Tektanrılı dinlerin, deizmin kendisine çok şeyler borçlu olduğu Platon, belki de ilk kez deist bir dünya görüşünü dile getirir. Onun tanrısı Demiurgos, yarattıklarını kendi tabiatlarıyla baş başa bırakıp arkasına yaslanır; "alın yazısının yasalarını tanıtıp (...) Bütün bunları düzenledikten sonra, her zamanki yaşantısına geri döner" (Timaios, 48). Tanrı, arkasına yaslanınca, yeryüzü ve sakinleri üzerindeki tasarrufunu da bir kenara bırakır; kendi yaratısını edilgen bir şekilde temaşa eder.
Yakın zamanda Dücane Cündioğlu, kendi sosyal medya hesabında, Tanrı’nın böyle arkaya yaslanmasını kulları için de bir "tatil fırsatı" gibi tarif eder. "Yorgun" ve artık aralıksız ifa ettiği yüklemlerden kurtulmak isteyen Tanrı, arkasında "dinden istifa etmiş" kimseler bırakır. Ona göre deizm, bir tür "geçiş ideolojisi" olarak savunulması gereken bir inanç konumudur. Hatta ateizmden daha yıkıcı bir ara inanç görüngüsü sayılmalıdır: "Deizm bir inanç yorgunluğudur, nöbet tutmaktan ve güdülmekten bıkanlar için bir tatil fırsatıdır" (Facebook hesabı, 15 Nisan).
Kadim bir başlık olsa da, güncel deizm tartışmalarının özellikle imam hatipli gençler üzerinden tartışılmasıyla, Cündioğlu’nun “inanç yorgunluğu” tanımı çelişkili görünür. Ayrıca özellikle Avrupa’da, sözgelimi Descartes, Newton, Kant’a atfen dile gelen deizmin bir tür tatil olmadığı, tersine, bilmeye cesaret etmenin, meşakkatli bir anlama ve anlatma çabasının başlangıcı olduğunu belirlemek de mümkündür. Yani Batı tarihçesi içinde Tanrı, arkaya yaslanınca kulları daha bir şevkle işe koyulur ve âdeta şunu dile getirirler: “Sen, yeryüzünü mümkün dünyaların en güzeli gibi yarattın ama bundan sonra bize ve senden emanet aklımıza güven”.
Birçoğu nitelikli okul olarak sınıflandırılan imam hatip okullarının bazıları ileri teknoloji üsleri gibi tasarlanıp inşa edilmiş gibidir. İktidar, bu okulları kendi "davasını" egemen kılacağı mekânlar gibi tanımlasa da, özellikle bu kadar yaygın olmaları çelişkili bir şekilde beklentilerin ötesinde bir sonuca varabilir. Deizm tartışmaları da bunun bir belirtisi gibi anlaşılabilir. Tüm memlekete yayılan bu okulların, halka, kitlelere atfedilen zındıklıktan, din ve imanla ikircikli bağlardan etkileneceği varsayılabilir. Halk, her şeyi kendi dünyevi zeminine, kitle kendi gündelik çıkarlarına doğru çekerken, o genişlikte herhangi bir davanın tutunması olanaksız görünür. Bu yaygınlaşma, kendi hilafına bir genişleme olur bu durumda. Bu konuda kaygı duyanların, tersine, bu çoğalmadan telaşlanmaması gerekir belki de. Dolayısıyla imam hatip okullarının zamanla, sözgelimi Avrupa'da her şeyin başındaki mezhep adıyla anılan kurumlar, okullar gibi, adı var kendisi yok bir yere doğru ilerleyeceği öngörülebilir.
İmam hatipli öğrencilerin, erkenden bir "inanç yorgunluğu" içerisine girmelerinden ziyade, özellikle etkileşimli medyanın, bir başka tür zındıklık üreten ağına dahil olmalarından, Tanrı ile ilgili meseleleri hariçte bıraktıkları düşünülebilir. Sistemin önlerine yığdığı eğlence dünyası, farklı yaşamların ve dünyaların resimleri arasında belirli bir mezhebin davasını sırtlanmaları zordur. Özellikle davanın ana teması olan "inanç sahibi gençler" olmak için gerekli mizaç ve hedef birliği bu etkileşimli dünyada olanaksızdır. Kişisel farkların etkin olduğu bir kültürel iklimde, her ergenin kendi agnostik inanç çerçevesini yaratması çok olasıdır.
Birçok tarih felsefesi metinleri veya siyaset kuramları, toplumsal, siyasal dönüşümleri, devrimleri ya da karşı-devrimleri kalabalıklara mal etmezler. Bu kitapların yazarı mütefekkirler, dönüştüren icraatları genelde kapalı bir topluluk, bir klik, inanmış bir zümre, dirençli militanlar, eylemciler veya gizli örgütlere atfederler. Sonra iş işten geçtikten sonra egemenler, halka, kitleye dönüp, “her şeyi siz yaptınız” derler. Yani bir hareket genelleşip, gizli olmaktan çıkıp kalabalıklara açıldığında, enerjisi düşer, gündelik hal öne çıkar. Bu tür kitaplar yine kitleleri, zındık, nereye çekersen oraya giden bir topluluk sayarlar. Buna göre, herhangi bir davayı kalabalıklara yayma çabası, o dava her ne ise ona zarar verir. Böyle bir açıklıkta, meşru zemin arayışında, kapalı bir inancın yattığı irade, kısa zamanda bir tür sorumsuzluğa doğru evrilir. İmam hatipli öğrenciler de, yaygınlaşan "nitelikli" okullarda ayrıcalıklı bir davanın taşıyıcısı olmaktan çıkarlar.
Seksenli yıllarda liseyi okumuş olduğumdan biliyorum. O yıllarda Kırşehir'de bir düz, bir de imam hatip lisesi vardı. Benim gibi düz öğrencilerin etrafında bu liseden herhangi bir arkadaşımız olmazdı. Hatta mahallede bile bu liseye giden bir arkadaşım yoktu desem abartmış olmam. Askerî liseden olmak gibi, kendi içine kapalı bir topluluğun çocukları buraya devam ederlerdi sanki. Üniversitede de bu liseyi bitirmiş bir arkadaşım olmadı. Bu durum elbette benim bahtsızlığım da olabilir. Genel olarak kapalı bir zümrenin çocukları buralara devam ederlerdi. Muhtemelen birçoğu, bir tarikatın, tekkenin, cemaatin etrafında gezinen ve gizli bir öğretiye mazhar olmuş olanların çocuklarıydı. Düz yurttaşlardan ayrı, kapalı yerlerde şekil bulduklarından, zamanla daha rahat bir şekilde siyasal iktidarı ele geçirdikleri düşünülebilir. Çünkü bir davanın militanı olmak için, içrek, ezoterik, gizli, batıni gibi adlar alabilen ve kuşkuya yer bırakmayan inanç biçimlerine sahip eylemcilerin varlığı zorunludur; dışlandığına, dışarıda bırakıldığına, hor görüldüğüne dair bir hıncın yakıtı da belki.
İktidarın zoruyla bazı öğretilerin, yaşam biçimlerinin yerleşmesi mümkün olsa da, özellikle inanç ve kültür görüngüleri için tabandan gelen bir hamlenin gerekli olduğu açıktır. Sözgelimi aydınlanmacı iktidarlar zamanında açılan kültür ve sanat merkezleri bu amaca ne kadar hizmet etmişse, yakın zamanda inşa edilen sayısız cami ve imam hatip okullarının dindarlığa katkısının da o nispette olacağı düşünülebilir. Yaygınlaşma peşindeki her mezhep, kendi tanrısını biraz daha dışarıda bırakmaktan fazlasını yapmaz. Bir camide, okulda öğretisini yaygınlaştırmak isteyen bir zümre, genişledikçe öğretisinde saklı iradeyi, hamleyi seyreltmekten başkasını yapamaz olur. Bireylik şuurunun, tüketimin, etkileşimli medyanın, içerisi ve dışarısı arasındaki sınırların kalktığı küresel bir manzarada, sözgelimi Kuran kursuna devam eden bir çocuğun, tanık olduğu tedrisata sofuca bağlanmaktan çok, orada olanlardan şüphe duyacağı olasılığı da dile getirilmelidir. Dolayısıyla kanaatimce aydınlanmacı zihinlerin, örgütlü şekilde karanlığını dağıtmak isteyen cemaatlerin genişleme etkinlikleri nedeniyle fazla telaşa düşmemesi gerektiği iddia edilebilir. Üstelik dindarlık, inanç sahibi olmak, her zaman kendi aydınlığını yaratır. En karanlık olarak tasvir edilen bir tarikat bile, kendi içine kapattıklarına içeriden aydınlık, huzurlu bir dünya teklif eder. Dine, inanca bilimci bir açıdan bakmak, inancı bir aydınlanma sorunu, cahilce bir fikriyat gibi ele almak, asıl telaşlanması gereken durum gibi tarif edilebilir.