Derviş Aydın Akkoç, “Barış Özkul’un Ayhan Geçgin Yazısına Dair Eleştirel Notlar” yazısını şu sözlerle bitiriyor:
Ve son olarak dil ve onun kullanımı: Özkul’a “ilginç” gelen kimi bozukluklar Geçgin nezdinde pek önemli değil galiba, yazarın derdi dilsel bir zevk vermekten ziyade dil ve düşünce arasındaki tahripkâr ilişkiye eğilmek gibi. Dil, düşüncenin kışkırtmaları karşısında kendi çaresizliğinin farkındadır, bu nedenle yakası açılmamış dil oyunlarına bulaşılmaz… Ayrıca Kafka gibi Geçgin de dilden yana kupkuru bir yazardır, iddiası yoktur…
Bu yazıyı yazma nedenim de, benim için bir vesileye, bir tetikleyiciye dönüşen bu “iddiasızlık” tespiti aslında. Özkul’un da, Akkoç’un da üzerine konuştukları şey bir edebiyat metni olsa da pek önemser görünmedikleri şu dil meselesi. Özkul’un “ilginç” bulduğu, Akkoç’un “bozukluk” dediği, bana ise çoğu zaman bir “fazlalık” olarak görünen kimi dilsel “kullanımlar”. Ve buradan hareketle, Bir Dava’nın Geçgin’in edebiyatındaki kritik konumu üzerine düşüneceğim.
Geçgin’in derdi şüphesiz “dilsel bir zevk” vermek ya da “yakası açılmamış dil oyunları”na bulaşmak değildir. Bunu daha ilk kitabından itibaren defalarca gösterdi. Okuru bunu biliyor. Peki bu “dil iddiası” denilen şey, dil oyunlarına bulaşmak ya da özgün bir benzetme yapıyor olmanın coşkusuyla okuru mest etme arzusu duymak mıdır acaba? Bunu böyle işaretlersek, “dil iddiası”nı “piyasa edebiyatı” diliyle (ya da hadi uzlaşımsal edebiyat diliyle diyelim) bağdaştırmış olmaz mıyız? Söyleme-yazma imkânını araştıran ve bu sorgulamayı da metnin önemli bir katmanı haline getiren bir edebiyatı, yani aslında her şeyden önce dil üzerine düşünen bir edebiyatı, iddiasız mı sayacağız yani? Dil iddiası olmayan iyi bir yazardan söz edebiliyor muyuz gerçekten? Kafka dahil?
“Dilden yana kupkuru olmak”la ne kastedildiğini anlayabiliyorum elbette, ama bunu bir iddiasızlıkla bağdaştıramıyorum doğrusu. Tersine, bunun edebî önkabulleri alaşağı etmeye yeltenen büyük bir iddia olduğunu düşünüyorum. Sanırım Akkoç, Atılgan’ın da “dilden yana kupkuru” olduğunu düşünüyordur ki kuşkusuz haklıdır. Ancak bu kuruluğun, çalışılarak, arayışında olduğu hakikatle birlikte “elde edildiğinin” de farkındadır sanırım; yani, epey iddialı bir biçimde. Dilde kuruluk dediğimiz tarz, efekt, ne dersek, başlı başına bir iddiadır yani. Otelindeki kediyi “kupkuru” öldüren Zebercet’i düşünelim mesela, ya da Son Adım’daki o “kupkuru” işkence sahnelerini, sevişme sahnelerini. Tam da abartılara, yersiz benzetmelere, seçilen sözcükleri spot ışıklarına dönüştürmeye direnen “efektsizliğin” en etkili efektlere dönüştüğü anları.
“Anlatılamaz” olarak işaretlediği bir şeyin peşinde koşar Geçgin’in cümleleri; bazen hızlı, bazen yavaş, bazen hepten umutsuzca, bazen biraz coşkuyla, bazen takır tukur betimlemelerle, bazen anlatıcının kendisini bırakmasına izin verdiği varoluşsal bir heyecanla. Anlatamamayı anlatmaya, tüm gücünü kullansa da dile gelmez olanın dile gelmezliğini göstermeye kalkışmak, hem de defalarca, epey güçlü bir dil iddiası değil midir? Dili, çaresizliğinin farkında “kılmak” bir iddia değil midir?
Öte yandan Geçgin okuru şunu da biliyor, en azından seziyor olmalı: Geçgin’de “edebiyat”a yönelik bir soğukluk var. Haliyle, bir taraftan dil oyunlarına diğer taraftan uzlaşımsal anlamıyla “gerçekçi roman” denen türe yönelik bir soğukluk bu. Akkoç’un da yazısının son cümlesiyle bunu sezmiş olduğu anlaşılıyor: “Ayhan Geçgin’in meselesi bildiğimiz manada bir roman mı, orası dahi tartışmaya açık bir mesele aslında.” Temsilin, gerçekçi betimlemenin, Jameson’ın Barthes’dan hareketle ifade ettiği “dilin ve tek tek cümlelerin hücrelerine kadar nüfuz eden bir romansılığın” içinde kendini rahat hissedemeyiş (Gerçekçiliğin Çelişkileri, “Gerçekçilik ve Türün Çözülüşü”). Barış Özkul’un işaret ettiği “ilginç” ifadelerin (“kımıltısızlık içinde” olmak ve “gözlerinden kendiliğinden akan yaşlar”) benzerlerine önceki kitaplarında da rastlanır Geçgin’in. Gerçekçi-temsilci bir anlatıma yöneldiği anlarda tedirginliği, belki de apaçık isteksizliği hissedilir. Her zaman hemencecik tespit edilebilecek “yanlış” ifade edişler, fazlalıklar olmasa da, anlatıma sinmiş bir tedirginlik. Sokaklara, caddelere, binalara ilişkin tasvirlerinde, duyumsananı ama “göze görünmeyeni” anlatmaya yöneldiği anda rahatlayan bir yazar eli. Fazlaca kontrollüdür sanki bu yüzden; betimlemelerde bazen hiç gereği olmayan ayrıntılara yer verir. Barış Özkul’un verdiği örneklerin yanı sıra, Son Adım’da mesela, bulaşık yıkadığı evyenin “krom” olduğunu, “tekerlekli” market arabasını “önünde” ittiğini, “en kısa” yıkama programını seçtiğini söyler; basitçe “sırt çantası” diyebilecekken “genişçe, omza da geçirilebilen, askılı, spor görünümlü” çanta der. Bir Dava’da Aslı’nın annesinin hırkası “bisiklet yakalı, kırık beyaz, yazlık”tır. Hırkanın varlığı önemlidir ama bisiklet yakalı ya da kırık beyaz oluşunu anlamlandırmak zordur biraz.
Geçgin, Kurbağalara İnanıyorum’da, bir denetim isteğinden söz ediyordu. Önce söyledikleriyle bağdaşmadığını ya da dilin doğası gereği çelişkili olduğunu kabul ederek: “Aslında bu günlerde öyle yazmak istiyorum ki her şey, her sözcük bütünüyle benim denetimimde olsun. Söylediğim şeyden daha fazlası yazıya sızmasın.” Sözünü ettiğim tedirginliğin ve fazlalıkların nedeni bu denetim isteği olabilir kuşkusuz. Ve galiba daha da önemlisi, neyin nerede olduğunun, hangi renkte, ne boyutta olduğunun, gündelik yapıp etmelerin nesnel-gerçekçi tasvirine, bunun anlamına inanmayış. İnanmamaktan gelen bir “yapamayış”. Anlaşılır, anlamlı bir yapamayış. Yoksa, mesela Dudullu’daki Kürt yaşlı kadın Aslı’ya “Açlıhtan mı, bir şeyler getirem sana?” dedikten sonra, aynı kadın torunlarına “oyununuza dönün” der miydi? Öteki kitaplarında da okuruna alttan alta “bu kadın böyle konuşmaz”, “böyle bir adam bu sözcüklerle düşünmez” dedirten bir anlatım. Yazarın nesnel-gerçekçi-temsilci anlatımını kendi kendine baltaladığı, belki bilinçsizce engellediği anlar.
Bir Dava’da bu baltalayışların, isteksiz tasvirlerin, fazlalıkların daha görünür olma nedeni üzerine düşünmek gerek bana kalırsa; bu metnin Geçgin’in edebiyatındaki kritik yerini belirlemek için. Açıkça hissettiğim şu: Bu metni büyük ölçüde kanıksayamamış olma nedenim, Geçgin’in de büyük ölçüde kanıksayamamış olması. İçinde rahat hissetmediği bir anlatıcıyla, içinde rahat hissetmediği bir “hikâye”yi anlatması. Bu kez tedirgin olması için bir esaslı nedeni daha var üstelik. Anlatıcısı bir kadın. Aldığı ya da almadığı risklerden söz ederken Özkul’un da, Akkoç’un da atladığı bir risk. Özkul’un dikkatini çeken uzun sessizlikler, bu kez Geçgin’in bizzat kendi ketlenmelerinden geliyor sanki. Mehmet ile Aslı’yı, Alisan ile Kader gibi (Son Adım) ya da Koçergi çifti gibi (Gençlik Düşü) susturamaması ya da konuşturamaması bundan. Türkiye’deki adalet sisteminin bu iki kurbanını farklılıklarıyla bir araya getirememiş; Özkul’un romandaki jurnalistik malzeme ile yazarın adalet tefekkürü için yaptığı tespit, burada da geçerli: Aslı ile Mehmet de “bir sehpanın iki ayağı gibi ayrı ayrı” duruyorlar. Alisan ile Kader de “farklı”ydı ama Kader’in Alisan’ın hayatına girişinin büyük bir anlamı vardı. Mehmet’in Aslı’nın hayatına “yeniden giriş”inin ise neredeyse hiçbir anlamı yok.
Geçgin’in ilk kitabı Kenarda’dan itibaren, konuşma imkânı üzerine sık sık şu tarz sorgulamayla karşılaştık:
Ağzımın içinde dilim kımıldıyor. O zaman hangi dil? Anadilim dediğim bu ağır, katı dil mi? Onu ağzımda aslında her zaman böyle hantal, sert, yumuşama gücünden yoksun hissetmedim mi? Sanki kendini bile isteye zincire vurmuş, sadece belli sözcükleri söyleyebilecek, belli biçimde konuşabilecek kadar dönen bir dil. Öyleyse nasıl konuşabilir, kendini parçalamadan, içinden sözcük yerine dil parçaları, et parçacıkları dökülmeden konuşmaya nasıl başlayabilir?
Bu son kitaptan sonra artık şunu düşünmeden edemiyorum: Konuşmanın ve elbette beraberinde yazmanın nasıl mümkün/anlamlı olabileceğini yine yazıyla “anlatan” bir dil iddiası, gücünü daha ne kadar koruyabilir? Bir noktadan sonra, yazıda “dil parçaları, et parçaları” görmemiz gerekmez mi? Ya da bu parçalanma yazıda gerçekleşmeden, gerçekleşebilecek tek şeyin bu olduğunu söylemek, söylemeyi sürdürüp durmak “artık” ne anlam ifade edecektir? Mesajı defalarca aldık. Aynı ve benzer düşünceleri, imgeleri defalarca okuduk. Kendi adıma, şimdiye kadar coşkuyla, acıyla. Deleuze’ün dediği gibi tekrar asla aynının yeniden oluşu değilse, her zaman farkla tekrarsa, bu kitaptaki tekrarların farkı, tedirginliğin ve rahat hissedemeyişin etkisiyle gücün/iddianın aşınması, etkinin azalması olmuş.
Geçgin’in bu kitabıyla dile dökecek ölçüde anlamayı başardığım şu ki, ister adalet, ister aşk, ister iletişim, ister yeryüzü-evren, hangi kavram sorgulanıyor olursa olsun, sabit bir iç içe geçmişliğin, sonsuz ama neredeyse çıkışsız, dar bir odanın içine hapsediyor Geçgin okurunu. Bu dar odanın anahtar sözcükleri, “çoktan”, “zaten”, “aslında”. Ve bu sözcüklerin çağrıştırdığı, peşlerinden sürüklenen diğer sözcükler. Dolayısıyla yakın tarih, gündelik hayat, felaketler, adaletsizlikler, sevişmekler, konu ne olursa olsun bu dar odaya hapsediliyor. Orada sonu gelmez sorgulamalara, çıkışsızlığa maruz bırakılarak, benzer cümlelerle silkelenip duruluyor. Okuru bu odaya sokabilmek, bu boğuntu hissini yaşatabilmek kesinlikle önemli bir güç; özellikle Son Adım’da etkisi dorukta olan bir yazma gücü, bir dil iddiası. Ama bu kitabında artık anahtarı elimde olan, defalarca okuduğum çıkışsız odaya giremedim. Bir okuru olarak o odayı çoktan ezberlediğim ve zaten her kavramı nasıl elinde evirip çevireceğini bildiğim için.
Mesaj alındı. Felaketin içinde yaşıyoruz, kıyamet birdenbire gelmeyecek. Tüm acılarla, adaletsizliklerle, sonsuz doğadan kopuşla çoktan geldi, boylu boyunca uzandı, biz onun içinde debeleniyoruz. Bu ana fikrin böylece ortaya çıkmasını sağlayan, bu fikri yükselterek görünür kılan (artık görünür kılmaktan biraz fazlasını yaparak üzerine ışıklar döküp duran) sayısız farklı söyleyişler var metinlerinde. Farklı farklı bağlamlarla, konularla işleyen, artık herhalde kafamıza epey kakılmış olan mesaj. Konu Kürtler de olsa, Balyoz da olsa, Ahmet Altan da olsa, bu mesajı benzer cümlelerle verip durmayı sürdüremeyeceğinin farkındadır bence Geçgin de. Dolayısıyla, hem edebiyat açısından hem Geçgin edebiyatı açısından temel mesele, neyi anlatmayı seçtiğinden çok, birbirine epey benzeyen cümlelerle, dolayısıyla aslında içeriklerle daha ne kadar yol alınabileceği. Bir Dava’yı Geçgin’in edebiyat yolunda kritik kılan da bu.