir; bölük pörçük kılan sınırları geçerek. Şiddetle havaya saçılanları, ahenkle bir araya getirerek...
[1] John Berger, Ve yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü, çev. Zafer Aracagök, İstanbul: Metis, 2012.