Eleştiride mistisizm, gnostik-hermetik gelenek, hayalperest eleştirmen… Bunlar ne büyük, ne acele tespitler, ne kalın duvarlar. Bir süre, üzerime atılan bu koca koca kavramlarla ne yapacağımı şaşırdım desem yeridir aslında. Sonra hepsini usulca yere bırakmaya ve üstümdeki tozları silkip Barış Özkul’un “sorunlu, mantıksız, abartılı” bulduğu yaklaşımımın gerekçelerini sakin sakin anlatmanın en doğrusu olacağına karar verdim. Üstelik öyle anlaşılıyor ki Özkul yazıyı biraz aceleyle okuyarak ve hiç vakit kaybetmeden söylemek istemiş bunları. Haliyle, bazı şeyleri birbirine karıştırmış.
Yazıda hiç anmıyor ama sanırım şu “yazara peygamberane özellikler atfetmek, eleştiride mistisizm, hayalperest eleştirmen” gibi tespitlerinin kaynağı sadece bu son yazdığım yazı değil, K24’te yayımlanmış olan “Son Adım’da Gizlenmiş Ölümsüz Tohum” yazım. “Mistik” yaftasını daha o zamandan yemişim anlaşılan. Keşke o yazıma da atıf yapmış olsaydı. Okurlar için daha netleşmiş olurdu mesele. Yok, eğer son yazıdaki yorumlara yönelik söylediyse bu sözleri, hangi yorumumla Geçgin’e “peygamberane” özellikler ve romana da “olmayan anlamlar” atfettiğimi hiç anlamadım doğrusu. Acaba şu ifade mi: “… dar bir odanın içine hapsediyor Geçgin okurunu. Bu dar odanın anahtar sözcükleri, ‘çoktan’, ‘zaten’, ‘aslında’”. Özkul, yapıtlarda ancak birkaç kişinin çözebildiği kodlanmış gizli anlamların olduğunu varsayan bir anlayışa yaslandığımı, acaba bu kısma atıfla mı söyledi? Oysa gizli anlam falan değil bunlar; yazarın bir iki kitabını azıcık dikkatle okuyan herkesin fark edebileceği sıklıkta kullanılıyorlar. Özkul’un yazımın son paragraflarını önyargısız okuduğundan şüpheliyim açıkçası. İnsan peygamber bellediği birine “mesajı aldık, konu ne olursa olsun aynı mesajı veriyorsun, benzer cümlelerle nereye kadar” der mi? Çarpılır.
Özkul aynı anda iki yazara birden yanıt vermeye çalıştığı için belki de, yazının hangi kısımlarını üzerine alınmam gerektiğini keşfetmekte zorlandım. “Kodlanmış gizli anlamlar” ifadesi de “Son Adım’da Gizlenmiş Ölümsüz Tohum” yazısına yönelik söylenmiştir diye düşündüm açıkçası. O yazıyı, kitap hakkında pek çok yazı olmasına rağmen bazı şeylerin anlamlandırılamadan kaldığını düşündüğüm için yazmıştım. Barış Özkul metne alternatif yorum getirse, aydınlanırdık mutlaka. Ama bunu yapmak yerine, metnin “mistik”liğini bana atfetmeyi uygun görmüş. Son Adım da “kötü” bulduğu bir metin herhalde. Olabilir elbette. Ama bu, sapla samanı karıştırmasının mazereti olamaz. “Mistik” içerik, birdenbire başlayan titremeler, tavandan alna düşen altın damla, içeride dolaşan sıvı yılan, vb. metnin dışında değil, metnin içinde öylece duruyor, bunları ben hayal etmedim. Yaptığım, metinden yola çıkarak olup bitenleri anlamlandırmaktan ibaretti. Yazar “hayır, öyle bir şey kastetmedim” dese bile bunun hiçbir anlamı olmaz. Metin esastır ve yazarın bilinçdışı da metne sızar. Metin orada duruyor işte. “Yitik mesih” de Ayhan Geçgin değil, romanın kişisi Alisan. Yanlış anlamış. Metni anlama çabası gösterip Özkul’un “sevmediği” yorumlar yapmış olmam, yorumlarımı aşırı yapmaz. “Aşırı yorum” için, metnin bağlamından çıkmak ya da metinden esaslı bir destek görmeden “atıp tutmak” gerekir.[1] Oysa tam da Özkul’un dediği şeydir yaptığım: “Edebiyat eleştirisini eserin içsel tutarlılığı ve özgün anlam sistemine bağlı bir etkinlik olarak tanımlamak.” Yazının girişinde dediği gibi, Özkul’un kastı “tartışmayı teorik bir bağlama oturtmaya çalışmak”sa, “aşırı yorum”dan başlayarak biraz daha dikkatli bir teorik okuma yapması gerekir.
“Romansılık” ifadesini hangi anlamda kullandığımı belirtmek için atıf yaptığım Barthes’la ya da “türün çözülüşü”ne dair düşünceleri bağlamında adını andığım Jameson’la Geçgin’in edebiyatı arasında düşünsel bir bağlantı kurmam da rahatsız etmiş Özkul’u. Düşünmeye, anlamaya, Özkul’un beklentilerinin dışında bir tarzda yazan bir yazarı, kendi edebiyat evreni içinde kavramaya çalışmam, külliyen hata sanki Özkul’a göre. Bir yanlış anlama daha: “Geçgin’in bildiğimiz anlamda roman yazmak yerine bambaşka bir türün imkânlarını zorladığı gibi abartılı yorumlara yöneliyorlar,” diyor Özkul. Bu son yazıda da önceden de, Geçgin’in “bambaşka bir türün imkânlarını zorladığı”nı söylemedim. Akkoç’un imasından da böyle bir şey çıkarmadım. “Gerçekçi roman” söylemiyle bir meselesi olduğunu söyledim. Ki sanırım Özkul da “gerçekçi roman”ın tek roman yazma biçimi olmadığını biliyordur. Gerçekçiliğin Çelişkileri kitabının “Gerçekçilik ve Türün Çözülüşü” bölümünü okursa, Jameson’ın gerçekçi romanın çözülüşünden söz ederken asla “bambaşka bir tür”ün doğuşunu tartışmadığını da anlayacaktır.[2] Mesele, gerçekçi/temsilci romanın kendi kendini yok etmeye, “metin içinde” çözülmeye yönelişini anlamaya çalışmaktır. Hikâyenin önüne geçen, “anlatısal olmayan bir algısallık”tan söz eder orada. Beni Geçgin’e götüren Jameson’ın bu yazısı değildi; Geçgin beni Jameson’ın bu yazısına götürdü. Aradaki çok kritik fark da, “eserin kendisini, eleştirmenin yorumunu doğrulamak üzere kullanılabilecek bir parametre olarak” görmediğimi göstermeye fazlasıyla yeter.
***
Yazar metne saçılır. Ben Geçgin’in tüm metinlerine saçtığı parçalarının bende bıraktığı genel imgeyi esas alarak yazıyor; ketlenmelere, rahat hissedemeyişlere bu imgeden yola çıkarak karar veriyorum. Yoksa Geçgin’in ya da başka bir yazarın “kişisel özellikleri”ni hiç bilmem, açıkçası bu özeliklerle ilgilenmem, öğrenmek için çaba göstermem de. Gerçekte, anlattığı şeyle bütünleşemeyen, ketlenen etten kemikten yazar değil, “yazının bizzat kendisi”dir. Yazarın bedeninin, ruhunun, zihninin bir parçası olarak yazıya sinmiş, yazıdan ayırt edilemez hale gelmiş, metnin bizzat kendisine dönüşmüş elidir beni ilgilendiren (edebi teori için bkz. “örtük yazar/zımnî yazar” dedikleri şu “implied author” ya da Eco’nun “örnek yazar”ı). Takip ettiğim de her zaman ve sadece bu elin bıraktığı izlerdir. Bu takip, elbette daha dikkatli, sabırlı, emekten sonra gelen sezgilere açık ve yakın bir okuma gerektirir. Dolayısıyla, hem bizzat olmaya çalıştığım hem de seslendiğim okur, metnin “ampirik” okuru değil, “örnek okur”udur (bunun için de Eco’ya bakılabilir). Özkul’un “sıradan” dediği ve bana kalırsa Bolu Mengen’e kadar gitmeden, Kadıköy’de de hatırı sayılır miktarda bulabileceği okurla ilgilenmiyorum. Metin üzerine yeterince kafa yormamış ya da buna hiç niyeti olmayan okura seslenmiyorum. Hem, bunu neden yapmam gereksin ki?
Bir de şu var elbette: Metinden yola çıkarak yorumun hemen doğrulanmasını/yanlışlanmasını bu kadar önemseyen bir yazarın, durmadan “homurdandıklarını” söylediği roman kişilerine yönelik “Susmak, sessizlik her zaman bir derinlik semptomu mudur? Bazen de fiyakacılık değil midir?” diye sorması ilginç olmuş. “Fiyaka”ya nasıl karar veriyoruz, metnin hangi kısmına bakarak bunu net bir biçimde söyleyebiliriz? Gösteriş yapan kim? Geçgin mi? Aslı mı, Mehmet mi, David mi; yoksa romandaki bütün kişiler birbirine susarak gösteriş mi yapıyor? Yazarın konusu ve anlatıcısıyla bütünleşememesinden kaynaklanan metinsel “hamlık”lara ya da konuşma imkânının yitmesinden kaynaklanan susuşlara topluca “fiyaka” mı diyeceğiz? Düşünmek gerek.
Gelelim “kuru dil” meselesine. Son yazıyı öncelikle Akkoç’un “iddiasız dil” saptamasından yola çıkarak, “kuru dil” dediğimiz şeyin iddiasızlıkla özdeşleştirilemeyeceğini söylemek için yazmıştım. “Geçgin’in dili kupkuru olabilir ama Kafka’nın da, Yusuf Atılgan’ın da dili öyleydi” demenin “mantıksız” olacağını söylemiş Özkul. Niye? Son kitabında biraz artmış ya da daha görünür hale gelmiş olabilir ama Geçgin’in kitaplarını birkaç dil sorunu yüzünden hepten kötü ilan edemeyeceğimize göre, dilini bir üslup düzeyinde Kafka’nın ya da Atılgan’ın diliyle karşılaştırmanın nesi mantıksız tam olarak? Geçgin’in dili nasıl oluyor da bu kadar az örnekle çabucak “özensiz” ilan ediliveriyor? Bu türden sorunlar Atılgan’da, Tanpınar’da ya da kabul görmüş başka yazarlarda da varken, neden sözü edilen çağdaş bir yazar olunca, bu yazar hızla ve kolayca yargılanıyor? Demek ki mesele birkaç dil sorunu değil. Belki, Geçgin’in almadığını düşündüğü risk yüzünden, belki önceki romanlarında da Özkul’un arzu ettiği içeriği, yine onun tercih ettiği tarzda anlatmaması yüzünden, biraz büyütüyordur bu dil “özensizliklerini” Özkul. Gözüne daha çok batıyordur belki. Ama elbette, niyet “edebiyat eleştirisi” ise bu türden konularda insan kendisini yoklamalı, acaba önyargılı davranıyor olabilir miyim, diye.
Dilde savrulmalara, bozukluklara, fazlalıklara, Geçgin’in sadece bu kitabında değil, önceki kitaplarında da rastlanır. Görebildiğim kadarıyla son kitabında biraz daha fazla. Ama kabul etmek lazım, bu kadarıyla bir metni kötü ilan edersek, tutarlı olmak adına, elimizde ne Tanpınar kalırdı ne Orhan Pamuk. Demek ki başka ölçütler devrede. Nedir bunlar? Önceki yazıda “dil iddiası” derken, bir meseleyi sorgulama gücüne erişmiş, şüphenin tüm çelmelerine takıldığı halde tökezleyip tekrar yürümeye başlayan, bunu defalarca yapabilen bir dili kastediyordum. Şüphenin dallı budaklı yollarını takip edebilen, felsefi sorgulamanın yükünü tüm gücüyle taşımaya çalışarak, asla tam olarak taşınamayacağını gösteren bir dil. Ve yine önceki yazıda söylediğim gibi, son kitabı Bir Dava’da güçten düşmüş, sağlam bir fikir etrafında örgütlenemeyen bir iddia. Birkaç özel sahne dışında (babayı ziyarete gittiklerinde anne-kızın yaşadığı sutyen krizi, annelikle ilgili birkaç sahne, caddelerde yürürken Aslı’nın kendisine yönelen erkek bakışlarına dikkati gibi) anlatıcının bir kadına esaslıca dönüşememiş olması, “gerçeklikten” ilham alarak kurguladığı metinde, belki tam da bu “kısmen hazır malzeme” nedeniyle tutuklaşması, ani ve anlamsız atlayışlarının metnin yapısını gevşetmesi, Bir Dava’nın “geri adım” oluşunun nedenleridir. Mazeretleri değil.
Son yazıyı yazma amacım, Bir Dava’nın neden iyi olduğunu ortaya koymak değil, neden Geçgin’in “en güçsüz” kitabı olduğunu dil meselesi bağlamında vurgulamaktı. Özkul’un arzu ettiği gibi “kötüye kötü” dememişsem ve dememeyi sürdürüyorsam, bu, kitabı külliyen kötü bulmadığım içindir. Çağdaş metinlere yönelik eleştirinin, iyi ile kötü uçlarında gezinmekten çok, yazarın geçmişiyle şimdisini birlikte ele alarak bir gelecek tasavvur etmesinin daha anlamlı olduğunu düşünürüm. Derdim de bu kitabın Geçgin’in edebiyat hattı üzerinde bir “geri adım” olduğunu, benzer cümle ve katı sorgulama odalarıyla devam etmesinin artık mümkün olamayacağını söylemekti. Umarım artık daha net anlaşılır.
Ayhan Geçgin’den asla olmayacağı bir yazar olmasını, yazmayacağı bir roman yazmasını beklemek akla yatkın değil. Edebiyat anlayışını sevmeyebiliriz. Ama kuşkusuz her yazar bizim geçerli bulduğumuz roman sanatını icra etmek zorunda değil. Eldeki metni, yazarının hiç yazmadığı ve yazmayacağı apaçık olan bir metin olmadığı için eleştirmek yerine, yazarının edebiyat kavrayışı, meselesi içinde, önceki metinleriyle ilişki içinde değerlendirmek ve metnin yerini buna göre tespit etmeye çalışmak, yazara da okura da daha büyük bir iyilik olacaktır.
[1] Umberto Eco ve “aşırı yorum” hakkında bilgi için Ertuğrul Uzun’un şu yazısını okumanızı tavsiye ederim: https://t24.com.tr/k24/yazi/eco-ve-asiri-yorum,1935. “Metnin yazarı neyi kastetmiş olursa olsun, kelimelerin, cümlelerin, yapıların bir araya gelmesinin yazarın niyetinden farklılaşan ve kendi kendini doğrulayan ilişkiler kurması mümkündür. Ampirik yazarla metni üzerinde konuşma imkânımızın olduğu durumlarda bile, yazarın, metnin ortaya çıkardığı bu ilişkiler karşısında sessiz kalması, metnin mümkün kıldığı anlama teslim olması gereken durumlar söz konusudur. Metin model/örnek okur için yazılmış, ampirik okur metni model/örnek yazarı tahayyül ederek metni yorumlamıştır; artık ampirik yazar, en azından kendi fiili niyetleri üzerinde iddiada bulunulmadığı müddetçe, yani ‘Ama metin bu yorumu mümkün kılıyor’ dendiği müddetçe, kenara çekilmek durumundadır.”
[2] Gerçekçiliğin Çelişkileri. Çev. Orhan Koçak. İstanbul: Metis Yayınları, 2018.