“En ağır şekilde cezalandırılsın bu vicdansızlar. Hayvanlara işkence eden, eziyet eden, o dilsiz canlıları katledip öldürenlere verilecek cezaları arttırın.” (Recep Tayyip Erdoğan)
AKP ne toplumun geniş kesimlerinde umut ve beklenti yarattığı kuruluş günlerinde ne toplumsal kutuplaşmanın meyvelerini toplayıp, toplumun yüzde 50’sinin tepkisini çektiği günlerde, hayvan haklarına dair bir düşünceye sahip olmadı. Bu Cumhuriyet tarihinin en uzun iktidarının hemen her meseleye dair, zaman zaman değişebilen fikirleri olsa da bu konuda, “bu da bizim düşüncemiz” diyebileceği, “Bizim medeniyetimiz” ile başlayan birkaç cümleden fazlası yok.
Şu sorulabilir elbet, “diğer partilerin bu konuda bir fikirleri var mı?” Buna olumlu bir cevap vermemiz mümkün değil, ama yazıda ele alacağımız, partilerden ziyade on altı yıllık iktidarın neleri yapıp neleri yapmadığı olacak.
İktidara geldiklerinde, uzun süredir Meclis bürokrasisinin sündürdüğü Hayvanları Koruma Kanunu’nu çıkarmak bu iktidara nasip oldu. Ama buna dair Genel Kurula getirilmiş kanunun kabulünden öte, beylik birkaç cümlenin dışında bir yaklaşım gösterildiğini söyleyemeyiz.
Başta rahmetli İsmet Sungurbey olmak üzere hayvan hakları savunucularının ısrarlı gayretleri sonucu hazırlanan tasarı, yine uzun dönem Meclis bürokrasisinin dehlizlerinde dolaştırılmış, “beş başbakan eskitmiş” ama bir türlü yasalaştırılamamıştı. 1 Temmuz 2004 tarihinde Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun çıkışında, dönemin “AB mevzuatı kapsamı”na uyum sağlamanın rolünü de saymak gerekir. Nitekim, “Ev Hayvanlarının Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi’nin onaylanması da bu dönemde, 2003’tedir.
AKP dönemi ile birlikte hayvan hakları savunulmasında artan gözle görülür bir dinamik var. Peki AKP iktidarı bu dinamiğin zorlamasına niye cevap vermiyor. (Diğer alanlarda lobicilik faaliyetlerinin iktidar nezdinde karşılık bulduğu söylenebilir.) Belki bunun kayda değer bir büyüklükte olmadığını düşünüyorlar. Oysa AKP Belediyeler eliyle, hayvansever oluşumları ile ilişkisini sürdürüyor, barınak yönetimleri, yardımlar vs. (CHP’li belediyeler de bundan pek farklı değil.) Bunu yeterli görüyor olabilirler ya da bu taleplere daha fazla karşılık vermenin pek siyasi getirisinin olmadığını, yani AKP’nin pragmatist anlayışı içinde, hayvan haklarına dair atacakları adımlarda bir “win-win” durumunun olmadığını hesaplıyor olabilirler.
Görünür hayvansever kitlenin büyük çoğunluğu, kent üst-orta sınıfların yoğun olduğu bölgelerde yaşıyor ve buralar muhalefetin oy depoları. Haliyle AKP yönetimi bu konuya yüklenmenin buralardaki siyasi tercihleri pek değiştiremeyeceğini de hesaplıyor olabilir. Bunlar AKP’nin pragmatizmi çerçevesinde değerlendirebileceğimiz veriler.
Peki kendi kitle-seçmen tabanı? Muhafazakâr-dindar hayvansever çok, ama muhafazakâr hayvansever oluşumlar yok. AKP tabanını oluşturan muhafazakâr-dindar kitle içinde azımsanmayacak sayıda sokak hayvanlarını besleyen insan var özellikle eski semtlerde. Bir tür Osmanlı’daki geleneği sürdürüyorlar. Ama bunun bir haklar manzumesi olduğu, bunun için mücadele edilmesine dair bir fikriyat yok, “ulul-emr”e dair bir tasarruf olarak görülüyor olabilir.
Muhafazakâr kanaat önderleri ise, İslâm ve hayvan hakları bahsinde en yakın Osmanlı’ya kadar geliyorlar, ama sonrası boşluk.[1] Günün şartlarına dair kurban dışında “içtihat”lar da yok. Ayrıca bu kesimde hayvanseverlere yönelik bir gıcık kapma durumu söz konusu. Özellikle kurban tartışmaları onları, laik-dindar çatışması çerçevesinde, ibadete yönelik bir saldırı olduğu fikrine sabitlemiş durumda.[2]
İktidardan uzak duran İslâmcı kesimlerde de bu konuya bir ilgi yok. (Örneğin “İslâm’da kurbanın olmadığı” iddiasını dile getiren İhsan Eliaçık, hayvan hakları savunucularına duyduğu sempatiyi dile getiriyor, ama konu doğrudan gündeminde yer almıyor.)[3]
“Yasa Ne Bekliyor?”
Mevcut yasanın bir süre sonra yetersizlikleri görülmüş ve yeni bir yasa ihtiyacı ortaya çıkmıştı. Her şey bir yana, hayvanlara yönelik şiddetin “kabahat” olarak görülmesi ile bu korumanın yapılamayacağı anlaşılmıştı. Nitekim, zamanının Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nun beş yıl sonra, yasanın getirilerini sayarken, “hayvan refahı ve korunması konusunda bir adım öndeyiz” demesinden de bunu anlıyoruz:
“Ev ve süs hayvanı satış yerleri kontrol altına alınıyorsa, Deney hayvanlarının kullanımı ile ilgili etik düzenlemeler getirildiyse, Hayvanat bahçelerindeki hayvanların refah düzeyi artırılıyorsa, Hayvanlara eziyet hukuken engelleniyorsa…” (5199 Sayılı Hayvanları Koruma’ya önsöz, 2009)
O hukukun eziyetleri engellemediği kısa sürede anlaşıldı. Komik para cezaları caydırıcı olmuyordu. Yeni bir yasa taslağı hazırlandı, yine bürokrasi-komisyon dehlizlerinde dolaşmaya başladı. Son anda araya sokuşturulan bir deney maddesi, büyük tepkilere yol açtı; Taksim’de 2012 yılında on binlerce hayvanseverin katıldığı protesto düzenlendi. Bu, yasanın çıkışını hızlandırmadı tam tersine sümen altı edilmesine yol açtı. O tarihten bu yana, yasa alt komisyonlar, üst komisyonlar vb. dolaşıp duruyor. Tayyip Erdoğan’ın 18 Ekim’de “Bu yasa hâlâ neyi bekliyor? Bir an önce çıkartın” talimatı da etkili olmadı. HAYTAP Genel Başkanı Ahmet Kemal Şenpolat da, bürokrasinin bu direnişine dikkat çekiyor: “Erdoğan, 2011 yılında Dolmabahçe Sarayı’nda yaptığımız toplantıda da buna benzer sözler vermişti. Aradan 7 yıl geçti. Hükümetler değişti. Ama bürokratlar maalesef onu dinlemiyorlar. Dinleselerdi bu yasa bir gecede bile geçebilirdi.”
Bu boyutu da var işin elbette, ama daha ziyade, buna asılacak, zorlayacak bir iktidar-muhalefet ilgisinin yokluğu söz konusu.[4]
Tayyip Erdoğan ve Hayvanlar
Partinin her şeyi sayılan önderi hakkında ayrı bir başlık açmak gerekir. Tayyip Erdoğan’ın hayvanlarla bir yakınlığının olmadığını tahmin ediyorum. Son günlerde dolaşan oğlunun bahçesindeki köpek Çiko ile çekilmiş videosunda, Çiko’ya salatalık ikram ediyor. Ama köpeğe davranışı ve köpeğin ona davranışı bir mesafenin varlığını gösteriyor. Yine 2017 Ağustos’unda Denizli’de bir seçim gezisinde otobüsten inip bir köpeği sevmesi var. Köpeklerle çocukluktan kalma bir ilişki olabilir. Genellikle sokaklarda çocuklar, köpeklere yakınlık duyar, oyun arkadaşlığı yaparlar, kedileri pek sevmezler. Bir de kümesteki keklikleri şemsiyesi ile “sevme” görüntüleri bilinir. Hediye edilen bir yavru kedi haberi vardı daha eskilerde, ama kedinin akıbetini bilmiyoruz tabii. Meşhur attan düşmesini de “korku” ile açıklayabiliriz, hayvanların bu durumlarda sezgileri çok güçlüdür. Bu yakınlaşmama belki eşi Emine Erdoğan’ın mezhebi itikadından da olabilir. Ama daha ziyade gördüğümüz “pür politik” kişilerde görülen bir durum diyebilir miyiz acaba? Mesela mukayese edebileceğimiz Süleyman Demirel’in de hayvanlarla ilişkisine dair bir görüntü bilmiyoruz. Oysa siyasete atıldığında lakabı “Çoban Sülü”dür. Bu lakap en azından çocukluğunda hayvanlarla bir yakınlığı olabileceğini düşündürür. Oysa onu sadece kurban kesiminde, koyunların başında ellerini açmış dua okurken görürüz. Siyasi liderlerde hayvanlarla yakınlık ender görülen durumdur. Mesela Bülent Ecevit’in evinde kedileri vardı. Ama bunun hayvan hakları yasasının çıkarılmasında bir katkısı olmadı.
Bu “pür politik”lik, pek duygulara yer vermemeyi doğuruyor, olabildiğince “nesnel”lik gerektiriyor, bir metal soğukluğu yaratıyor âdeta. Hayvan ile yakınlaşmama, belki, duygusallık içine düşmemeyi sağlıyor. Tüm bunlar elbette sadece kamuoyuna yansıyanlardan yaptığım çıkarımlar. Tayyip Erdoğan’ın ev hayatı pek gözler önünde değil.
İktidarı boyunca Tayyip Erdoğan klasiği diyebileceğimiz şu tarz ifadelerine bu konuda da rastlıyoruz: “Kusura bakmasınlar, hiç kimse bizimle hayvan sevgisi konusunda yarışamaz” (2 Mart 2009). Çevrecilikte, vb. alanlarda olduğu gibi, bu da bir yarıştır ona göre ve her yarışta hep öndedir.
Ama her şeyden önce, asıl ideolojik formasyonu, -din ve modern ideolojilerin temeli- “Önce insan”dan gelir. “Bizim hedefimiz önce insandır. İnsan refahı için atmamız gereken adımları atacağız” (2012). Bir ihtilaf çıktığında onun için tartışılmaz bir şeydir insanın önceliği. "Çevreciliği küçümsemiyorum. Bu işin de hastasıyım. Ama insana hizmeti her şeyin önünde tutuyorum'' (2016). “Ağaçları söküyorlar dediler. İnsanoğluna su getiriyoruz kardeşim. Bir şeyler sökülecek tabii. Dağları deldik, tüneller yaptık” (2008). Bu konuda “asıl çevreci” olarak sık sık söylediği “şu kadar milyon ağaç diktik” skorları, kesilen ormanlarda tüm canlıları ile bir ekosistemin ortadan kaldırıldığını gizliyor. Buna karşı çıkanlara cevabı, “Ormansa sizleri ormanlara gönderelim, gidin ormanlarda yaşayın ama hiç olmazsa şehirlerdeki halkı rahatsız etmeyin”dir (2013).
Ağzından düşürmediği, “yaradılanı severiz yaradandan ötürü” de bir dolayım içerir. Kendi başına bir değer atfedilmez yaratılanlara, mademki, yaradan bunu münasip görmüştür; vazifedir, sevilecektir de.
“Sevgili peygamberimiz, kuşu ölen çocuğa baş sağlığına gidiyor. Biz böyle bir dinin, böyle bir medeniyetin mensuplarıyız.” Yeri geldiğinde referanslar din ve medeniyettir. Ama bir türlü günümüze gelinmez, icraatları sonucu var olan hayvan sömürüsüne dair dinî bir gerekçe bile aranmaz.
Ama bu medeniyet karşılaştırmasındaki “duyarlılık” “Batı”ya tepki göstermeye geldiğinde değişir: “Denizlerdeki fokların, balinaların, yaşam alanları konusundaki gösterdikleri duyarlılığı, 23 milyon Suriyelinin hayat hakkından esirgeyenlere yazıklar olsun” (2016).
Ya Diğerleri, Hayvan Olamayan Hayvanlar
Buraya kadar yazılanlar “hayvan” dendiğinde çoğunluğun aklına gelen türler. Oysa iktidarın on altı yıllık icraatları bakımından meselenin asıl can alıcı noktası “hayvan” statüsüne ulaşamayanlar. Ama ne yazık ki, “gıda sektörü”ndeki hayvanlar, hayvanseverler nezdinde bile henüz hayvan statüsüne erişemediler ki, et tüketimini arttırmaya, “sinekten yağ çıkarmaya” çalışan bir iktidara bu konuda sıra gelsin.
Bakalım kısaca bu canlıların başlarına gelenlere.
Ucuz et yedirme kapsamında, hayvancılık sektörü bu dönemde önemli boyutlara ulaştı. Sektörde büyük firmalar ortaya çıktı. Sektörün bu büyümesinde iktidarın önemli teşvikleri vardı kuşkusuz. Bir dönemin Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, Meclis’te bir soru önergesine verdiği cevapta, 2002 yılında 83 milyon lira olan desteğin, 2015’te 2,9 milyar liraya çıktığını; 2003-2015 döneminde ise 17,7 milyar lira destek sağlandığını açıkladı. Toplam destek miktarı içerisinde hayvancılığın payının 2002 yılında yüzde 4,4 iken, 2015 yılında yüzde 29'a çıkarıldığını da belirtti.
Uzun uzadıya rakamlara boğmayayım yazıyı, birkaç örnekle geçeyim:
İktidara geldiklerinde 660 bin ton olan tavuk eti üretimi, 2 milyon tona ulaştı. 50’den fazla hayvana sahip çiftlik sayısı, 4 binden 30 bine çıktı. Toplam süt üretimi 22 milyon tona çıktı. 2002 yılında 421 bin ton olan kırmızı et üretimi 1,5 milyon tona ulaştı. Kişi başına yıllık et tüketimi, 16,5 kg iken, 2018’de 32 kg’a çıktı. (Kuşkusuz bu rakamlar Tayyip Erdoğan’ın “ithale gider ve piyasayı balanse ederiz. Vatandaşımıza ucuz et yedirmekte kararlıyız” iddiası için yeterli gelmiyordur, hele zengin ülkelerin et tüketim oranlarına bakıyorsa!)
Canlı hayvan ithalatı önemli sayılara ulaştı. 2016 yılında, yarısı Uruguay ve Brezilya olmak üzere, 500 bin canlı hayvan, o uzun, eziyetli yolculuklarla ithal edildi. Hayvanlara yaşatılan bu eziyetin altında sadece ekonomik değil, “siyasi” gerekçeler de olduğunu bir dönemin Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Eşref Fakıbaba açıkladı: “Türkiye'nin çok büyük et ihtiyacından değil de genelde siyasi olarak ihracat yaptığınız ülkelerden ithalat da yapmak zorunda olduğunuz için bazı kalemlerde ister istemez böyle şeyler gündeme gelebiliyor. İthal edilecek bile olsa büyük seviyelerde değil, küçük seviyelerde olur."
Ve tabii ki, doğada yaşayan canlıların avlanması. “Av turizmi” kapsamında çok sayıda hayvan binlerce turiste döviz karşılığı öldürtüldü. Av turizminin önemli getirisi olduğu anlaşıldı ama, “para eden” canlıların yaban hayatta neslinin tükenmesinden endişe de belirdi. “Bilinçsiz avcıları” bilinçlendirme gayretleri sürdürülüyor. Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürü Ahmet Özyanık paranın kokusunu almış ki, çıtayı yükseltiyor:
''Dünyadaki av turizm potansiyeli çok yüksek. Özellikle uluslararası düzeydeki av turizmi, çok zengin grupların katıldığı ya da onlara hitap eden bir turizm alanı. İnsanlar çok yüklü miktardaki paraları, o adrenalini yaşamak için gözden çıkarıyorlar. Özel uçak kaldıran uluslararası avcılar olduğunu biliyoruz. Türkiye'de de birkaç şirket bunları organize ediyor. Bu alanda, 2011 yılı içinde 25 milyon dolar civarında ülke ekonomisine katkı oldu. Av turizmi kapsamında 2023 hedefi olarak ülkeye yıllık 1 milyar dolar gelir getirmeyi öngörüyoruz.''
Yine deney hayvanları sayısında da büyük artışlar var bu dönemde. Hangi alana bakarsak bakalım hayvan sömürüsünün büyümüş rakamları ile karşılaşırız.
Sonuç olarak, AKP, metalaşmanın yeryüzüne hakim kılındığı, toplumun bütün kılcal damarlarına yayıldığı, küresel ekonomiye entegrasyonunun büyük mesafe katettiği döneme ustalıkla ayak uydurmuş bir parti. “Dünyanın en büyük on ekonomisi arasına girme” hedefinin ağırlığı, doğanın sömürüsüne dayanıyor. Büyüyen ekonominin en önemli kalemlerinden biri de artan hayvan sömürüsü. (Hayvansal üretim değerinin toplamda 200 milyar liraya ulaştığını belirtelim. Bir fikir vermesi açısından da 2002’de bitkisel üretim 32 milyar-hayvansal üretim 19 milyarken bitkisel üretim 2017’de 139 milyara ulaşırken, hayvansal üretimin öne geçtiği ve makasın gittikçe açıldığını görürüz.)
Hayvan hakları mücadelesinin iktidardan bu konuda beklenti içine girmesi çok anlamlı değil. Her şeyi “maddiyata” tahvil etmiş iktidarın bu tür “lüks”lere kendiliğinden kulak kabartma ihtimali yok. AKP’nin “bizim medeniyetimiz…”i sadece söylem düzeyinde kalıyor. Bunu zorlayacak bir dinamik ise ne parti içinde ne muhafazakâr kitlelerde mevcut.
Evet “ecdadımız” hayvanlar konusunda merhamet sahibi idi, ama torunları için aynı şeyi söylemek mümkün değil!
[1] Hukuka vurgu yapması bakımından aykırı bir örnek için bkz. Özlem Albayrak, https://www.yenisafak.com/yazarlar/ozlemalbayrak/hayvanlara-iskence-artik-durdurulsun-2048600
[2] Bir müptezellik örneği ama yine de bir temsiliyeti vardır. Bir Dilipak yapımı, her tür demogojinin dibi; hızını alamayıp, hayvan hakları hareketini İsrail’e bile bağlıyor. http://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/abdurrahman-dilipak/kurban-3237.html
[3] Mesela, Mücahit Gültekin, hayvan hakları mücadelesinin arkasında bir üst akıl arar: “İnsanın varlık alemi içindeki yeri, insanın yeniden tanımlanması, konumlandırılması ve ilahi ontolojik sınıflandırmanın çözülmesiyle ilgilidir.” Kadına şiddeti reddedemediklerinden aileyi kaybettiklerini, “hayvana şiddet” meselesinde uyanık davranıp, “insanlığı” kaybetmemelerini önerir! Şunu da ifade etmek isterim, meseleyi kendi inancı çerçevesinde tartışma gayreti bile, kayda değer. http://www.islamianaliz.com/yazi/hayvana-siddet-haberleri-ne-anlama-geliyor-yukselen-hayvan-sevgimizin-psiko-politik-bir-analizi-3636#sthash.tVaQmi06.RhZqblxL.dpbs
[4] Bu arada geçerken belirtelim. Yasaların çıkarılması sürecine dair de bir fikir versin: İlk yasanın son halinde, “sahipli hayvanlar”ın da kısırlaştırılması maddesi vardır O dönemki Çevre Komisyonu Başkanı Ahmet Münir Erkal sonrasını şöyle anlatır: “Getirdiğimiz tasarının ilk halinde -altkomisyona havale edilen metinde- kısırlaştırma esastı; fakat, daha sonra bazı milletvekili arkadaşlarımızca, bunun yapılmaması konusunda, çok ısrarla, bize, komisyon üyelerine birtakım tavsiyelerde bulunuldu. Bunun üzerine, o arkadaşlarımızın da görüşlerinin bir araya getirilmesi açısından, bir orta yol bulunması gündeme geldi ve dolayısıyla ‘teşviki esastır’ diyerek, güçlendirilme anlamında bir ifade kullanılmıştır.”