Eve Dönen Adamlar: Yerlici Mitolojinin Eleştirisi (I)


                                                                                              (O) kaçış kapıları arayan insan değil eve dönen adamdır.

                                         (Ahmet Hamdi Tanpınar)

Ev, insana istikrarlı olması için nedenler ya da yanılsamalar sunan bir imgeler yekünüdür (…) Ev dikey bir varlık olarak düşünülür (…) Dikeylik bilincimize yapılan çağrılardan biridir. Ev yoğunlaşmış bir varlık olarak imgelenir. Merkezileşmeye yönelik bilince çağırır bizi.

                                                                                                                                                             (Gaston Bachelard)

               Orada yaşanan her konforun bedeli bilgiye ihanettir bugün (…) aile

çıkarlarının küflü kokusu karışmaktadır (…) Kendi evimizi ev

olarak görmemek, orada kendimizi “evimizde” hissetmemek, ahlâkın bir parçasıdır.

                                                                                                                                                                       (Theodor W. Adorno)

Mitos Oluşturuluyor

Yahya Kemal, uzun Paris macerasının ardından İstanbul’a dönerken (1912) oldukça yoğun duygular yaşar. Quartier Latin’de son kez uyuyup Rue des Ecoles’e çıktığı zaman, “ayaklarının sallandığını”, “başka bir cihana gireceğini”, “nihâyet gençlikten o akşam ayrılacağını” hissedip içi hüzünle dolar: “İçim hüzünle dolu idi, dokuz seneden beri Boulevard Saint Michel’in, Rue des Ecoles’ün, Observatoire ve Montparnasse caddelerinin, Saint Germain caddesinin tıp fakültesine giden sokaklarının, Odéon Galeri’nin, bilhassa…bilhassa Luxembourg bahçelerinin, artık âileden olmuş bir gölgesiydim.” Hakikaten, Hatıralarım’ın veda günü bölümüne sadece şairin değil, onun Paris’ten ayrılacağını duyan bütün çevresinin hüznü damgasını vurmuştur. Bu “hüzünlü hatıra”da tasasız kalabilen tek kişi, Yahya Kemal’in Lion garına vardığında duygu durumunu anlayıp laf atan Ali Kemal’dir: “Haydi mîrim… İstanbul’a giden böyle mahzun olur mu? Bırak azîzim… Sen de… Keşke ben gitseydim.” Ne var ki, bu alayla karışık telkin Yahya Kemal’i ikna etmez. Treninin hareketiyle birlikte, “âdetâ damarlarının birden koparıldığını” hisseder: “O zamanki Paris’e o kadar bağlıydım.” “Eve dönen adam” olarak nitelendirilen Yahya Kemal’in dönüş günleri işte bu duygularla geçip gider.

Bu konudaki tarih yazımının gövdesi ise, Yahya Kemal’in 1912 deneyiminden ziyade Ali Kemal’in merceğinden kurulmuş gibidir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Yahya Kemal adlı son dönem eserinde yer alan, Yahya Kemal’in evden kaçış kapıları arayan insan değil eve dönen adam olduğu yönündeki ifadesi -bütün ideolojik birikimine iştirak etmese bile- bu tarih yazımını kısmen destekler. Modern Türkiye’de siyasi düşüncede “eve dönen adam”ın ilk kez göründüğü anlardan biridir bu. Ekleyelim: Yahya Kemal’in evin bazı hallerine şüpheyle yaklaştığını söyleyen ve bazen Yahya Kemal’in eve dönmekte fazla ileri gitttiğinden yakınan da Tanpınar’dır. (Keza Tanpınar’ın Yaşadığım Gibi’de derlenen kendi Paris hatıraları, hiç de evden kopmuş birinin melankolisini yansıtmaz.) Demek ki, Tanpınar’ın bu konudaki düşünceleri gelgitler taşıyor. Oysa Tanpınar’ın ardından “eve dönen adamlar” mitolojinin giriş kapısındaki kesin bir levhaya dönüşür: Eve dönmeyi bilmeyenler giremez. Tanpınar yarı kararsız isimlendirir; muhafazakâr yerliciler ise mitolojiyi kesinlikli bir biçimde yapılandırır.

İstanbul’a döndükten sonra -bir “ev” olarak tasavvur ettiği ulusun inşası sürecinde- Yahya Kemal’in kendisinin de bu mitosu beslediğinden çok az şüphe edilebilir. Bununla birlikte, ister Yahya Kemal’in girişimiyle isterse takipçileri tarafından şekillendirilmiş olsun, söz konusu yapılandırma Yahya Kemal’in hatıralarının bir kısmının üzerini çizer. O halde, Yahya Kemal ve takipçilerinin tutumu, Ernest Renan’ın Ulus Nedir?’indeki ulus inşası pratiklerinin (“unutmak, hattâ tarihsel hata da diyebilirim, bir ulusun yaratılmasında çok önemli bir etkendir”) küçük bir örneğini sunar: Ulus nasıl unutmaya dayanıyorsa, “eve dönen adamlar” da deneyimlerin bir kısmının reddedilmesiyle oluşturulan bir mitostur. 

İşte “eve dönen adamlar” mitosunun ilk hakikati: Farklılığın özdeşlik/kimlik lehine olmak üzere iptal edilmesi. Eve dönen adamlar mitosu, kimliğin kendisine özdeşlik temelinde kurularak her tür farklılık ve yabancılıktan arındırıldığı “kimlikçi düşünce”nin en popüler anlatılarından birini sunar. Deneyimi dışlayan bütün anlatılar gibi, bir tözün etrafında dönüp duran metafizik bir anlatı…   

“Ev”in anlamı

“Eve dönen adam”sa Yahya Kemal’in döndüğü “ev” neresidir? “Ev”in salt fiziksel yer ve bulunuş olgusuna işaret etmediği aşikâr. Ev fenomeni barınmayı aşar. O halde, ülke mi? Vatan mı? Ulus mu? Devlet mi? Kültür mü? Yoksa dil midir? Evi merkezileştiren özel bir söylemdeki dağılım dikkate alındığında, bunların her biri ve/veya hepsinin olma ihtimali vardır. Bir ideolojik-söylemsel inşa olarak evin gücü ve kapsayıcılığının nedenlerinden bir bölümünü burada aramalı.          

Arendt’le özdeşleşmiş bir yoruma göre, Antik siyasi düşüncede ev ihtiyaçların ve zorunlulukların, kamu ise özgürlüklerin alanıydı. İki farklı varlık ve faaliyet alanı. Evi mahir bir fenomenoloji uyarlamasıyla ülke, vatan, ulus, devlet, kültür ve dille (veya bunların her biriyle) özdeşleştiren, modern siyasi düşünce failleridir. Bundan böyle, ev, hayatın üreme ve geçinme gibi zorunluluklarının egemen olduğu fiziksel yer değil, bütün anlamların kaynağı olan bir kültürel mekândır. Heimat’tır. Ev’in modern dönemde ortaya çıkışı, kültürel olanın ekonomiye (ihtiyaçlar) ve siyasal olana (özgürlükler) karşı varlığını ilan ettiği büyük kültürel dönüşle koşuttur.    

Kahramanın kültürel yolculuğu

Modernliğin -Giddens’ın terimleriyle- “yerinden çıkarıcı” özellikleri başından itibaren bir sürgün tipi yaratmıştır. Söz konusu tipe modern siyasi düşüncenin başka kollarında rastlansa bile muhafazakâr yerlici mitoloji sürgünü eve döndürme noktasında âdeta bir tekel oluşturmuştur. Çağdaş siyasi ideolojilerden hiçbiri eve dönen adamı muhafazakârlık kadar esas oyuncu yapmamıştır.

Bu mitoloji bir kahramanlar geçididir. Kahramanlar, düşünür, yazar ve şair olabilirler. Ortak özellikleriyse belli bir biçimde hareket etmeleridir. Bir harekete başlarlar ve hareket eninde sonunda bir tür hidayet ânıyla “tam”amlanır. Mitolojinin kahramanları, belli bir noktada hakikati tanıyıp o andan itibaren kendilerini bütünleyebilen kahramanlardır. Bir tür muhafazakâr (ters) bildungsroman.

Campbell’ın çözümlediği “kahramanın sonsuz yolculuğu” hikâyesine benziyor. Muhafazakâr “yerli”ler bir yolculuğa çıkarlar. Yolculukta kültürel badireler atlatırlar, ardından hep yuvaya dönerler. Mitolojinin kahramanları bunu başarabilenlerdir. (Yarı) Kutsal bir başarı öyküsü.

Modernliğin sonuçları

Eve dönen adamlar mitosu modernliğin kapsayıcı hikâyesindeki bir alt anlatıdır. Ev vardır, bir de ev-olmayan. Ev-olmayan (kültürel) modernliktir. Burada akla hemen modernlik koşullarını, temel özelliği “ikâmet etmek” olan Varlığı unutturan bir gelişme biçiminde yorumlayan Heidegger geliyor. Heidegger’de modernlik ev-olmayandır, evsizliktir. Güçlü bir “kriz” düşüncesi. Modernliğin yol açtığı kriz radikal bir kendine gelme hareketiyle cevaplanacaktır. Bir “tehlike” vardır ama -Heidegger’in Hölderlin’e atıfla belirttiği- tehlikenin karşısında büyüyüp serpilen bir güç de. Varlık krizi modernlik koşullarında örtülenmiş güçlü bir politik iradeyle alt edilebilir.     

Mitos aynı zamanda “Batı-dışı” olarak tanımlanan modernleşme macerasına sıkı sıkıya bağlıdır. Japonya’dan Türkiye’ye söz konusu toplumların tarihi, maddi kalkınmanın, evden ev-olmayan diyarlara yaptıkları yolculuğun sonunda bilim ve teknoloji ateşini transfer edecek Prometheuslarla gerçekleştirilebileceği hülyalarıyla dolup taşar. Acımasız modernlik şartlarında beka sorununu çözmenin yegâne yolunun bilim ve teknoloji transferi olduğu düşünülmüştür. Ne zaman ki, sadece bilim ve teknolojiden müteşekkil ve yansız olduğu farz edilen uygarlığın değil, kültürün de aktarılıp aktarılamayacağı sorusu kamusal tartışmanın gündemine oturmuş, o andan itibaren Prometheuslardan farklı, ikinci bir tip de gelişmiştir: Bihruz Beyler ve/veya “Garpzede”ler. Bunlara göre uygarlık sorununa kültürü de kapsayan bütünlüklü bir perspektiften bakılmalıdır, ev kültürel olarak yetersizdir. Bu tarihsel aşamada “vatan” ve “ulus”un sınırları net bir biçimde çizilmemiştir, ev daha ziyade “medeniyet”i çağrıştırır. (Namık Kemâl’in “vatan”ı eve dönen adamların “ev”iyle tam olarak örtüşmez). Ev olarak kültürel eksikliklerle malul İslâm medeniyeti değil, Batı medeniyeti seçilmelidir. Evin ne olduğu halen belirsizliğini korumaktaysa da, üçüncü bir tipin dahil olmasıyla en azından evin nerede olduğu biraz açıklığa kavuşacaktır. Eve dönen adamlar mitosunun tarihte görünmesi bu tartışmada gerçekleşir. Kültürel açıdan tarafsız olan bilim ve teknoloji kimsenin evi olamaz. Uygarlık her evin ulaşabileceği yansız ve yatay bir konumdadır. (Asıl) Ev kültürdür. Uygarlığın bir poetikası yoktur, oysa ev bir mekân olarak bir poetikasız düşünülemez. Söz konusu ikilikte evin yeri kültürün alanıdır. Bachelard Mekânın Poetikası’nda ev imgesinin istikrara dair nedenler ve yanılsamalar sağladığını söylüyordu. Eve dönen adamlar mitosunda yüz yüze kalınan beka sorunu karşısında istikrar için bulunmuş bir neden vardır. İstikrar, hiç kuşkusuz uygarlığın bilim ve teknolojisinin sağladığı araçları gerektirir ama esasen evin sağladığı özdeşlikle/kimlikle mümkündür. Ev burada yoğunlaşmış bir varlık, bizi merkezileşmeye çağıran bir imgeler toplamıdır. Başka bir şekilde ifade edersek, ev düşüncesi varlığını kültür-uygarlık tartışmasındaki kayda değer bir momente borçludur. Partha Chatterjee’nin Milliyetçi Düşünce ve Sömürge Dünyası’nda milliyetçi düşüncenin tarihsel çıkışını teşhis ettiği an: Uygarlığa karşı kültür ve/veya dışsal olarak düşünülen uygarlığa karşı içselliğin alanı biçiminde anlaşılan kültür. Ev burada, istikrarı, merkezileşmeyi, varlığın yoğunlaşmasını olduğu gibi bir içsellik düşüncesini de içerir. Dolayısıyla eve dönen adamlar mitosuna kaynaklık eden ev düşüncesi, tarihsel dünyanın iç ve dış diye ikiye bölündüğü modernlik süreçleriyle mümkün hale gelmiştir. Eve dönen adamlar modernliğin sonuçlarındandır. 

Eve Dönen Adamlar repertuarı

Muhafazakâr yerlici mitoloji eve dönen adamlar repertuarıyla kendisini gösterir. Bu adamların hemen hepsi Paris’te fiziken bulunmuş veya -sözümona- bir dönem Paris’i arzulamıştır. Dolayısıyla eve dönen adamlar mitosu, kültürel aşırılık telakki edilen Parisyen estetik modernlikle yakından ilişkilidir.[1]

Bu adamların en meşhuru, dönüş yolculuğundaki duygu durumunu gördüğümüz, estetik modernliğin kalbinden -asıl merkeze- eve dönerek uzun yolculuğunu tamamlayan şairdir. Yahya Kemal eve dönen adamın Weberyen anlamda “ideal-tip”idir. Yirminci yüzyıl başlarında Paris’e gitmiş, kentin modernliğinin şairi Baudelaire’den estetik tatlar almış, bir bohem yaşamın ardından (yine de) eve dönmesini bilmiştir.

Ev fenomeni barınmayı nasıl aşıyorsa, eve dönüş de fiziksel bir hareketten fazlasıdır. Paris-İstanbul bileti olmadığı kesin ama sınırları belli bir ulusa, o ulusun politik coğrafyası olan ülke, memleket ve vatana, aynı sınırlar üzerinde meşru fizik zora sahip devlete dönüşle de sınırlanmaz. Bütün bu olguları efsunlayıp bir arada tutabilen etkili bir mitos. Yoksa Yahya Kemal’in eve dönüşünün Ziya Gökalp’in “halka doğru” gidişinden farkı kalmazdı. Ama bir fark bulunmaktadır. Şair, Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi “nazariye taslamadığı”nı, milli sorunun kitabi bir program veya kuramsal düşünceyle hallolunamayacağını, vatanın ve “Türk ruhu”nun “İstanbul toprağında” bulunduğunu önemle vurgulamıştır. Demek ki, iş “ulusal aydın”ların “halka doğru” giderek teorik bir araştırmaya girişmelerinde değil, milli toprağın bağrında düğümlenmektedir.  

Eve dönen adamlar mitosu, “toprak”a modern zamanlarda yüklenen güçlü metafizik anlamları devralır. Eve dönüş -soyut bir halka doğru hareketten ziyade- milli varlığın evi olan toprağa dönüştür. Türkiye’de yirminci yüzyılın başlarından itibaren gelişen bir tür milliyetçilikle muhafazakâr yerlici mitolojinin yolları bu dönemeçte ayrılmaya başlar. Söz konusu mitoloji, klasik milliyetçilikte bulunmayan bir toprak fikriyatı üzerinde yükselir. Bu mitolojide fiziksel yer olarak soyut yurttaşlık bağıyla bir araya getirilmiş ulus düşüncesi de eksik bulunur. Ulus, kültürlenmiş bir mekân olarak evdir. Eve dönmek denildiğinde böyle bir evden bahsediliyordur. Ziya Gökalp’in “ulus”u (metafizik) eve göre pek soyut ve pek cansızdır.

Mitolojinin repertuarında hep aynı makam çalmaz. Yapısalcı mitoloji araştırmacılarının “yapı” olarak tanımladığı şeye benzer bir hakim makam etkisini sürdürürken ince farklılıklar da göze çarpar. Yahya Kemal’in doğal takipçisi sayıldığından mitolojiye karga tulumba sokulan Tanpınar’ın yanı sıra, Necip Fazıl ve Cemil Meriç’te teşhis edilebilecek farklı makamlar da bulunmaktadır.

Tanpınar’ın -daimi Paris arzusu bir yana- erken bir kritik evrede oradan eve dönebileceği Paris deneyimi olmamıştır. (Tanpınar’ın hayatı boyunca yakındığı bir durum). Onun eve dönüşü ya “üstad”ı dönmüşse o da dönmüştür kabilinden bir peşin hükme ya da -kendi çizgisinde bir dönüş olarak altını çizdiği- “cezri Garpçılık”tan vazgeçişine dayandırılır. Cezri Garpçılıktan kopuş sonrasında, başta Huzur ve Mahur Beste olmak üzere, “bizim musikimiz” ve benzeri kelimelerle dolup taşan birçok kitap yazmamış mıdır? O halde, çok şükür, o da eve dönenlerdendir.

Necip Fazıl’ın hikâyesi, hakim makamla benzerliklerin yanı sıra farklılıklara da sahiptir. Onun Parisyen bir geçmişi vardır, hem de epey bohem bir geçmiş. Yahya Kemal ve Tanpınar’ınkinden farklı ilhamlar almıştır Baudelairyen ruhtan. Belki de bu nedenle, Türkiye’ye fiziksel olarak dönmüş ama başlarda henüz -malum anlamıyla- eve dönememiştir. Cumhuriyet’in ilk kuşak seküler çevreleriyle takılmaya devam ederken, Yahya Kemal’in gözdesi genç nesil şairlerden biri olarak kariyerinde önemli bir aşama kaydeder. Asıl önemlisi, Necip Fazıl’ın eve dönüşü, Sünni bir şeyhle tanışma ânına bağlandığından seküler yaşam tarzından İslâma dönüş hikâyesi biçimini alır. Necip Fazıl eve dönüşü Yahya Kemal’in yaptığından çok daha yoğun bir biçimde kendisi işlemiş, Paris’ten “Büyük Doğu”ya doğru gidişteki büyük ideolojik anlatının en önemli parçası olarak inşa etmiştir. (Bu -kendi başına bir mitoloji haline gelen- Necip Fazıl idolünün de temelini oluşturur). Eve dönüş burada bir hidayet öyküsünü kucaklarken mitolojiye kendinden önce bulunmayan bir dini anlam ilave edilir. Evrensel yolculuk mitosu (“kahramanın sonsuz yolculuğu”), günahkâr gencin hızlı yaşamının bir hakikat yolculuğuna dönüşüverdiği anlatının yerel kabında İslâmileştirilir. O etkili “zulmetten nura” kalıbı süratle eklemlenir, söylemsel düğüm noktaları güçlendirilir.

Eve dönüşten fiziksel olarak bahsedilemeyecek durumlarda eve varış mitosu takviye edilir. Misyon, eve dönmesi gerekenlerin dön(dürül)mesi, varması icap edenlerin var(dırıl)masıdır. Bir Paris yaşantısı bulunmayan Cemil Meriç’in hareketi eve varış biçiminde dahil olur mitolojiye. Lise döneminde Batı klasiklerini Fransızcadan okuyup essay yazabilecek kadar ev-olmayanı idrak ettiği “culture” evresinden “bu ülke” “irfan”ına (“kültürden irfana”) doğru geçiş… Sosyalist dönem, mahkemeler, İstanbul’un “businessman” aydın çevresiyle tanışıp “kaynaşamama”, bir tren yolculuğunda halkla temas sonucunda “hakikat”in, evsizliğin farkına varış… Cemil Meriç’in eve varışı, hem kibirli Aydınlanma salonlarıyla kafası barışmayan Rousseau’daki taşralının kentliye öfkesini hem de 1848’lerde Batıcılar ve sosyalistlerle ihtilal hazırlığındayken Sibirya sürgünüyle “Rus toprağı” fikriyatına yönelen Dostoyevski’deki popülist heyecanı yankılar.[2] Cemil Meriç aristokrat/klasisist ruhlu Yahya Kemal’den, evde estetik bir yaşama üslubu arayan Tanpınar’dan ve ezilmiş Büyük Doğu’yu ayağa kaldırma gibi bir misyonla yola çıktığı söylenen ama ezenlere benzeyen bir hubrisi hiç bırakmayan Necip Fazıl’dan apayrı bir popülist damar oluşturur eve dönen adamlar mitosunda. Onun Batıcı Cumhuriyet elitine karşı evi belirleyen “bu ülke” çıkışı, Dostoyevski’nin Rus evini düşünmekten aciz oldukları gerekçesiyle Belinski, Turgenyev ve Çernişevskilere açtığı kalem savaşındaki ateş(liliğ)e sahiptir. Muhafazakâr yerlici mitolojide bu kadar önemli bir yer edinmesinin nedenlerinden biri, belki de, evdeki toprak öğesine güçlü bir ateş öğesini tutkuyla eklemesidir.    

Çağdaş bir mitos

“Eve dönen adamlar”, kadim mitosun modern bir siyasi düşünce, söylem ve ideoloji tarafından yeniden oluşturulmasını ifade ettiği için çağdaş bir mitostur. Bu yeniden biçimlendirme modernliğin sonuçlarına kopmaz bir biçimde bağlıdır ve muhafazakâr ideolojinin (modernliği) çerçevesinde gerçekleşir. Odysseus sabitlenebilmiş midir evde? Mitosun yörüngesini eve çevirip sabitleyen çağdaş muhafazakâr yerlicilerdir. Aslına bakılırsa, kahraman geri dön(e)memiştir. Barbara Cassin’in belirttiği gibi, Odysseus döner dönmez yeniden ayrılmak zorunda kalır: “(E)vine döndüğü anda bile henüz geri dönmemiştir ve bunu bilir.”   

Hiçbir ölümlü, değişmez bir varlığın merkezi olan eve dönüp baş köşeye yerleşemez. Ev, dönülen, dönüldüğünde öylece bulunan bir tözsel mekân değil, tarihsel mücadelelerin momentlerinde yeniden inşa edilegelen devingen bir politik gerçekliktir. “Eve dönen adamlar”ın evi, “katı olan her şeyin buharlaştığı” çağın koşullarının ürünü istikrar ve merkezileşme arzusunu yansıtır. Bachelard, ev imgesinin istikrar ve merkezileşme ile ilişkisini anlatırken bir yanılsamadan da bahsediyordu. İşte bu yanılsamayı izah etmek için Bachelard’ın saf imgelem fenomenolojisinin ötesine geçen bir tarihselleştirme hamlesine ihtiyaç var. (Tıpkı “eve dönen adamlar” mitosunu izah etmek için olduğu gibi). Çağdaş Söylenler’in yazarı Barthes’tan hareketle söylersek, (ev) efsane(si) “ancak tarihsel olabilir… nesnelerin ‘doğa’sından fışkırmaz.”

“Eve dönen adamlar”ın temel aldığı yabancılaşmadan kurtuluş anlatısında, kahraman bir huzur evine döndüğünde yabancılaşma bitiverir. Bu çağdaş mitosta kahramana o kritik aydınlanma ânının sonrasında bir kimlik/özdeşlik atfedilir. (Farklı deneyimler ise kimlikten dışlanır). Huzur böylece bir kimlik huzuru ve konforuna inkılap eder. Eve dönen adamlar, akrabası sayılabilecek bir popüler İslâmcı mitolojiden hareketle söylersek, “huzur sokağı”nda ikamet etmektedirler. Oysa modern hayatta yabancılaşmamış bir saydamlığı istikrarla sürdürmek bu kadar kolay mıdır? Yabancılaşmadan kurtuluş reçetesi bu mudur? Mitosun buradaki anlamı, kapitalist modernleşmenin yarattığı yapısal problemlere zayıf kültürelci karşılık vermekten başka bir şey değildir.

“Eve dönen adamlar”ı muhafazakâr yerlici mitolojiye armağan eden yorumcuların bir huzur metafiziğini parlatmak adına ısrarla göz ardı ettiği olgular... Her ne olursa olsun, bir yanılsama bile olsa, bir istikrar ve merkezileşme unsuru olarak ev imgesi kurtarılmalıdır. Oysa neden bu sözde kör noktalar da en azından mitosun ağırlık noktası olarak tayin edilen o kritik an kadar önemli olmasınlar? Mesela 1940’larda Hasan Âli Yücel’in kültür politikalarını öven ve Ziya Gökalpçi hars-medeniyet ayrımının ötesine geçen Yahya Kemal, Edebiyata Dair’de tam da mitostaki evin darlığını ve ufuksuzluğunu tenkit ediyordu. Dikkat çekici olan, Yahya Kemal’in burada evin cisimleşmesi olarak anlaşılan “kendimize”, “kendiliklerimize” dönmekten, “Anadolu’ya, İstanbul’un, Bursa’nın ve Edirne’nin eski mahallelerine çekilmek”ten bir  “zân” ve “sakat bir görüş” olarak söz edip şunu eklemesi: “Bir milletin öğrenmek ihtiyacı bitmez.” Bir milletin evden çıkış ihtiyacı sona ermez.

Huzur romanıyla mitolojide huzura kavuşturulan Tanpınar’ın modernistlere özgü huzursuzluklarının farkına varmayan kaldı mı? Kimbilir onun hakkında daha neler öğreneceğiz. Ancak Mektuplar ve Günlükler’inden anlaşılan o ki, öğreneceklerimiz “eve dönen adamlar” mitosuna pek uymayacak. Zira Tanpınar’ın mitolojiye özgü ev düşüncesinden canının daraldığını gitgide daha iyi keşfediyoruz (“Türkiye beni yedin!”).

Kendisiyle yapılan son röportajlardan (1987) birinde “Tanrı sorusuna cevap veremem… Zaman zaman inandım. Ama ne kadar inanıyorum, bilemiyorum… İnanıp inanmadığımı bilemiyorum,” diyen, “Yön’le paylaştıklarınız?” sorusuna “Önce pozitivizm. Akla fazla önem verişim,” şeklinde cevap vererek başlayan Cemil Meriç -ev aynı zamanda bir hidayet anlatısı sunuyorsa- hangi eve dönmüştür? Kültürden İrfana kitabındaki bir bölümde, Şarkiyatçılık hakkında Türkiye’deki ilk incelemelerden birinde, Edward Said için övgüyle -hümanist ve anti-hümanist yazını kastederek- “Batı irfanının bütün hazinelerinden haberdar,” dedikten sonra neden kendisinin böyle bir kitabı yazamayacağı bahsinde “Said, bana göre, fazla insafsız. Emperyalizmden çok ağzı yanmış,” diye ekleyen Cemil Meriç hangi evden (“irfan”dan) söz etmektedir?

Muhafazakâr yerlici ev konforununun bedelinin bilgiye ihanet olduğunu, o evdeki aile çıkarlarının küflü kokusunun rahatsız edici bir biçimde yayıldığını, bu evi problem haline getirmenin ahlâkın olduğu gibi politikanın da parçası telakki edilmesi gerektiğini iyice idrak ettiğimiz bir zaman diliminde yaşamıyor muyuz hem? “Kahramanın sonsuz yolculuğu” devam eder. Eve dönen aslında tam olarak dönmemiştir. Evsizlik onun hep bir parçası olarak kalacaktır. (Farklılığın özdeşlikle ilişkisindeki gibi). Onu sabitleyen mitolojinin bizzat kendisidir. 


Kaynaklar

Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemâl, İstanbul: Dergâh.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, İstanbul: Dergâh.

Andrzej Walicki, “”Peygamber Gibi İki Yazar: Dostoyevski ve Tolstoy”, Rus Düşünce Tarihi: 1760-1900-Aydınlanma’dan Marksizme, çev. Alâeddin Şenel, Ankara: V. 

Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, çev. Ersin Kuşdil, İstanbul: Ayrıntı.

Barbara Cassin, Nostalji: İnsan Ne Zaman Evindedir, çev. Seçil Kıvrak, İstanbul: Kolektif.

Cemil Meriç, Bu Ülke, İstanbul: İletişim.

Cemil Meriç, “Cemil Meriç ile Mülakat”, Konuşan: Hüsamettin Arslan, Türk Edebiyatı, Sayı: 166, Ağustos 1987.

Cemil Meriç, “Oryantalizm, Sömürgeciliğin Keşif Kolu”, Kültürden İrfana, İstanbul: İletişim.

Ernst Renan, Ulus Nedir?, çev. Gökçe Yavaş, İstanbul: Pinhan.

Gaston Bachelard, Uzamın Petikası, çev. Alp Tümertekin, İstanbul: İthaki.

Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, çev. Bahadır Sina Şener, İstanbul: İletişim.

Joseph Campbell, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, çev. Sabri Gürses, İstanbul: İthaki.

Martin Heidegger, Tekniğe İlişkin Soruşturma, çev. Doğan Özlem, İstanbul: Paradigma.

Nicholas Abercrombie vd. “Ideal Type”, Dictionary of Sociology, London: Penguin.

Partha Chatterjee, Milliyetçi Düşünce ve Sömürge Dünyası, çev. Sami Oğuz, İstanbul: İletişim.

Roland Barthes, Çağdaş Söylenler, çev. Tahsin Yücel, İstanbul: Metis.

Theodor W. Adorno, Minima Moralia, çev. Orhan Koçak ve Ahmet Doğukan, İstanbul: Metis.

Yahya Kemal, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti.

Yahya Kemal, Aziz İstanbul, İstanbul: MEB.

Yahya Kemal, Edebiyata Dair, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti.



[1] Martinik’te doğan, Fransa’ya giden, oradan Cezayir’e geçen, ne Martinik ne de Fransa “ev”ine dönen, dahası, kendi düşünce-eylem çizgisinde ev mitolojilerine karşı mücadele veren anti-emperyalist düşünür-eylemci Frantz Fanon ile buradaki “eve dönen adamlar”ı karşılaştırmak gerçekten ilginç bir girişim olabilirdi. Bu konuda daha fazla bilgi için yakında yayımlanacak Fanon’un Hayaletleri: Fanon’la Konuşmayı Sürdürmek başlıklı kitabımıza bakılabilir.

[2] “Popülist heyecan” ile Dostoyevski’nin “güzel ruh”lu okurları tarafından pek görülmek istenmeyen siyasi yazılarını kastediyorum. Slavcılar ve popülistlerle koşut düşünceleri. Walicki Rus Düşünce Tarihi’nde “Dostoyevski’nin Ortodoks ütopyasının sürekli karşılaşılan nakartı” diye bahseder: (Aynı zamanda Slavcı bir fikir olan) Halka ve “yerli toprağa” dönme. Dostoyevski, “halkın doğruları önünde eğilmeli ve onu olduğu gibi benimsemeliyiz” diye yazar. Modernleşen Rusya’da “ev”inden kopan Rus aydınının “avare”liği ve yabancılaşması, toprağa dönmesi ve halkın doğrularına bağlanmasıyla çözülecektir.