“Tout disparaîtra mais / Le vent nous portera.”
[Her şey yok olup gidecek ama / Rüzgâr bizi taşıyacak]
- Noir Désir
David Harvey, bedeni anlamanın doğru çerçevesi olarak Judith Butler tarafından teklif edilen “maddeye dönüş” savının, beden siyasetinin temel biçimi olarak “geçimlik ücret”le birlikte, yani ekonomi-politik bir içerik ve edim ile düşünülmesi gerektiğini söylüyordu; ona göre bu, tam da üretim, mübadele ve tüketim momentleri üzerinde etkileri olan bir sınıfsal meseledir. Mesele buysa, bir çağrışımla şuna değinmek elzemleşir: Beden üzerine düşünen bir hekimin, yığınlarca nicelikte “işçi bedeni”nden söz açmaması abes olacaktır. Yaralanma ve sakatlıkla sonuçlanan “endüstriyel suç salgını” olarak kıyamete varan nicelikteki iş kazaları ile meslek hastalıkları (“çalışma acısı”; souffrance au travail) dehşetengiz boyutlarıyla önümüzdeyken hele de. Dahası ve üstelik, korkarım meslek hayatım boyunca peşimi hiç bırakmayacak bir hastanın gözlerindeki o nemli ifadeden sonra: Bel ve kalça ağrısıyla başvuran, ağır yük kaldırma sonucunda gelişen travmatik disk dejenerasyonuna ikincil olarak sol bacağı tutmayan henüz 15 yaşında kavruk tenli bir inşaat işçisiydi. Bu çocuk işçi elbette sigortasızdı ve o nedenle sigortacılık ekseninde yapılanmış çalışma piyasasında, yani yargılanma ve kovuşturulmadan muaf tutulan bu taksirli suçlar cehenneminde “meslek hastalığı” olarak raporlanamazdı. Kısaca Brecht'in Bir İşçinin Hekime Çektiği Söylev'deki o ilk mısrası ile, “Biliriz nedir bizi hasta eden!” ünlemesiyle düşünmek gerekir bunu. Yanıtlamak adına da fazla söze hacet yoktur: Üzerindeki yıpranmış tulum, evin duvarındaki ıslak leke, rutubet ve küf yeterince açıklayıcıdır. Nitekim Émile Zola’nın Germinal’i (1885) yahut George Orwell’in Wigan İskelesi Yolu (1937) eseri de aynı minvaldeki tüyler ürpertici detaylarla doludur. Yine Jack London, Steinbeck veya Gorki yahut da Orhan Kemal romanları da öyledir. Ken Loach'un sahnelerinde yahut Lewis Hine'ın fotoğraf karelerinde, Philip Levine'in dizelerinde de bize kendisini ayan beyan gösteren şeydir bu.
Adına Türkiye denen kara parçasında, her gün, ortalama dört saatte bir vuku bulan ani işçi ölümleri, kararan cesetler halinde suya karışıyor. Ezkaza kıyıya vuruyor, hasbelkader basında yer buluyor. Meslek hastalıkları ve daha genel tabiriyle “işle ilgili hastalıklar” dikkate alındığında, günlük katliam bilançosu 30-40 seviyelerini buluyor. Canlar bir hiç uğruna yitiyor. Bir yandan da, İSİG'in sözünü ettiği “ölü canları sayma” edimi, ufukta göz kırpan yaşam umudu adına bir “vicdan ve adalet nöbeti” olarak kendisini dayatıyor. Sol memenin altındaki cevher sızlıyor.
Kanunlar, yönetmelikler, kurul kararları birbiri ardına sıralanıyor. Beyaz ekranda, konuşan kafalar, yasaların kusursuzluğundan ve fakat uygulamadaki noksanlıklardan söz ediyorlar. Tüketici mahkemelerinde tüketici, aile mahkemelerinde kadın (veya anne) ne ise, iş mahkemelerinde de işçinin o olduğu, yani yarışa birkaç adım önde başladığı söyleniyor. Sahadan bihaber kazuistik malûmatfurûşluk kol geziyor. “Hedef sıfır kaza” ve “istihdam seferberliği” ile başlayan cümleler, günün sonunda “kanunî mirasçı” ve “kan parası” ile sonlanıyor. İşverenlerin “Daha ne istiyorsunuz,” yollu yakınmaları dudaklardan süzülüyor.
Diğer taraftan, göstermelik önlemlerden, palyatif tedbirlerden söz ediliyor. İş cinayetleriyle ölümün sınıfsal renginin büsbütün ayyuka çıktığı gerçeği anımsatılıyor. Taş ocaklarından gemi inşasına, tersanelere, demir-çelik üretiminden kanalizasyon işlerine, her türlü gaz üretiminden tekmil inşaat işlerine varıncaya dek bütün ağır ve çok tehlikeli işkollarındaki seri cinayetlerden, kapalı kasa kamyonetlerde veya traktör römorklarında şarampole yuvarlanan mevsimlik tarım işçilerinden, yüksekten düşen “kalkınma şehitleri”nden, preslere sıkışanlardan, kömür tozu ve grizu patlamalarından, metan gazı boğulmalarından, bıçak merdanelerine ve konveyör kayışlarına kapılanlardan, “kalkınma ve kıyım” ilişkisinin esaslı sembollerinden biri olarak hafriyat kamyonlarından, beton mikserleri, kule vinçler, kepçeler, dozerler ile kazıcı-taşıyıcı-yükleyici iş makinelerinden, bütün bunları sumen altına süpürme teknolojisi olarak “ticari sır” söyleminden, “sus payı” kurnazlığından, “asıl işverenin” yükümlülüklerini saklamaya ve “risk”lerin devredilerek massedilmesine yarayan “alt işverenlik” silsilesinden, sermayenin palazlandırılmasının diğer adı olarak İşsizlik Sigortası Fonu'ndan (veya Kıdem Tazminatı Fonu'ndan), kamu kaynaklarının yağmalanmasının diğer adı olarak ise Varlık Fonu'ndan, cezasızlık ve hüküm giymemeden, çağdaş köle tüccarlığı müessesesi olarak Özel İstihdam Büroları'ndan, taşeronlaşma ve geçici/ödünç iş ilişkisi gibi unsurlarıyla keyfîleştirme/esnekleştirme ve güvencesizleştirme furyasından, işyeri intiharlarından, patronları aklayan “bilirkişi müessesesi”nden ve raporlara sızan “kaçınılmazlık” vurgularından, yani fıtratın bilimselleştirilmesi ile billurlaşan işçi düşmanlığından, haliyle sacayağını “şirketler, devlet ve bilimsel alan”ın oluşturduğu “faili meşhur”lardan, maden sektöründe rödovans ve tarım sektöründe ise dayıbaşılık gibi uygulamalardan yakınılıyor. İş cinayetlerinden aslen kimin sorumlu olduğu tartışmaları yürütülüyor, çözüm olarak ise işyeri denetiminin müşterekleştirilmesinden, sınıf mücadelesinden, sendikal örgütlenmeden veya taban kalkışmasından dem vuruluyor. Dizi ve sinema setleri, çağrı merkezleri, ev-içi emek ve bakım emeği, gündelikçilik, moto-kuryelik, “ofis boy”luk, plaza emekçiliği gibi görünürlüğü görece az işkollarından, küçük işletmeler ve enformel ilişkilerden, “mobbing ile etkin mücadele”den, perakende sektöründen, çocuk işçiliğinden, meslekî ve teknik liselerde çalışma kampına mahkûm edilerek istismar edilen gençlerden, cari emek piyasasının modern köleleri olarak göçmen işçilerden, boğulan veya donarak ölen göçmenlerden, kentsel dönüşüm ve inşaat suçlarından, “proleterin proleteri” olarak kadınlardan ve giderek “yoksulluğun kadınlaşması”ndan bahsediliyor. Bryan S. Turner’ın üzerine eğildiği RSI (tenosinovit) gibi modern beyaz yakalı (ofis) rahatsızlıkları, adına presenteeism denen hasta olduğu halde mesai başında olma zorunluluğu, Japonlarda tanımlanmış Karoshi gibi tükenmişlik (burn-out) sendromları, hikikomori, bağımlılıklar ve uyku bozuklukları, hasta bina sendromu, akut hadiselerin kronik bir süreklilik kazanması gibi paralel olgular da görülüyor ve sunuluyor... İşçiler yaşamını yitirince “fıtrat, kader ve tevekkül” kıskacı, greve çıkınca “millî güvenlik, kamu yararı ve genel sağlık” söylem düzeneği işletiliyor. OHAL; grev erteleme, kırma ve yasaklamanın bir supabı olarak, sermaye için bulunmaz bir fırsata dönüşüyor. Daha da, daha da yoksullaşan emekçilerin kapısı sosyal yardımlarla çalınıyor, bir lütuf ve sadaka ekonomisi hüküm sürüyor, emekçiler klientalistik örgütsel bağımlılık marifetiyle oy deposuna tahvil edilmek isteniyor. Örgütlenme ve toplu sözleşme hakkını kullanamayan işçi, reel yoksulluğun pençesinde, doğallıkla kendisine ikram edilen ile yetinir hale geliyor. Soluğu sosyal yardımlarda, ianelerde, cemaatlerde veya tarikatlarda alıyor. Nitekim geçtiğimiz haftalarda Uykusuz dergisinin kapağı, Bahar mevsiminin ortasında kapısına kömür torbası bırakılan Diyarbakırlı yurttaşın “Seçmen kâğıdım gelmiş” cümlesini naklediyor... Birikim rejimi, artı değer hırsı bürümüş gözleriyle ölüm saçıyor. Girdi kalemlerini ve istihdam maliyetlerini düşürme prensibi, işçinin bedenine dağlanıyor. Sermaye, Marx'ın deyimiyle “her gözeneğinden kan sızan bir canavar” olarak katılaşırken, her şeyi kendisine eklemleyerek bizatihi kendi suretinde yeniden üreten bir ilişkisel sürece dönüşüyor. Yeniden ve yeniden.
Bütün bu ahvalde, 15 yaşını tamamlamamış işçilere, dahası kanunen “işçi” statüsünde olmayanlara, yani bir sözleşmesi dahi olmayanlara, yani “esnek çalışma”yı getiren 4857'nin kapsamı dışında kalanlara yönelik ne yapılabilir? Değil mi ki, bütün bir çalışma hayatı sigortacılık ekseninde örgütlenmiş durumda. Harry Braverman'dan veya Michael Burawoy'dan mülhem, emek rejimindeki bütün bir yönetsel kontrol ve örgütsel denetim mekanizması ile teknik-bürokratik tasallut “sigorta” heyulasının tılsımından geçiyor. La Loi du marché filmindeki (2015) Thierry gibi personalarda, Daniel Blakelerde (2016) veya Dardenne kardeşlerin filmlerinde temsil bulan kent yoksulları, tüketim ve borçlandırma rejimi, ezcümle “sigorta” ve finans sistemi kurbanları bize bu olguyu haykırmıyor mu? Dahası, opsiyonel olarak E-Devlet'ten geçen sendika üyeliği bahsinde, işverenin haberi olmayacağı temin edilirken, devlet de gülünç bir şekilde “sırdaşımız” haline gelmiyor mu? Hoş, 2012'de alelacele çıkarılan Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu'nda (6356) işçi statüsü de esnetilmiş ve o arada “işçi” mefhumunun da içlemi boşaltılmış durumda: “İş sözleşmesi dışında ücret karşılığı iş görmeyi taşıma, eser, vekâlet, yayın, komisyon ve adi şirket sözleşmesine göre bağımsız olarak meslekî faaliyet olarak yürüten gerçek kişiler de bu Kanunun ikinci ilâ altıncı bölümleri bakımından işçi sayılır.”
Basit düşünelim: Bu tanıma uyan kişi, kapalı kasa kamyonette, atölye tezgâhında, tarlalarda, şantiye diplerinde vs. açıkça hayatta kalmaya çabalarken niçin gelip de sendikaya üye olsun? Özel İstihdam Büroları meselesiyle, yani “kiralık işçi yasası”yla yürürlüğe sokulan simsarlığın yeni “geçici” köleleri niye üye olsun? Birer “endüstriyel salgın” halini almış iş kazalarının sakat kurbanları, yani “kaza, kader veya kalkınma gazileri” peki? Ya göçmenler, bir mültecilik statüsü bile olmayan savaş kurbanı Suriyeliler? “Ateşten ve yiyecekten noksan” yahut “zincirlerinden başka metası olmayan” bir kesif yoksulluğun ortasında, üyelikle ne değişebilir ki? Bütün bu ahvalde, sendikalaşma oranı (%10 veya %13) acaba ne(yi) ifade ediyor? Onu bir yana bırakalım: Toplu pazarlık hakkından yararlanabilen kaç sendika var? Bağışlayınız, sarı sendikaların o muktedir avanesi türkülerinin çirkin gürültüsünden yanıtlarınız işitilmiyor. O halde “hak ve ihlal” temelli bir mücadele, bunca hukuksuzluğun ve darağacındaki demokrasinin gölgesinde, yani bunca katastrofik ve dahi apokaliptik bir konjonktürde neye yarayabilir? İş cinayeti veya işe iade davalarına müdahil olan sendikaların, dahası siyasi partilerin veya meslek örgütlerinin sayısı acaba kaçtır? İşçiye ilgili yasada tanınan tehlikeli işten veya çalışmaktan “kaçınma” hakkının olası bir kullanımında karşısına dikilecek işten atılma şantajı neticesinde vuku bulan “hayat mı, iş mi” ikilemini düşünelim. Yakıcı soru da o değil midir zaten: İşçinin yaşam hakkına sahip çıkma ediminde, mesai arkadaşlarının katledilmesi sonrası hak arayışı ve davayı sahiplenme ediminde direngenliği nasıl oluşur? Tarihsel kazanımların, “mücadele ve hak” zemininin bu kadar kırılgan olması ne ile açıklanabilir? Umudu yeniden nasıl yeşertebiliriz?
Doğrudur: Kapitalizm, ücretli veya canlı emeğin terbiyesidir; disipline edilme tertibatlarıdır. Simgesel istilasını buna borçludur. Ancak bunun kendisi, namlunun tersine dönme olanağını da işaretler: Ücretli emek odur ki, iş ve mesai dışında koskoca bir hayatı ve de özgün bir gündemi vardır. Olması gerekir. Hassas bir sağlığı, sonlu bir bedeni vardır. Makine elemanı gibi, mekanik aksam gibi, mali sermaye gibi değildir; bir amortismanı yoktur. Bu da kapitalizmin yumuşak karnını oluşturur ve bu kez (tersine) bizatihi sistemi kırılgan kılar. O meyanda da işçi sınıfı adına bir özsavunma davetidir. Nitekim DİSK-AR'ın “İşçi Sınıfı Profili Çalışması” (2018) ücretlerin düşük ve çalışma saatlerinin (yasada öngörülen azami sınırdan bile) fazlasıyla uzun, şartlarının ise ne kadar ağır olduğunu ortaya koyduğu ölçüde, “iş-yaşam dengesi”nin nasıl altüst olduğuna dair somut ipuçları sunuyordu. Önümüzdeki tablo, sahiden de sürdürülemez bir insanlık durumunu imliyor: “Çalışmak sağlığa zararlıdır.” Kalkınmacılık sağanağı altındaki işçi, yani sürat baskısı, kapasite aşımı, dayatmalar ve zamanla yarışma mengenesindeki zelil işçi, cinayet kurbanı olmadan işini yürütebilir mi? Bununla birlikte kapitalist rasyonalite, elbette ki durumun farkındadır: “İş kazalarının %88'inin güvensiz davranışlardan veya tehlikeli hareketlerden”, yani “işçi-insan hatalarından” kaynaklandığının altını çizer ve kurbanı suçlar. Nitekim Binali Yıldırım da, geçtiğimiz günlerde İstanbul’da tertiplenen IX. Uluslararası İş Sağlığı-Güvenliği Kongresi’nde benzer cümleleri açıklıkla sarf etmedi mi? Geçtiğimiz yıllarda çıkarılan bir torba yasada, işçinin, iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin kurallara aykırı hareket ettiğinde ihbarsız ve tazminatsız işten çıkarılabilmesinin önü açılmamış mıydı? Nihayet, bütün bu bireyselleştirilmiş “davranışsal güvenlik” (behavioural safety) uygulamaları, boş senetler ve sözleşmeler (“beyaza imza”) ile şahikasına vardırılmıyor mu? Öte yandan, efendilerin, kölelerine bel bağlamaktan geri duramayacağı da açıktır. Bu da bir bakıma nihai iflası muştular.
Dr. Mehmet Zencir’in sorduğu o ironik ve haklı soruyu anımsatmalı: “Bir işyeri hekimi, mülksüzleştirilmiş ve iyi ihtimalle mutenalaştırılmış, göçürülmüş insanların merdiven-altı atölyelerde sömürülerek kronik süreçte geliştirdiği ‘silikozis’e karşı ne yapabilir ki?”
Sistemik bir sorunsal resmediliyor. Taşeronlaşma, rekabetçilik, sözleşmeli/geçici iş ilişkisi gibi esneklik ve bireyselleş(tir)me uygulamalarının kurumsallaşması ve kuralsız, güvencesiz, kayıtdışı istihdamın yaygınlaşması giderek gündelikleşen bir şiddet döngüsü üretir. Çalışma ilişkileri kolektif bir edim olmaktan çıkar, kontrat ilişkisine ve girişimci akla indirgenir ve işyeri bir ölüm mahalline dönüşür. Dahası, birer “taksirle (hatta taammüden) cinayet” olarak kodifiye edilmesi gereken ölümlü iş kazalarının ve yetiyitimiyle sonuçlanan meslek hastalıklarının daim kılınması salt ekonomik bir dönüşümle açıklanamaz bir haldedir bugün; daha geniş bir siyasi, hukuki ve toplumsal örgünün içerisinden kavranması gerekir. İşçi kitlesinin harcanabilir bedenler halini almasının bir dizi içerme ve dışlama mekanizmalarının iç içe geçmesi sayesinde sürekli kılınarak toplumsal açıdan mazur görülebilir birer teknik olguya dönüşmesi, ölümlerin veya sakatlık durumunun ekonomik kayıp veya kazanç üzerinden anlaşılarak maddi bir karşılığa endekslenmesi ve de iş mahkemelerinde yahut kamusal ceza davalarında cereyan eden tazmin piyasasında telafi edilmesi gibi nekropolitik yenilikler, salt iktisat veya sağlık bilimlerinin şemalarına oturtulamaz. Bu gibi çok-boyutlu bir problematiğin bertarafı da, ancak bütünsel ve alternatif bir kolektivite pratiğiyle mümkündür. Bir disiplinler-arası etüdü gereksinir ki, Annie Thébaud-Mony'nin bizlere öğrettiği de tam olarak bu değil midir?
Demek ki “bütünsel” bakış açısını ıskalamamak gerekiyor. Bu da bizi daha sistemik, daha makro, daha yapısal ve belki de daha pragmatik çözümler üretmek gerekliliğine yolluyor. Evet, meselenin yakıcılığı ve aciliyeti düşünüldüğünde, pragmatik. Reformistlerin, sözgelimi, Keynesyen refah devletinin “işçinin bedeni” bahsindeki göreli olumluluklarını elimizin tersiyle ittiğimizde ve işçi sağlığı (üstelik de sekter ve vasat bir yanlış/eksik okuma uğruna) Engels'ten ibaretmiş gibi davrandığımızda, “devrim” diye tespih çeker, katliam ve yaralanma-sakatlanma haberleriyle içe kapanır, kahrolur gideriz. Devrim, elhak! Fakat mesele bir “hak” meselesinden “can” meselesine çoktan evrilmişse ve paldır küldür bir ivmeyle uçurum kenarında geziniyorsa, retorik “devrimci durum”ları önceleyen şeyler üzerine, yani kazanılacak birkaç yaşam üzerine düş(ün)ebilmeliyiz. Belki de nümerik koşullanmalarımızı bir kenara koyarak tek tek yaşamın nitel boyutlarını teneffüs edebilmeliyiz. Belki de bu sayede Bernard Stiegler'in işaret ettiği “simgesel sefalet”i (misère symbolique) ikame edebilir, kolektif-psişik cevherimizi oyan sistematik yıkım sürecini telafi edebiliriz. Nitekim klinik sosyolog Vincent de Gaulejac'ın sözünü ettiği müşteri-vatandaşlık müessesesi ile bir nevzuhur yönetsel tahakküm olarak işletme ideolojisi veya saplantısı da, “chiffrocratie” ile, sayısal diktatörlük ile yan yana seyreder. Bu anlamda, iş kazalarında hayatlarını kaybedenleri anarken işçilerin en çok kullandığı sloganlardan birini anımsayabiliriz: “Ölüme ağıt yak, yaşayanlar için ölümüne savaş!” Demek ki, işçinin bedensel bütünlüğüne, “yaşam eksenli” bir direniş ve sendikal harekete, bir yeni ve yaratıcı politik hatta olan ihtiyacımız, bugünkü sağlıksızlığımızın çığlık çığlığa semptomudur. Zira şiirde söylendiği gibi: “Dirgenler, bakraçlar, tornavidalar / Bende kül, bende kanat, bende gizem bırakmadılar.”