Türkiye’de Anadolucu düşüncenin önemli isimlerinden Nurettin Topçu’nun kitaplarını belli bir sıklık ve yoğunlukta okuyanlar, bir süre sonra yazılarında yalnızca filozoflara değil, edebiyatçılara da atıflar yaptığını fark etmişlerdir. Topçu’nun metinlerinde karşımıza çıkan farklı düzlemlerdeki göndermelerin bütüncül bir haritası ise henüz çıkarılmamıştır. Elbette kitaba dönüşen Mehmet Akif yazılarıyla Sabahattin Ali gibi isimlere dair kısmen de olsa bir farkındalık söz konusu. Ne var ki Fuzuli, Baki, Goethe, Namık Kemal, Dostoyevski, Recaizade Mahmud Ekrem, Abdülhak Hamid, Tevfik Fikret, Süleyman Nazif, Refik Halid Karay, Rıza Tevfik, Faruk Nafiz, Orhan Seyfi Orhon, Yaşar Kemal, Oscar Wilde, Jean Paul Sartre gibi isimlerle Serveti Fünun ve milli edebiyat devrine yaptığı atıflar üzerinde durulmamıştır. Sanat, roman ve hikâye, hatta sinema-tiyatro bahsinde yazdıklarının da…
Günümüzde epey ivme kazanan Nurettin Topçu çalışmalarında bir sonraki aşamaya geçebilmek için hem ayrıntıları dikkate alan, hem de bütünü gözden kaçırmayan bir yaklaşımla belli metinlere ve kitaplara yeniden bakılması gereklidir. Bunun için de Topçu’nun kitaplarına girmeyen yazıları ilk uğraklardan biri olmalı. Topçu’nun Tarık Buğra’nın Küçük Ağa romanına dair Anadolucu bir perspektifle yazdığı metin bunlardandır. Romanlarıyla tanınan Tarık Buğra, 1940’lardan itibaren Hareket dergisiyle münasebeti bulunan bir yazar aynı zamanda. Hareket, Buğra’nın hikâyeleriyle başlayan süreli yayınlar yolculuğunun uğraklarından biri olmasına karşın, hakkında yapılan akademik çalışmaların bir kısmı buna hiç değinmez. Halbuki yazarın “Can Sıkıntısı” denemesi yanında “Martı”, “Sözalma… Fakat Kimden?” hikâyeleri ile Oğlumuz adlı hikâye kitabının ilanı bu dergide yayımlanmıştır. İlginçtir, Buğra’nın ilk eşi Jale Baysal da hikâyeleri ve eleştirileriyle Hareket sayfalarında görünür. Herhalde şimdi yan yana getirmekte güçlük çekeceğimiz birçok yazarın yolunun bir şekilde Hareket dergisinde kesişmesiyle de alakalıdır bu durum. Ayrıca Buğra’nın Oğlumuz kitabına dair Lütfü Bornovalı, Küçük Ağa üzerine ise İlhan Eraydın aynı dergide fasılası çok olsa da birer yazı kaleme almıştır. Tarık Buğra ise lise yıllarından itibaren bildiği Hareket dergisi hakkındaki kanaatlerini çok kısa da olsa, 1950’lerin Milliyet gazetesinde “Üç Dergi” başlıklı yazısında açıklamıştır.
Anadolu’nun “Büyük Ruhu” ve eleştiriler
Nurettin Topçu, Küçük Ağa eleştirisini, 1963’te yayın hayatına başlayan “İslâmî hakikatleri, millî davaları, fikir ve sanat açısından inceleyerek milletin bütününe mal etme” çabasındaki Tohum dergisine vermiştir. Derginin “Tahlil ve Tenkit” kısmında yer alan 1964 tarihli yazı birçok bakımdan önemli. Belki romana dair dar bakış açılarını düşünürsek bütünlüklü eleştirileriyle de hayli farklı. Çünkü Topçu, metninde sadece romanı değerlendirmez, aynı zamanda düşünce dünyasının çeşitli boyutlarını da doğrudan yansıtır. Buradan bakınca yazının, roman eleştirisinin ötesine uzandığı rahatlıkla söylenebilir. Orta uzunluktaki metin, Mehmet Akif, Çanakkale ve ideal insan tipi olarak karşımıza çıkan Asım’la başlar. Esasında sebepsiz değildir bu, çünkü Topçu, 1962 tarihli Büyük Fetih kitabının son kısmında yer alan “Çanakkale” yazısında, yıllar evvelki bir hatırayı niçin tekrar canlandırma gereği duyduğunu ayrıntılarıyla açıklamıştır.
Nurettin Topçu, İstiklal Harbi’nin üzerinden kırk yıl geçmesine karşın, bu zaferin destanının hakkıyla yazılamamasından duyduğu üzüntüyü belirtir. Küçük Ağa romanını “yıllardır ihmale uğrayan dâva çalışmalarının ilk adımı” şeklinde değerlendiren Topçu, meselenin sosyolojik bir incelemeye tabi tutulması gerektiğinin altını çizerken, Anadolu’nun ihmali meselesini gündeme getirir:
“Anadolu, kendi ölüm dirim savaşında arta kalan bütün hayat kıymetlerini ortaya koyduğu halde, sonunda eline hemen hiçbir şey geçmedi. Düşman istilâsından kurtulmak kâfi değildi. Daha birçok musibetlerden, sefaletten, cehaletten, taassuptan ve hürriyetsizlikten kurtulmalıydı. Bu cihattan medeni bir cemiyet çıkmalıydı.”
Nurettin Topçu, 1961’de yayımlanan Yarınki Türkiye kitabındaki “Anadolunun Çilesi” başlıklı yazısında da görüleceği üzere, çeşitli vesilelerle Anadolu’da yaşanan ıstırabı anlayabilmek için önemsediği sanatçı bakış açısının bile yetersiz kalacağının farkındadır. Ona göre, Anadolu’nun dert, mihnet ve çile diyarı haline gelmesinin altında askerî seferberlikten sonra ilim seferberliğinin ihmal edilmesi, fertlerin hürriyet aşısından uzak kalması gibi yapısal sebepler söz konusudur. Topçu’nun Küçük Ağa odaklı yazısında öne çıkan boyutlardan ilki, çağdaş İslâm düşüncesinin belli temalarını hatırlatacak şekilde kuvvetli bir damar olan din adamlarının ve Türk milliyetçiliğinin eleştirisidir:
“Din adamları kendilerine düşen ilâhî ve içtimai vazifeyi yapmadılar; samimi bir ahlâk seferberliğinin mücahidleri olmadılar. Ancak nasların şuursuz satıcılığına devam ettiler. Cemiyette esaret musibeti yerini hür itaate bırakacak yerde, ihtilâl zihniyeti onu takibetti. Dinî nasları din âleyhtarı naslar kovaladı. Anadoluyu seven fedakâr eller ya sahneye atılmadılar veyahut da sahneden atıldılar. Milliyet şuuru hayvanî ırkcılıkla kör nascılık arasında bocaladı, durdu. Bu dâvanın esasına ait tahliller, tarihî tetkikler bile yapılmadı.”
Bu satırlar, 27 Mayıs ve milliyetçilik eleştirileri yanında Nurettin Topçu’da din adamları eleştirisinin ne kadar merkezî bir yer tuttuğunun işareti şeklinde okunabilir. Zaten bu husus dikkate alınmadan, Topçu hakkındaki yaygın kanaatlerin ne kadar gerçek olduğunu anlamakta zorlanabiliriz.
Nurettin Topçu, metnin sonraki kısımlarında Anadolu’daki “büyük ruhun” edebiyattaki temsilini ele alır; Yunus Emre’den sonra çok az olan bu ruhun görüldüğü birkaç eseri zikreder. Bunlar, Ömer Seyfettin’in “Diyet”, “Başını Vermiyen Şehit” ve “Pembe İncili Kaftan” hikâyeleri; Halide Edib’in “Zeynebim” hikâyesiyle Reşat Nuri’nin “Asker Dönüşü”dür. Anadolu’nun toplum olarak kimlik tespitine de değinen Topçu, dönemindeki sol yazarlardan bir kısmının “sanatla pek ilgisi bulunmayan” eserlerinin başarısızlığına, dahası “maksatlı ve yıkıcı zihniyetlerine” dikkat çeker. İşte tam bu noktada Topçu, sözü Yaşar Kemal’in meşhur İnce Memed romanına getirir. Onun eleştirel parametrelerine göre başarısız olan bu roman, Anadolu’dan coğrafya parçaları ve insan tipleri almakla beraber, “Brezilyalı haydut filminin macerasından aktarılmışa benzer”. Daha da önemlisi, Anadolu’da olmayan bir hayata sadece bu coğrafyayla sefaletleri eklenmiştir.
Tartışmanın bu noktasında söz edilmesi gereken bir başka husus, Nurettin Topçu’nun İnce Memed romanı eksenli eleştirilerinin yukarıdaki satırlarla sınırlı olmadığıdır. Topçu, 1973’te Hareket dergisinin 95. sayısındaki “Manevi Kayıplarımız” yazısında “alelade bir eşkıya hikâyesi” diye andığı İnce Memed’i yerer. Romanı, Türk edebiyatında yarım yüzyılda yaşanan çöküşü anlamak bakımından Refik Halid’in Memleket Hikâyeleri ile karşılaştırmanın faydalı olacağının altını çizer. Yine Hareket dergisinin 107. sayısında 1974’te yayımlanan “Zulüm ve Düşman” başlıklı metninde, İnce Memed’i büyük eser olup olmadığı bakımından ele alırken bu defa romanı, Ahlâk kitabına bir okuma parçası da aldığı Karamazov Kardeşler’le kıyaslar. Şu satırları birlikte okuyalım: “Niçin ikisi de haksızlıkları, hoyratlıkları anlatan iki eserden İnce Memed soğuk ve ölüdür de, Karamazov Kardeşler sıcak ve canlıdır? Çünkü bu sonuncuda ebedîliğe susamış bir kalp görünmektedir.”
Görüldüğü üzere Nurettin Topçu, hayli uzun sayılabilecek bir girişin ardından Tarık Buğra’nın “gerçek bir milliyetçi çığır açmış bulunan” Küçük Ağa eserine gelir; ele aldığı romanı hem insan, hem memleket, hem de tarihî an bakımından farklı bulur. Romanın gerçek mirasını açığa çıkarmak için tespitlerini şu duyarlı sözlerle dile getirir:
“Tarık Buğra, Küçük Ağa romanında İstiklâl Mücadelesinin iç yüzüne ait tetkiklerini yaptıktan sonra, bu mücadelenin yapıldığı devrin hayatını, Anadolunun çocuğu olarak yaşamış gibi eserine aksettirmiş bulunuyor. Romanda yalnız tipler değil, sahne bütün çıplaklığı ile Anadolunundur; devir ise İstiklâl Savaşının hazırlanma devridir.”
Romanın karakterleri, gerçeklik ve dil
Nurettin Topçu, Türk edebiyatında önemli bir dönüm noktası kabul edilen Küçük Ağa romanı için Anadolu’nun Kuvay-ı Millîye devrinin çalışmalarına ait bir “realizm şaheseri” der. Zaten ona göre romanın teatral bir ideal sahnesiyle sonlanmaması da, yazarın realizme sadakatinden kaynaklanır. Okurların duygudaşlık ufkunu genişleten Topçu, giriş kısmı sanatla işlenmiş, sonları ise tarihle takviye edilmiş bulunan romanın gerçeklik bakımından en sağlam karakteri olarak harp malulü Çolak Salih’i görür. Bu karakter aynı zamanda İslâm kültür ve imanının muhteşem bir temsilcisidir. Elbette devrin şaşkınlıkları içinde kendini bulamayan İstanbullu Hoca’yı da ihmal etmez.
Küçük Ağa romanının açtığı çığırın derin anlamının farkında olan Nurettin Topçu, romanı eleştirel düzlemde irdelemekten kaçınmaz. Bu yönüyle önemli bir eseri yazıyla onurlandırma tutumunun ötesine geçer. Romanı, karakterlerin oluşumu ve olayların dışına taşırılan zoraki tahlilleri bakımından kritiğe tabi tutan Topçu sözlerini şöyle sürdürür:
“(…) iddiasız ve gönülsüz kahramanı gölgede bırakan ve romanın asıl kahramanını teşkil eden İstanbul’lu Hocaya gelince; tamamen ideal olan bu tipten Küçük Ağayı doğurtan hâdiseler yeterli görünmüyor. Onun halifeye bağlılıktan Kuvay-ı Milliye’ye intikal safhası zayıftır, İstanbul’lu Hoca ile Küçük Ağa’yı bir şahısta birleştirebilecek yeterlikte değildir. Bu iki hüviyeti ayrı ayrı şahıslar halinde düşünmemek doğrusu güç olmaktadır; bunun için hayal gücünü zorlamak lâzım geliyor.. Esasen İstanbul’lu Hoca, tamamen ideal bir tiptir. İnsanın öyle bir gene hoca tasavvuru kâbil olmuyor. O derecede sağlam karakterli ve kültürlü birlik dâvasının bir sahabî kadar şuuruna sahip adamdan sonra da az zamanda bir kurmay gibi konuşan (Sayfa 350) kumandan çıkıyor. Mamafih eser, bir milli dâva romanı olduğu için ona bu idealizm çok görülmemelidir.”
Tarık Buğra’nın romanı hakkında son yıllarda yazılanları şöyle bir hatırlarsak, buna benzer eleştirilerin yok denecek kadar azlığını fark etmemek imkânsızdır. Romanın yayımlandığı tarihe yakın sayılabilecek bu eleştiri pek fark edilmemiş olmalı. Bazı dikkate değer metinler bir kenara bırakılırsa, Küçük Ağa’yı eleştirerek kavrama iddiasındaki çoğu çalışma Topçu’nun değerlendirmesinin çok uzağında. Niko’dan Reis Bey’e kadar, roman kahramanlarının ruh tahlillerini başarılı bulan Topçu, Çolak Salih’i, Anadolu’nun sert rüzgârlarıyla örselenmiş bayrağı kabul eder. Seksen yaşında bile usanmak nedir bilmeyen Ali Emmi ise onun nazarında “ülkenin kırk yıllık çilesini çekmiş, İslâmî varlığında karakter yapısı halinde gerçekleştirmiş”tir. İnsanı anlayıp uzağı gördüğü için ölmeyecek tarihî bir simadır. Bu bakımdan Topçu için romanın başta gelen kahramanı Çolak Salih’ten ziyade Ali Emmi’dir. “Kültür ve iman sahibi doğulu bir dadaş tipi” kabul ettiği Reis Bey’le Niko’yu ele alırken din anlayışının manevi siyasetini ihmal etmeden şunları gündeme getirir:
“Bozulmıyan Türk’ün vekâr, cesaret ve îman meziyetlerini onda birleşmiş buluyoruz. Gönül isterdi ki, ‘diyet’deki Ali ustayı, ‘Başını Vermiyen Şehit’deki Deli Hüsrevle birleştiren ve bunları, sinesine tasavvufun serpildiği bir vatanın ruh değerleriyle birleştiren bir eserde Niko’nun fizyolojik yapısı anlatılmış olmasın. Bunun gibi sık sık sayılıp dökülen mezelerin envai ve Rumca şarkılar üzerindeki derin vukuf da esere kıymet getirmemektedir. Romanın, bizim olan tek cepheyi taşıması daha iyi olurdu.”
Gayet isabetli bir şekilde Nurettin Topçu, Küçük Ağa romanında görülen realiteye aykırı birtakım noktaları da eleştirir. Mesela İstiklâl Mücadelesi’ni yapan Büyük Millet Meclisi’ne “yıpratıcı kimselerin girmemesine çalışıldığı” şeklindeki değerlendirmeyi gerçeğe uygun bulmaz. Sebebini ise şöyle açıklar:
“İstiklâl Savaşını yapan o mecliste fertlere, zümrelere, menfaatlere ve otorite denemelerine karşı şahlanan tenkid ve münakaşa kudretinin ulaşabildiği muhteşem zirveyi hatırlarken acaba ilk hazırlıkları yapanlar tahminlerinde yanılmışlar mı diye düşünüyoruz.”
Ayrıca özgün bir bakış olan bu satırların, Nurettin Topçu’nun Millet Mistikleri (2001) kitabında bir araya getirilen yazılarından Hüseyin Avni Ulaş portresinin ilk kısmıyla birlikte okunması gerekir. Çünkü Topçu, burada Birinci Meclis’in dağılmasına kadar geçen süre zarfında yaşananları ana hatlarıyla ele alırken, meclisteki muhalefeti de değerlendirir. Topçu’nun, Küçük Ağa odaklı eleştirilerinden bir kısmı romanın sonraki baskılarında düzeltilmiştir fakat Reis Bey’in ağzından söylenen cübbesini yeniden giyme isteğinin yer aldığı cümle nedense olduğu gibi kalmıştır. Topçu, eleştirisinde o devirde hâkimlerin cübbe giymediklerini hatırlatır.
Yazılarında dil meselesinin çeşitli boyutlarına değinen Nurettin Topçu, Tarık Buğra’nın “olgun, işlenmiş ve kültürlü üslûbunda rastladığı” ayrıntılara ait bazı hususları tahlil ederken, sözü devrik cümle meselesine getirir ve bunun Türkçe değil, “dönmelerin dili” olduğu hükmünü verir. Hemen söylenmeli ki, bu çetin mevzu üzerinde ne söylenirse söylensin daima eksik kalan bir boyut olacaktır. Bunun dönemin tartışmalarıyla birlikte, belki de “nehrin ötesinden” gelenlere ilişkin “hükümler mecellesiyle” birlikte ele alınması faydalı olacaktır. Başka noktalar da olabilir ama şimdilik “bahisleri yükseltmenin” manası yok. Topçu’nun romanın imla ve kelime tercihlerine ilişkin eleştirileri ise, “zira”, “gene” ve “cami” kelimelerine uzanır. Yeri gelmişken onun, “Tertemiz Türkçe” hassasiyetinin yansıması görülebilecek birkaç ifadesini hatırlayalım:
“180-181. sayfalardaki ‘zira’ tekrarları da sevimli değildir. Eğer hüsn-ü tekrir yapılacaksa ‘çünkü’ kullanılması daha tatlı olacaktı. İfadeyi ağırlaştıran daha birçok kelime tekrarları var ki, hüsn-ü tekririn hududunu geçmektedir.”
“Zaman ölçüsünde saniye pek çok kullanılıyor. Hemen hemen dakikanın lâfı olmuyor. Herhalde sür’at asrında olduğumuzdan.”
“‘Yine’ kelimesinin ‘gene’ şeklinde yazılışı doğru mudur bilmem?. Halk dilinde bu kelime ‘gine’ diye söylenir. Aydınların dilinde ise ‘yine’ şeklinde telaffuz edilir. Belki de bu bir baskı değişikliğidir.
“Bir acaip kelime de var: ‘Cami’ kelimesi. Yerine göre ‘cami’i’ oluyor, ‘cami’inde’ oluyor. Türkçeyi Türk gibi konuşanlar buna ‘cami’ derler: yerine göre ‘camisi’ olur, ‘camisinde’ olur. Eskicilerin bu inadı yoksa ‘dad çivisi’ gibi yüz yıllarca sürecek midir?”
“Dağsal Köy’ kelimesi de acaba yerli midir, yoksa Dil Kurumunun mahsülâtından mıdır? Belki de Akşehir taraflarında kullanılan bir kelimedir.”
Alıntılanan pasajlar, romanın diline dair yeni bir kavrayış geliştirme ihtiyacını ortaya koymaktadır. Eleştiriler, okuyucuların Tarık Buğra gibi dil duyarlılığı yüksek bir yazarın romanında bile yer yer zaaf olarak nitelenebilecek yönlerin bulunabileceğini kavramalarını sağlıyor. Nurettin Topçu, eleştirinin ve sevginin meyvesi yazısında Anadolu’yu geniş cepheleriyle edebiyata sokan Küçük Ağa’nın milliyetçiler safında herhangi bir harekete zemin teşkil etmemesini de manidar bulur. Aslında bu, dili biçimlendirerek kimlik ve topluluk teşekkül ettiren edebiyat açısından yersiz bir beklenti değildir. Topçu açısından romana yönelik ilgisizlik, milliyetçiliğin, kendisini bu cereyana nispet edenler arasında dahi gerçek boyutlarıyla kavranamamasıyla alakalıdır. Maddi varlığı olmayan edebiyatın, bireysel ve toplumsal hayatta üstlendiği bir dizi işlevin farkında olarak eleştirilerini daha da sertleştiren Topçu şöyle devam eder:
“Kansayımı, kafatası, nümayiş, tekrarlı hac hevesleri ve ilmin hakikatlerini çiğnemekten çekinmiyen milliyetçiler hakikat dâvasında şuur ve irade sahibi değildirler: Hakikatın duygusuna bile sahip görünmüyorlar. Sadece medihlerle, menfaatlerin gönüllüsü bir nesil, milliyetçilik gibi büyük bir dâvanın sahibi olamaz. Bu nesil hareketlerine sonsuzluğu yerleştirmemiş, hep sonu olan emeller peşinde sürüklenmektedir. Milliyetçilik belki istikbâlin irâdesi olacaktır.”
Nurettin Topçu, Küçük Ağa’da hayranlık uyandıran tabiat tasvirlerine ise ayrı bir bahis ayırır. Topçu’nun romanın dağ, yayla, vadi, göl ve ova eksenli rengârenk bölümlerini pek beğendiği hemen fark edilir. Küçük Ağa üzerine çok düşünmüştür; orası kesin. Sanki Topçu’nun romanla ilgili belli ölçülerde eleştirinin teknik kısımlarına yönelmesinin dışında bütün alakası alıntıladığı pasajlarda karşımıza çıkan sonsuzluk ufkudur. Bu yüzden, çoğu okurun romanla ilişkisi Topçu’ya hiç benzemez. Hiç değilse Topçu’nun Anadolu romantizmini genel hatlarıyla göz önüne alırsak, belki de zaten onun sırrının da büyük ölçüde bu bakıştan kaynaklandığını ihtimal dışında bırakmamak gerekir. Topçu, romandan yaptığı uzun alıntılarla, Buğra’nın “tabiat aşkını kalbe ulaştıran şiir sanatının füsununa” sahip olduğunu gösterir. Edebî eserin; okurları, yorum özgürlüğüne davet ederek sunduğu okuma düzlemini göz ardı etmeden şu cümlelerle yazısını sonlandırır:
“Sözlerimizin takdir ve hayranlıktan ötesini bağışlamak sanatkârın hakkıdır. Bizim kendisinden istediğimiz, kırk yıllık bir harabenin üzerine böyle bir abide kurduktan sonra, İstiklâl Savaşını yapanların çocukları olduğunu iddia eden son neslin kalbini anlatacak eseri vermektir.”
Hiç şüphesiz Nurettin Topçu, son yıllarda iyiden iyiye bilinen bir düşünür haline geldi. Türk düşüncesiyle ilgilenen aydınlar arasında Topçu tutkusu yirmi yıl içinde giderek arttı. Ondan bahseden yazıların çoğunluğu zamanında fark edilememiş dolayısıyla da anlaşılamamış bir düşünür olduğunu vurgular. Metinlerindeki kavramsal örgü, Pascal’ı hatırlatan yazma biçimi, daha önce benzerini defalarca okuduğumuz durumlara kazandırdığı yepyeni boyutlarla Topçu gerçekten de tasnif edilmesi zor düşünürlerden biri.
Şu halde Topçu’nun gazete ve dergi sayfalarında kalan yazılarının bir an evvel kitaplaştırılması onun bütünlüklü bir şekilde kavranmasına katkı yapacaktır. Bu gerçekleşinceye kadar, Topçu’nun nerede neyi yazdığını anlamak, öğrenmek için elde İsmail Kara’nın Nurettin Topçu: Hayatı ve Bibliyografyası (2013) ile dergileri ve gazeteleri okumayı sürdürmek gerekir.