Bir fikirden etkilenmek, sözlerin ve ifadenin gücünden büyülenmek ilk bakışta aşk gibidir biraz, çabucak oluverir. O fikri gerçekten anlamak, anlatabilecek hale gelmekse bazen bir ömür sürer. Bir lisans öğrencisi, daha içine yeni yeni girmeye başladığı fikir dünyasında lunaparka girmiş bir çocuk gibi oradan oraya koştururken bir gün bir makale okur ve sahip olduğu küçücük bilgi parçalarının bile bir bütünlük kazandığını hisseder. Yazarı “sever” önce. Lâkin sevmek, neden sevdiğini açıklayabilmekle aynı şey değildir. O bilgi parçalarını anlamlı bir resimde bir araya getiren düşünce yapısını kavramak için o düşünceyi inşa eden ömrün siyasi, entelektüel ve tarihsel koordinatlarını da anlamak gerekir. Sezgiden bilgiye giden yol bazen insanın tahmin ettiğinden çok daha uzun ve çetrefillidir.
O uzun yolun henüz başlarında, lisans yıllarımın başında, Kültür Sosyolojisi dersimin ödevini yazmaya çalışırken karşılaşmıştım Wallerstein’le. Yeni dünya düzeniyle ilgili kocaman bir derlemenin içine küçük bir makalesini koymuşlardı. Bir sürü yazının içinde bir tek onu okuduğum anda taşların yerine oturduğunu hissetmiştim. Sonra yıllar boyunca ne yazdıysa, ne söylediyse yutarcasına, altını çize çize, notlar ala ala, ağlayarak, görünmez bir rakibe karşı zaferle “evet, işte bu!” diyerek, özenerek, kendimi küçücük hissederek ve büyümek isteyerek okudum. Onunla ilgili ilk sezgim beni hiç yanıltmadı. Dünyanın öbür ucundan kendisine “Size sosyal bilimsel anlamda âşığım. Bitirince lisans tezimi size gönderebilir miyim?” diye soran bir lisans öğrencisine yirmi dört saat içinde olumlu cevap verecek kadar müspet bir insan olmasıyla, 1968 hareketinde Columbia Üniversitesi’nde genç bir profesörken öğrencilerin tarafını tutmuş olması muhakkak ki ilintiliydi. Yahut sistem-karşıtı hareketlere olan ilgisi ve angajmanı ile sosyal bilimlerin epistemolojik sınırlarını aşmaya yönelik verdiği mücadele mutlaka aynı etik kaynaktan besleniyordu. Siyasi mücadele ve entelektüel kaygılar arasında kurulan o ikiyüzlü ve yapay mesafeyi reddetmekle kalmıyor, aynı zamanda bu ikisini teoride ve eylemde bir araya getiriyordu. Marx’tan Fanon’a, C. Wright Mills’e uzanan zihin açıcı bir patikada benim de –kıyı kıyı ve sessizce de olsa– kendimce birkaç adım yürüdüğümü, yürüyebildiğimi hissettiren bir kutup yıldızıydı. O kutup yıldızının bana ipucunu verdiği galaksiyi ucundan köşesinden anlayabilmem ise yıllar sürdü. Şimdi yas tutmak yerine hiç değilse anlayabildiğim kadarını anlatmak boynumun borcudur.
Wallerstein bundan kırk beş yıl önce Modern Dünya-Sistemi’nin birinci cildini yayımladığında tarihsel sosyolojinin ana tartışma konusu küresel eşitsizlik ve kökenleriydi. Sosyal bilimsel söylem hâlâ büyük ölçüde Avrupa-merkezci ve Weberyan klasik modernleşme teorileriyle, bunların özcü yaklaşımlarına karşı küresel eşitsizliğin sömürgecilik ve eşitsiz değiş-tokuş pratiklerine dayanan iktisadi temellerine atıfta bulunan neo-Marksist bağımlılık teorileri arasındaki tartışmanın etkisindeydi. Burada muhtemelen hepimizin aşina olduğu modernleşme teorileriyle bağımlılık teorilerini uzun uzadıya açıklamaya gerek yok. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, birbirlerine zıt önermeler üzerine kurulu olsalar da küresel eşitsizliğe dair bu iki yaklaşım da aslında modern sosyal bilim paradigmasının sınırlılıklarını yeniden üretiyordu. Her ikisi de analiz birimi olarak modern dünyanın bir ürünü olan ulus-devlet strüktüründen yola çıkıyordu. Her ikisi de kapitalist kalkınma kavramını sorgulamadan yalnızca kalkınmanın ya da “azgelişmişliğin” muhtelif nedenleri üzerine önermelerde bulunuyordu. Ve yine her ikisi de küresel eşitsizliğe dair bakışımızı ve terminolojimizi şekillendiren sosyal bilim çerçevesinin, mevcut sistemin iç çelişkilerini taşıdığını ve yeniden ürettiğini göz ardı ediyordu. Dünya-sistem analizi işte böyle bir sosyal bilim ikliminde, her şeyden önce, mevcut sosyal bilim paradigmasının sınırlılıklarına karşı epistemolojik bir başkaldırı niteliğinde ortaya çıkmıştı.
Dünya-sistem analizi, Wallerstein’in de pek çok yerde dile getirdiği gibi, bir teoriden ziyade bir “bilgi hareketiydi”. Bu bilgi hareketinin temel hedefi, sosyal bilim anlayışımızı sınırlandıran 19. yüzyıl paradigmalarını aşmaya yönelik bir “zemin temizleme çalışması” yapmaktı ve bu zemin temizleme çalışması da nomotetik/idiografik bilim ayrışmasını aşmaya yönelik unidisipliner bir analiz metodunu gerektiriyordu. Bu anlamda dünya-sistem analizi yalnızca içinde yaşadığımız dünyaya dair değil, o dünyayı bilme biçimimize dair de yeni bir bakış öneriyordu. Bunun temelinde, kapitalizmin yalnızca iktisadi anlamda hiyerarşik bir küresel işbölümüne ve sanayiye dayalı bir üretim biçiminden ibaret olmadığına, liberal jeokültürü ve pozitivist epistemolojisiyle bir bütün olduğuna dair bir farkındalık yatıyordu. Kısacası Wallerstein, sistemin işleyiş mekanizmasına dair sağlam bir saptama yapabilmek için öncelikle kendisi de modern kapitalizmin bir öğesi olan sosyal bilimlerin disipliner bariyerlerini aşmak gerektiğinden yola çıkıyordu.
Dünya-sistem analizi küresel eşitsizliğin kökenlerine dair mevcut açıklamaların sınırlılıklarını bu bütüncül ve tarihsel yaklaşımla aşmıştır. Modernleşme teorilerinde de, onlara eleştiri niteliğinde ortaya çıkmış olan neo-Marksist yaklaşımlarda da ortak olan nokta, her ikisinin de kapitalist dünya-ekonomisinin devletler, sınıflar, halklar, haneler, toplumsal hareketler gibi kurumsal yapılarını, bir sosyoekonomik sistemden diğerine doğrusal bir şekilde evrilen, kendi kendine analiz edilebilir ve mutlak kategoriler şeklinde ele almalarıdır. Bu yolla modern epistemolojinin unilinear gelişim şemasını farklı tezlerle de olsa yeniden üretiyorlardı. Dünya-sistem analizi bu epistemolojik kıskaçtan çıkabilmek için, kapitalist dünya ekonomisini analiz birimi olarak ele alır ve onun kurumlarını, ondan bağımsız analiz edilemeyecek, onun içinde ve onun karakteristik çelişkileriyle şekillenmiş tarihsel (yani bir başı ve sonu olan) özgül yapılar olarak görür. Böylece yaşanan dünyayı, uzun dönemli ve büyük ölçekli yapıların bir arada veya birbirini takip eden oluşu şeklinde, yani Wallerstein’in tanımıyla, bir “tarihsel sistem” olarak ortaya koyar. Bununla kastettiği şey: (1) bu yapıların içkin süreçlerinin etkisiyle devinen otonom bir işleyişleri olması; (2) zaman sınırları (başlangıç ve bitişleri) olması; (3) yaşam süreleri içersinde değişen mekânsal sınırları olmasıdır (Wallerstein, The End of the World As We Know It, s. 230).
Bu anlamda dünya-sistem analizi, içinde yaşadığımız dünyayı anlamaya yönelik ilişkisel, zamansal ve mekânsal bir çerçeve sunmuştur. Bu çerçeveden yola çıkarak kapitalizme dair formüle edilen çıkarsamalar, aslında Wallerstein’in de belirttiği gibi, aşağı yukarı 1990’lara kadarki süreçte dünya-sistem araştırmalarının üzerinde az-çok mutabakata ulaştığı empirik-tarihsel tezlerden ibarettir. Dünya-sistem analizini yalnızca bu tezlerin doğrulanabilirliği/yanlışlanabilirliği üzerinden ele alan ve bu tezler kümesinden müteşekkil bir ‘teori’ gibi gören yaklaşımlar büyük ölçüde meselenin özünü gözden kaçırmışlardır.
Aslında Wallerstein daha 1996’da Amerikan Sosyoloji Birliği’nin yıllık toplantısında sunduğu “The Rise and Future Demise” başlıklı konuşmasında bu gibi yanlış değerlendirmelerin dünya-sistem analizinin itibarını düşürme olasılığına karşı uyarmıştı. Bunun yanında, dünya-sistem analizinin ortaya çıkış amacı olan “zemin temizleme” işlevini yerine getirdikten sonra, bu gibi sınırlı yaklaşımlara takılıp kalınması halinde muhtemelen günün birinde işlevini yitirebileceği ihtimalinden de bahsetmişti. Gerçekten de, geçtiğimiz yirmi-otuz yıl içersinde klasik modernleşme ve kalkınma diskurunun geçerliliğini yitirdiği ve artık sosyal-bilimlerde 1960’ların sonu ve 1970’lerin başındaki konulardan çok daha farklı meselelerin tartışıldığını görebiliyoruz. Her şeyden önce, eskiden geçerliliği sorgulanmadan yalnızca parametreleri tartışılan kalkınma/büyüme gibi kavramların artık tarihsel olarak ne anlama geldiği, kapitalist kalkınma kavramının insan toplumlarının uzun vadeli varlığı açısından ne ifade ettiği sorgulanıyor. Hatta bugün artık o zamanların Avrupa-merkezci kalkınma paradigması, toplumsal değişime ve küresel eşitsizliğe dair özcü yaklaşımları gibi pek çok sınırın aşıldığı ve söylemden büyük ölçüde bertaraf edildiği bile söylenebilir. Bu anlamda dünya-sistem analizinin ortaya çıkış sebebi olan “zemin temizleme” işlevini çoktan yerine getirdiği iddia edilebilir.
Ama aslında bugün neoliberalizm çerçevesinde tartışılan vasıflı emeğin metalaşması, güvencesizleşmesi, yeni bir sınıf olarak prekaryanın ortaya çıkışı, büyümenin/kalkınmanın sınırları ve benzeri konuların hepsi Wallerstein’in çok daha önce –büyük ihtimalle Polanyi’nin “hayalî meta” kavramını takip ederek– saptadığı, kapitalizmin kendi iç çelişkilerini aşmak için her şeyi daha da artan bir şekilde metalaştırması halinde toprak, emek ve sermayenin ancak asimptotik olarak metalaşabileceği ve asimptota yaklaşmaları halinde sistemin üzerinde çok daha şiddetli bir baskı oluşacağı yönündeki kriz saptamasının semptomlarıdır. Wallerstein bunu her zamanki gibi, kapitalizmin kurum ve öğelerinden bazılarına odaklanmak yerine, bütüncül ve makro bir perspektifle açıklamıştır sadece. Bu nedenle dünya-sistem analizi, özellikle de Wallerstein’in sistemlerin doğasına dair saptamaları ve özellikle de bu saptamalar içerisinde açıkladığı sistemik kriz/çatallaşma kavramları, yaşanılan dünyayı anlamak için hâlâ önemli bir nirengi noktasıdır. Bugün içinde yaşadığımız “ilginç zamanlar”ın yalnızca kapitalizmin geç bir aşamasını mı, yoksa sistemin doğasında gerçekleşen radikal bir kopuşu mu temsil ettiği tartışılırken, hâlâ en anlamlı tanım Wallerstein’in geçiş dönemi (transitional period) nosyonudur. Bu kavrama atfettiğim önem temelde iki nedene dayanıyor.
Geçiş dönemi kavramına önem vermemin birinci ve daha pratik nedeni, bu kavramın önümüzde açtığı tarihsel ve siyasi ufukla ilgilidir. Wallerstein yapısal kriz ve geçiş dönemi kavramlarıyla, kapitalizmin an itibarıyla henüz sonuçları kestirilemeyen bir “çatallaşma” (bifurcation) içinde olduğunu, yani denge durumundan giderek uzaklaştığını kasteder. Wallerstein’a göre bu sistemik dengesizleşme/yapısal kriz durumuna aynı zamanda modern kapitalizmin temel kurumlarının ve bunlara içkin olan liberal jeokültürün de her yönden giderek şiddetlenen meydan okumalara maruz kaldığı bir meşruiyet krizi eşlik eder. Dünya-sistem analizi, bu kriz ve belirsizlik ânının, küçük gibi görünen girdilerin büyük çıktılarla sonuçlanabileceği, sistemin yönetici kadrolarının ve temel kurumlarının kitlelerden gelecek talep ve eleştirilere karşı savunmasız ve değişime açık olduğu bir an olduğunu ortaya koyar. Bu bakımdan içinde bulunduğumuz kriz ânının tarihsel bir fırsat da olduğunu belirttiği ölçüde, bugün belki de her zamankinden daha verimli bir perspektif sunar. Böyle bir anda her şeyin mümkün, ancak hiç bir şeyin deterministik anlamda kaçınılmaz olmadığını ortaya koyan dünya-sistem analizi, amaçlar konusunda netlik kazanmanın ve eyleme geçmenin her zamankinden daha önemli olduğunu hatırlatır ve böylece reel mücadelelere cesaret verme gücünü de taşır.
Wallerstein krizin iktisadi darboğaz (economic squeeze), siyasi darboğaz (political squeeze), ideolojik darboğaz (ideological squeeze) olmak üzere üç düzlemde kendisini hissettirdiğinden bahseder. İktisadi darboğazın temelinde klasik sermaye-emek çelişkisi ve kâr oranlarının düşme eğilimi yasası nedeniyle asla gerçekleşemeyecek olan serbest piyasa illüzyonu yatar. Siyasi darboğaz, liberalizmin gerçekleşemeyen vaatleri nedeniyle dünyanın her yerinde giderek yükselen siyasi talep ve tepkilerin yol açtığı sarsıntıdır. İdeolojik darboğaz ise, sistemin üzerine kurulu olduğu temel önermelerin sarsılması nedeniyle yaşanan etik ve epistemolojik krizi ifade eder. İçinde bulunduğumuz krizin sacayağına dair benzer tanımlamalar Nancy Fraser ve Wolfgang Streeck gibi başka sosyal bilimciler tarafından da dile getirilir. Ancak dünya-sistem analizinin krize yaklaşımında cazip olan şey, sahip olduğu bütünlükçü yaklaşım sayesinde bu farklı düzlemler arasında kurabildiği dinamik bağlantılardır. Wallerstein’e göre siyasi darboğaz, iktisadi darboğazdan beslenir ve giderek artan sistem karşıtı hareketlerde ifadesini bulur. Bununla birlikte, sistem karşıtı hareketler de neticede modern dünya-sisteminin bir parçası/kurumu olmak hasebiyle, ister istemez onun çelişkilerini taşır. Bu noktada, sistemin üzerine kurulu olduğu Avrupa-merkezci evrenselcilik, kapitalist kalkınma nosyonu ve liberalizmin vaatleri gibi temel önermelerin sarsılmasından kaynaklanan ideolojik darboğaz, hem sistem karşıtı hareketlerin taleplerinden beslenir, hem de bu temel önermeleri sorgulamaya devam ettiği ölçüde onların mücadelelerine ilham verme potansiyelini de taşır.
Bugüne dair böylesi bir tanımlama, dünya-sistem analizinin sistem-karşıtı hareketler nosyonunu da, devrimci sosyal bilim anlayışını da yeniden güncel hale getiriyor, çünkü Wallerstein’e göre sistemin denge durumundan uzaklaştığı kriz anları, olasılıkların da arttığı anlardır. Dolayısıyla böyle anlarda olasılıkları tartışmanın, tahayyülün ve alternatifleri tarif etmenin alanı olarak sosyal bilimin de, hayal ettiğimiz farklı dünya için harekete geçmenin ifadesi olarak anti-sistemik hareketlerin de önemi her zamankinden daha fazladır.[1]
İşte bu noktada geçiş dönemi/yapısal kriz kavramlarına önem vermemin ikinci ve bir üst düzlemdeki nedeni ortaya çıkıyor ki, bu da Wallerstein’in bu kavramla bizatihi sosyal bilimlerde görmek istediği epistemolojik dönüşümü gerçekleştirmesi ve bu sayede sosyal bilim aracılığıyla gene sistem karşıtı bir mücadele sergilemesidir. Wallerstein’in doğa bilimlerindeki kaos çalışmalarından ve özellikle Ilya Prigogine’in “çatallaşma” kavramından ilham alarak yapısal kriz kavramını geliştirmiş olması, on yıllardır aşmamız gerektiğini söylediği disipliner ayrımları aşma ve dünyayı bütüncül bir yaklaşımla kavrama çabasının canlı bir örneğidir. Bu anlamda dünya-sistem analizi gene tez ile metodun yüzde yüz tutarlı bir biçimde birbirini tamamladığı bir noktada durur ve fizikî evrenle sosyal dünyayı birbirine karşıt veya birbirinden kopuk iki farklı düzlem gibi ele alarak kavrayış kapasitemizi sınırlandıran Kartezyen dualizmin bariyerlerini aşar. Wallerstein, gerek siyasi, gerekse bilimsel anlamda üstünlük iddiaları taşıyan anti-evrenselci evrenselciliklerin ve her anlamda kesinliklerin sonuna gelindiğini söyler. Ve sistemik olarak kesinliğin sonuna gelinmesiyle, bilimde kaos araştırmalarının yükselişi arasında ilişki kurar. Dahası sistemik krizi, Prigogine’in kaos araştırmalarındaki “çatallaşma” kavramıyla açıklar. Böylece gene her zamanki gibi aslında tezi metot, metodu tez halinde ortaya koyar.
Toplumsal açıdan kapsayıcı ve bütünlükçü talepleri dile getiren sistem karşıtı hareketler kriz içersindeki sistemin muhtemel evrimi açısından ne ifade ediyorsa, gerçek anlamda evrenselci ve felsefe ile bağını yeniden kurmuş unidisipliner bir sosyal bilim anlayışı da kriz halindeki modern epistemolojinin geleceği için aynı şeyi vaat ediyor ve bu ikisi bugünkü mücadelenin iki temel cephesidir aslında. Kapitalist dünya ekonomisinin yapısal geçişinin neyle sonuçlanacağını bu ikisi belirleyecek (Wallerstein, The End of the World As We Know It, s. 34). Sistemik krizin ana mecrası elbette iktisadi boyutta yaşanıyor ve bu alan çoğumuz için hâlâ irademiz dışında ve nüfuz edemeyeceğimiz bir düzlem görünümünde. Ama krizin bizim irademize açık iki alanı daha vardır ki, bunlar sistem karşıtı hareketlerin siyasi arenası ile bilginin metafizik ön-kabullerinin sorgulanacağı kültürel arenadır (a.g.e., s. 35). Ve bugün, Wallerstein’in her daim vurguladığı gibi, her ikisinin de 19. yüzyılda formüle edilmiş olan metodolojik çerçevelerinden kopması gerekiyor. Şu anki gibi tarihsel bir anda, sosyal bilimin “kalkınma” gibi illüzyonlarına veya eski sistem karşıtı hareketlerin siyasi hiyerarşileri yeniden üretme tehlikesi taşıyan metotlarına takılıp kalırsak, Wallerstein’ın daha 2000’lerin başında bizi uyardığı gibi kapitalizme “Schumpeter’in umduğu gibi” ve “ayrıcalıklı katmanların geçiş dönemini yine eşitsiz bir sistem yönünde yönlendirmelerini sağlayacak” bir “200 yıl daha” kazandırmış oluruz (a.g.e., s. 123). Tanımı gereği belirsiz bir evrende, içinde bulunduğumuz kaostan daha eşitlikçi bir dengeye doğru ilerlemenin ancak amaçlar ve yöntemler konusunda net ve tutarlı olmakla mümkün olacağını bıkmadan usanmadan, on yıllar boyunca bize hatırlatmış olan bu berrak zihnin anısına minnetle sarılıyorum.
[1] Bu noktada elbette sistem karşıtı hareketlerin gerçekten ne ölçüde tutarlı ve efektif olduklarını sorgulayabiliriz. 2011-2013 döneminde insanlık tarihinin en geniş kapsamlı isyan dalgası yaşanmış olmakla birlikte, gerçekte tüm iletişim olanaklarına ve taleplerdeki paralelliklere rağmen, günümüz sistem karşıtı hareketlerinin neden hâlâ birbirinden görece kopuk bir mecrada ilerlediklerini düşünebiliriz. Wallerstein sistemin kriz anlarında sistem karşıtı hareketlerin beklendiği kadar yükselişe geçmemesini, bunların da neticede modern dünya-sisteminin kurumsal birer parçası olması ve sistemin diğer öğeleriyle ilişkili olmalarına bağlar. Örneğin Wallerstein’e göre tarihte hiçbir sistem karşıtı hareket yoktur ki, içersinde yükselmek isteyen orta sınıf kesitleri (aspirant cadres) kilit bir rol oynamasın. Bu kesitler hem harekete devinimini verir, ama hem de nihayetinde üst sınıflarla anlaşarak hareketin radikalleşmesini engelleyen, hareketi sönümlendiren bir rol oynayabilirler. Bugünkü işgal hareketlerine (ki buna Gezi de dahildir) baktığımızda da –her ne kadar bugün beyaz yakalılar, prekarya ve benzeri isimler de kullansak– aynı bu Wallerstein’in bahsettiği kesimin kilit noktada olduğunu, hareketlerin en görünür ve aktif çekirdeğini bu “yükselmek isteyen orta sınıfların” oluşturduğunu görürüz. Wallerstein Unthinking Social Science kitabında bütün sistemik handikaplara rağmen sistem karşıtı hareketlerin nasıl ve neden ortaya çıkabildiğini sorar ve bunu –liberalizmin temel önermelerinin aksine– yapısal eşitsizliğin, dağıtım eşitsizliğinin giderek daha da büyümüş olmasına bağlar (Unthinking Social Science, s. 28-30). Siyasi hareketlerin maddi temelini sağlayan şey bu objektif gerçekliktir. Böylece hem bir yandan bu objektif gerçeklik, bu gerçekliğin negatif ucundaki kitlelerin ayaklanma motivasyonlarını arttırır, hem de bu artış yükselmek isteyen (üstelik giderek kendi yükselme imkânlarının da iktisadi darboğaz nedeniyle azaldığını görerek hayal kırıklığına uğrayan) ve yükselmek için kanallar arayan orta sınıfları çeker. Böylece ortaya birbiriyle ilintili ama çelişkili iki eğilim çıkar: (1) sistem karşıtı hareketlerde orta sınıfların giderek artan ikircikli rolü; (2) giderek genişleyen bir sistem karşıtı hareket tabanı (The End of the World As We Know It, s. 28-30). Bu noktada sistem karşıtı hareketlerin gene hiyerarşik bir sisteme doğru kontrollü geçişin mi, yoksa verimli bir çözülmenin mi öncüsü olacağı, bu iki eğilimden hangisinin kazanacağına bağlıdır.