Kısa hikâye bütün dillerde zordur ve genelde (yazı bağlamında) hikâye anlatıcıları da bu türden uzak dururlar. Bunun nedenleri elbetti ki vardır. Kısa hikâye şiir, uzun hikâye ve roman arasında kalır ve yazıcı ben bunu kısa hikâye olarak anlatacağıma şiir yazarım ya da daha uzun bir hikâye olarak kurgularım diye düşünebilir… Diğer dillerde de az çok bu sıkıntı yaşanır ve genelde kısa hikâye bir süre sonra şiir ve roman için bir sıçrama tahtasına döner; kısa hikâye anlatıcısı da, ya tümden şiire ya da romana meyil eder ama yine de hikâye varlığından bir şey kaybetmez, hatta daha da güçlenir, çünkü kan vermek, değirmene su taşımaktan daha iyidir… Bütün hikâye anlatıcıları da bunu bilir. Kürtçe hikâye ise hep oldu. Bir edebî tür olarak hikâye bugün bir çırpıda adını sayabileceğimiz pek çok hikâyeciyle varlığını sürdürüyor. Ancak diğer dillerde olduğu gibi kısa hikâye Kürtçede de azdır.
Ali Duran Topuz, işte bu zor alanın çok hoş örnekleri ile aniden çıkageldi. Bilenler bilir Ali, Türkiye’de basın dünyası içinde hatırı sayılır bir yere sahiptir. Aşağıda anacağım hikâyeleri fevkalade bir şekilde Türkçe yazabilir ve bununla hatırı sayılır bir okur, kitap bağlamında da belli bir tiraja ulaşabilirdi. Ancak bunun yerine ürünlerini Kürtçe ve kısa hikâye formunda vermeyi tercih etmiş. Ali’nin kitabında yetmiş kısa hikâye yer alıyor ve bütün bu hikâyeler Rû û Kûr (Avesta Yayınları, 2018) adıyla toplanmış. Kitabın adı Yüzey ve Derinlik olarak Türkçeye çevrilebilir. Bunun yanında Yüz’den kasıt, sığın karşıtı olarak okunabilir. Ali’nin hikâyelerinde dikkatimizi çeken en önemli yan dildir. Ali, hikâyelerini Koçgiri şivesi ile yazıyor, anlatıyor. Koçgiri, Sivas’a bağlı bir ilçedir ve adı çokça isyan ile anılır. Harita üzerinden Koçgiri’ye bakıldığında silme bir etki dikkat çeker; bir yanda Erzincan, diğer bir yanda Sivas, Malatya ve Giresun illeri görülür ve her bölge kültürel bağlamda oldukça geniş bir etkinliğe sahiptir. Dinsel olarak son yüz yılda burası Alevi ve Sünni (Kürt Alevi; Türk Alevi; Sünni Türk, Sünni Kürt) farklılığının odak noktasıdır. Koçgiri’nin konuştuğu Kürtçe kimi farklılıklar göstermesine rağmen bildiğimiz Kurmancidir; Zara, İmranlı, Refahiye, Su Şehri, Anana Tufanbeyli ve Kayseri Sarız’da bu şive konuşulur. Burada konuşulan Kürtçede Alevi Türkmenlerin konuştuğu Türkçenin etkisi vardır. Bu etki de Mardin’de konuşulan Kürtçedeki Arapça etki kadar doğaldır. Bugün İstanbul Kürtçesi diyebileceğimiz bir Kürtçe bile vardır ve sanırım bir on yıl sonra İstanbul’da doğan, büyüyen ve Kürt illerinin hiçbir yerini görmeyen yazarların kitapları da yayımlanacaktır.
Ali Topuz’un hikâyelerinde teknik olarak bir anlatıcı vardır ve bu anlatıcı hikâyenin özünü, hikâye kahramanlarından biri üzerinden dile getirir. Bu bazen hikâyeye, mesel (ders alınacak söz, atasözü) özelliği verir. Ayrıca anılar ve tarih de bu hikâyelerde arada ama hikâyenin tümüne hükmedecek şekilde değil, bir fon olacak biçimde hissettirilir. Bu bazen olayın vahameti, bazen de zaman kavramı ile ilgili bir durum olarak karşımıza çıkar. Aynı şekilde ağıt ve kılamlarda, hikâyelerde bağlamı yerine oturtmak için kullanılırlar. Hatta bir ağıt kendi konusundan çıkar, bir başka olayın final ya da başlangıcı olarak da duyumsanır. Hikâyelerde “ödünç” ve “melez” gibi kelimeler de kullanılır. Kimi kelimeler ses olarak özelliklerini korur ama söyleyiş biçimi olarak değişime uğrar, bu bana göre dile büyük bir zenginlik katar; melezlikte alıcı dil, kullanılan kelimeyi kendine uydurur…
Ali Topuz’un hikâyeleri zaman ve mekân açısından da dikkat çeker. Zaman, şimdi ve geçmiş zaman imleri arasındadır; mekân ise çoğunlukla Koçgiri, hatta küçük bir ev, bir köy evinin odası ve dinsel olarak Koçgiri’nin yansıma ile belleğimize işlenen, sözgelimi Dersim gibi bölgelerdir. Hikâyelerin ilk ve final cümleleri hem ilginç hem de güzeldir. Örneğin “o sene yol yapılmıştı” (s. 26); “Hepsi siyah elbiseler giyinmişlerdi” (s. 27); “Belki yılan seslenmişti ata” (s. 29); “Uykusu gelmemişti” (s. 30); “Ali amca doymamıştı” (s. 33); “Askerin Dersim’e kalktığı yıldı” (s. 37). Bazen, giriş ve sonuç cümleleri arasında tarihsellik kurulur: “Hepsi siyah elbiseler giyinmişlerdi”. Bu cümlenin geçtiği hikâyenin sonu şöyle biter: “Ermenilerin katledildiği sene” (s. 27).
Thomas Mann, bir yerde anlatmanın “bir yana koymak” olduğunu söylemişti; bu, altını çizmek, seçmek ve dışta bırakmak anlamına da gelir. Mağduru söylemek ve mağdur edeni dışta tutmak mahirane bir şeydir. Bazen tek bir cümle ile ifade edilen hikâyeler de vardır: “Resul’ün büyükannesi söyledi” (s. 64). Dikkat edilirse, ilk cümleler dahi bize hikâyenin sınırlı bir mekâna sığınmış olsa bile, insanı mekânın ötesine çeken bir yanları olduklarını gösterir niteliktedir. Mekânın ötesi, yazarın ve hikâyede adı geçen-geçmeyen kahramanın iç titreşimleri ile bize sirayet eder. Böylece yazarın yaşam dünyası ile metnin dünyası birleşir ve gerçek ile kurmaca bize yünün yüzükten geçmesi gibi hoş bir zaman vaat eder, hatta belli bir ölçü içerisinde sahnelenebilir bir özellik taşır. Hikâyelerde geriye dönüş anımsatma tekniği ile sağlanır ve bu, bazen bir şiir, bazen bir yerlerde yakılmış bir ağıtla nirengi noktasına ulaşır. Geriye dönüşlerde anı zamanı düş zamanını içine alıp kapsar; aktarılan diyaloglarda zaman nitelik olarak gerilimler, nicelik olarak karakterlere uzanan bir çıta ile serimlenir.
Ali Topuz’un hikâyelerinin tümünü ele almak mümkün değildir. Onun yerine bir tek hikâyesi “Feridûn Xoce, ma’lime çiyan” (“Feridun Hoca Dağların Öğretmenidir”) üzerinden bahsini açtığımız konuları daha iyi bağlayabiliriz. Bu hikâye uzun masal özellikleri ile başlar: “Yer beyaz, gök beyazdı.” Beyaz ile çok şey anlatılır: ilk elden, saflık ve temizlik; sonra kar ve kış manzaraları. Anlatıcı bir yerde şunu söyler: “Bir kar yağıyordu.” Dikkat edilirse hikâyenin girişindeki bir manzara bizi çeker. Sanki yanı başımızda bir ihtiyar oturuyordur ve biz de ihtiyarın etrafına toplanmışızdır. Bize duyduğu ya da yaşadığı şeyleri anlatıyordur. Hangi dille söylenirse söylensin bu bize bir rahatlık, sıcak bir ses gibi gelmektedir. Anlarız geniş bir acı ve bir hikâye anlatma geleneği ile karşı karşıyayızdır. Burada bilgenin sesini duyarız. Bilge az sözle çok şey ifade edecektir; anlatım dal budak salmayacak, duyulan ya da yaşanılan bize sadece “nakledilecektir”. Bu ses, bir yandan bizi kendine çekecek, diğer yandan bizi büyüleyecektir. İkisine de hazırızdır. Dil de zaten, anlatılacak hikâye gibi bizi büyüleyecektir. Gözlerimiz kapalı ya da açıktır. Hikâyenin sonu hazindir. Feridun öğretmen, dağların öğretmeni olmuştur artık. Köylüler onu, “Xeyali gonlümde yadigar qalan” türküsü ile hatırlamaktadır. Böylece anlatı tarih ve zaman imleri ile birlikte belleğimizde yer alır. Birine göre (bu birini bilmeyiz, köyden biri) Feridun köy ve köylülerden sıkılmıştır, birine göre nişanlıdır… Gerçek bilinse bile söylenmez, her dinleyen, tıpkı her yorumlayanın yaptığı gibi, bir son çıkarır kendine… Feridun öğretmen ile pek çok şey öğrenir dinleyici; bir yanda Karadeniz ağıtını (Mustafa Suphileri), diğer yandan Feridun öğretmenin kendince hazin sonu…
Dil ve teknik de bu arada yerli yerine oturur. Melez ve ödünç kelimeler ses olarak özelliklerini-kimyalarını bize taşırlar, gerçek anlamlarını korur ama ne Türkçeye ne de Kürtçeye bir zarar verirler, dahası dil zenginleşir, etki bir bıçak olarak, ayırmaz, birleştirir. Ali’nin bu ilk kitabı, ki bu kitap bugün birçok kimse tarafından eleştirilebilir ama klasik bir kitaptır. Klasik kitaptan kasıt Borges’in söylediği gibidir: “[klasik kitap] ille de şu ya da bu değerleri olan kitap değildir; kuşaklar boyunca kişilerin farklı nedenlerle büyük bir aşk ve şevkle ve gizemli bir bağlılıkla okudukları bir kitaptır…”