15 Temmuz darbe girişimi çıkarılan olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle ihraç edilenleri, 12 Eylül Darbesi sonrasının 1402 sayılı yasa mağdurlarıyla mukayese ediyoruz, anlaşılır bir şekilde… Siz bu ikisini nasıl mukayese edersiniz?
Ömer Ulusoy: 12 Eylül sonrası 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’nun değişik 2. maddesi uyarınca sıkıyönetim süresince işinden çıkarılanlar ile 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası işinden çıkarılanların benzeştikleri ortak nokta bir daha kamu hizmetinde çalıştırılmamak üzere ihraç edilmeleridir. Bunun dışında bir diğer benzerlik, ihraç mekanizmasına maruz bırakılan her iki grubun da seyahat özgürlüğünden yoksun bırakılmalarıdır. Belirtilen noktalar dışında iki grup karşılaştırıldığında aradaki farklılaşma her anlamda gözlemlenir. Hatta farklılık seyahat etme–yurtdışına çıkma–özgürlüğünün kısıtlanması konusunda dahi belirginleşir. Söz konusu yaptırımdan 12 Eylül sonrası ihraç edilenlerin sadece bir kısmı etkilenirken, 15 Temmuz sonrası KHK’lılarının neredeyse tamamı ve hatta bazı vakalarda birincil dereceden aile (eş, çocuk, kardeş vb.) yakınları da bu yasaktan nasiplerini aldılar. Sayısal olarak bakıldığında, 1402 sayılı kanun ile işine son verilenler Genelkurmay’ın 1985 sonrasında verdiği rakamlara göre toplamda 4.891 kişiden oluşuyor. Bir o kadar kişinin de aynı kanun uyarınca görev yerleri değiştirildi. İşine son verilenlerin üçte ikisine yakını 1988 yılına gelindiğinde işlerine iade edildiler. 1.488 kişinin işine dönebilmesi ise bilindiği üzere Danıştay’ın 1989’un Aralık ayında İçtihadı Birleştirme Kararı almasından sonra gerçekleşti. 15 Temmuz sonrası KHK’lar ile işlerinden çıkarılanların sayısı Aralık 2017’de çalışmalarına başlayan OHAL Komisyonu’nun verdiği rakamlara göre 125.678 kişiyi kapsıyor. Sıkıyönetim komutanları 1402 sayılı yasa kapsamında gerçekleştirdikleri işten çıkarmalar için yaptırıma maruz bırakılanların kamu kurumlarında çalışmalarının sakıncalı olduğunu ya da hizmetlerinin devamında yarar görülmediğini dayanak olarak alır. 1402’likler için ihraç sonrasında ceza soruşturması açılmamıştır. Oysa günümüz KHK’lıları için işten çıkarma gerekçesi açıktır: “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı” olmak. İhraç işleminde belirtilen suç kapsamında işten çıkarılanların bir kısmı –özellikle de Barış için Akademisyenler adlı grubun Ocak 2017’de “Bu Suça Ortak Olmayacağız” adlı metnine imza atanlardan KHK ile işlerine son verilenler ile kurumlarında çalışmaya devam edenler– hakkında ceza soruşturmaları açıldı. 12 Eylül sonrası işlerinden çıkarılanlar, sıkıyönetim rejiminin kademeli olarak kalkmasıyla beraber işlerine son verilen bölgelerdeki İdare Mahkemelerine müracaat ettiler ve bir kısmı iade edildi. 2016 sonrası KHK’lıları için ise yargı yolu kapalı. İlk inceleme, kurulan OHAL Komisyonu eliyle yapılıyor. Komisyona yapılan kişisel başvurunun aleyhte sonuçlanması sonrasında yargı yoluna başvurulabiliyor. Ağustos 2019 tarihi itibarıyla OHAL Komisyon’una yapılan başvurulardan yaklaşık 85 binini inceledi ve bunlardan sadece 6.700 tanesi lehte; yaklaşık 77 bini aleyhte sonuçlandı. Yapılan başvurulardan 2019’un Ekim ayında incelenmeyi bekleyen dosya sayısı tüm başvuruların üçte birine denk düşüyor. 12 Eylül sonrası ihraç edilenlerin homojen olmamakla beraber toplumsal hafızada sol eğilimli kişilerden oluştuğu kabul gören bir tanı. İşinden edilenlerin büyük bir kısmı o dönem kurum içi yapılan asılsız ihbarlar ve yürütülen güvenlik soruşturmaları sonucu haklarında oluşturulan dosyalar temel alınarak ihraç edilmiştir.
15 Temmuz sonrası KHK’lar ile görevlerinden ihraç edilenler için homojen bir grup oluşturduklarına dair herhangi bir mutabakat söz konusu değil. Nicel olarak karşılaştırılamayacak oranda farklılaşan iki gruptan 15 Temmuz sonrası KHK’lıları için, işten çıkarılma gerekçeleri hariç, ortak bir nokta bulmak pek mümkün görünmüyor. Bununla birlikte büyük bir kısmının, cemaatçi yapılanma kapsamında 15 Temmuz darbe girişiminin de arkasında olduğu iddia edilen “FETÖ”’ye olan mensubiyeti, irtibatı, iltisakı sonucu işine son verildiği konusunda bir çıkarıma varmak yanlış olmayacak. Bu büyük kitlenin yanı sıra kurum içi kişisel çekişmeler sonucu asılsız ihbarlar ve iftiralar üzerine işlerine son verilenlerden oluşan bir grup da bulunuyor. Azımsanmayacak bir kitle ise muhalif ve de sol eğilimleri, ya da sendikal faaliyetleri sebebiyle ihbar edilerek KHK listelerine dahil edilenler. Bir başka grup da siyasi iktidarın doğrudan hedef tahtasına koyduğu ve bu vesileyle belki de kendisinden en fazla söz ettiren “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriye imza atan farklı akademik unvanlara sahip 2 bini aşkın üniversite çalışanının beşte birini oluşturan 407 KHK’lı akademisyenden oluşuyor.
1402’likler ile KHK’lıların karşılaştırılmasında bir gösterge olması açısından her iki dönemin Türkiye nüfusunu hatırlatmak kuşkusuz faydalı olacaktır. 1980’de ülke nüfusu 45 milyondan daha az ve toplumun yarısından fazlası belde ve köylerde yaşıyor. 15 Temmuz Türkiye’si ise 80 milyon dolayında nüfusa sahip ve vatandaşların %90’lık bölümü şehirlerde ikamet ediyor. Bu veriler ışığında genel bir mukayese yapılacak olursa, her iki dönemde işlerinden çıkarılan insanların içinde bulundukları durumu aydınlatması açısından ülke nüfusu göz önünde bulundurulduğunda, nicel olarak ne kadar ayrıştıkları belirgindir. Şehirleşmenin sonucu yaşanan toplumsal dönüşümün getirdiği bireyselleşmenin de etkilerini hesaba katmak gerekir. 15 Temmuz sonrasında işlerinden edilenlerin bireyselliği daha ağır basan toplumsal bir yapının fertleri olarak işsizlikle baş etmeye çalışırken daha yalnız hissettikleri düşünülebilir.
Öte yandan 1402’liklerin ihraç edildikleri Türkiye ile 15 Temmuz sonrası KHK’lar aracılığıyla işlerinden edilenlerin Türkiye’si oldukça farklı. Her ne kadar göreceli bir normalleşmeye denk gelse ve sıkıyönetim yurt genelinde, özellikle de Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyükşehirlerde yürürlükte bir süre daha kalmaya devam etse de, 1402’liklerin büyük çoğunluğunun tasfiyesinin, askerlerin yönetimi sivillere devretmeye hazırlandığı bir dönemde gerçekleştiği unutulmamalı. Dönemin basınına bakılacak olursa, yönetimi Aralık 1983’te devralan birinci Özal hükümetiyle birlikte göreceli bir normalleşmenin kendisini hemen hissettirdiği anlaşılır. Örneğin askerî rejimin getirdiği kısıtlamalardan ve baskıdan ötürü tasfiyelerin gerçekleştirildiği 1982-1983 yıllarında neredeyse eleştiriden muaf bir şekilde hareket eden YÖK, 1984 Ocak ayından itibaren basında en fazla eleştirilen kurumların başında gelir. Dönemin siyasal ve toplumsal havası üzerine anlatılarda baskı ve korkulara karşın çok sesliliğin arttığı konusunda ortak bir algı olduğu görülüyor. Baskı vardır, fakat sansür ve cezai yaptırımlara rağmen geleneksel ana akım medyada insanlar kendilerini ifade edebiliyorlar. Günümüzde yapılması neredeyse imkânsız olabilecek işlere de imza atılıyor. Örneğin, YÖK Başkanı Doğramacı’nın 1986 yılında, dönemin en fazla satan haftalık haber dergisi Nokta’nın kapağında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin Beyazıt Meydanı’ndaki ana giriş kapısının üzerine fotomontajla oturtulup pantolonunu indirmiş vaziyette tuvaletini yaparken resmedildiği temsili gibi. Doğramacı’nın temsilinin ne kadar etik olup olmadığı konusu bir yana, örnek olarak verilen Nokta’nın cüretkâr kapağı dönemin havasını anlamak açısından oldukça aydınlatıcı. 1980’lerde muhalif sesler ile tasfiyelere maruz bırakılanlar büyük kitlelerce takip edilen ve görünür olan mecralarda sıklıkla kendilerine yer bulur. Bu bağlamda, 15 Temmuz sonrası Türkiye’sinde bunun tam zıttı bir durumun varlığından bahsetmek yanlış olmayacak. Ana akım medyanın 2010’lu yıllardan sonra siyasal iktidarın yörüngesine girmesiyle ana akım geleneksel medya kanallarında muhalefetin esamesi okunmuyor.
Siyasal rejimin 1980’lerin ikinci yarısından itibaren normalleşmesinde dış etmenlerin etkisinin altı çizilmeli. Hatırlanacağı üzere askerî rejim altında Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu, yani AET ile olan ilişkileri 1982’de askıya alınmıştır. İlişkilerin normalleşmesi ANAP hükümetlerinin öncelikli politikaları haline geliyor. 1986’da Brüksel’de yapılan toplantı sonrası normalleşmeye başlayan ilişkiler, 1987’de Türkiye’nin AET’e tam üyelik için aday adaylığı başvurusu ile hızlanır. Bu dönemde İnsan Hakları ihlallerindeki karnesini iyileştirmeye ve ciddiyeti konusunda AET’i ikna etmeye çalışan siyasal iktidar, 1402’liklerin geri dönebilmek için sürdürdükleri mücadelelerindeki hareket alanlarının da genişlediği bir ortamı doğurur. Darbe sonrasında işçi haklarında yapılan kısıtlayıcı ve işverenleri gözeten uygulamalara karşı mücadele alanında yaşanan göreceli iyileştirmeler ve elde edilecek edinimler AET’e adaylık başvurusunun da etkisiyle 1402’liklerin elini güçlendiren fırsatlara dönüşür. Özal yönetimi ile uyumlu çalışılarak askerî rejimin getirdiği uygulamaların üstesinden gelinebileceği hususundaki inancını yitiren TÜRK-İŞ yönetimi, 1986’da kurulan İnsan Hakları Derneği ve beraber başını 1402’liklerden oluşan bir Komisyon ile birlikte, adalet arayışlarını askerî rejimin başlamasından itibaren işçilerin maruz kaldıkları kısıtlayıcı ve haksız uygulamaları izleyen Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) önüne taşıdılar. Yürütülen faaliyetler, Türkiye’nin ILO nezdinde imzacısı olduğu iş ve çalışma hayatında ayrımcılık konusundaki 111 sayılı konvansiyonu kapsamında sürdürüldü. En nihayetinde ANAP hükümetinin türlü oyalamalarına karşın, ILO 1402’liklere uygulanan hak ihlallerinde herhangi bir iyileştirme yapılmaması sonucu Türkiye’yi 1989 Haziran ayında kara listeye alır. ILO’nun kararı Danıştay’ın Aralık 1989’da 1402’liklerin lehine aldığı İçtihadı Birleştirme Kararı’nda da etkisini gösterir ve iadelerin gerekçeleri arasında sayılır. 1402’likler lehine alınan olumlu kararın tarihi de oldukça önemli bir husus ve 15 Temmuz sonrası ihraç edilenlerin olası akıbetinin evrileceği sürece de ışık tutması açısından bu konuya kısaca değinmekte fayda var. Bilindiği üzere 1987 sonrasında kendisini iyiden iyiye hissettiren ekonomik kriz tekrar ülke seçmenlerinin gündelik hayatının bir parçası haline geliyor. Yasaklı siyasetçilerin 1987 referandumu sonrası siyaset arenasına tekrar çıkması ve ekonominin kötüleşmesi iktidarı gittikçe sıkıştıran bir hal alıyor ve en nihayetinde ANAP’ın 1989 yerel seçimlerinde yaşadığı hezimeti beraberinde getiriyor. Dolayısıyla sayıları 1500’lere varan iade edilmemiş 1402’liklerin dönüş süreci toplumsal muhalefetin yükseldiği ve iktidarın gücünü yitirdiği bir dönemde gerçekleşti diyebiliriz.
Bunlara ilaveten, 1402’liklerin geri dönüşünün anlatıldığı kaynaklarda gözden kaçan bir başka konu, olumlu iade kararının alındığı tarihtir. Danıştay’ın İçtihadı Birleştirme Kurulu 1988 yazında yapılan açıklamalara karşın ancak 1989 Kasım’ında toplanır. Tarih oldukça ilginçtir, zira Kenan Evren’in cumhurbaşkanı olarak görev süresinin dolduğu 6 Kasım 1989’un ertesi gününe, 7 Kasım’a denk düşer. Kararın çıkış tarihi de bir o kadar dikkat çekici. Darbeyi yapan cuntanın diğer üyelerini oluşturan dört kuvvet komutanı bilindiği üzere 1983 seçimlerinden sonra iktidara gelen ANAP’ın göreve başlaması ile beraber 6 yıllığına Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyesi olarak devletin en tepesinde görev alırlar. 7 Kasım 1989’da toplanan Danıştay’ın İçtihadı Birleştirme Kurulu, kararını Cumhurbaşkanlığı Konseyi’ndeki görevleri 6 Aralık 1989 tarihinde dolan cuntanın diğer dört generalinin görevden ayrılmasının hemen ardından, 7 Aralık’ta alır. 12 Eylül Darbesi’ni gerçekleştiren generallerin görev sürelerinin bitimi ile 1402’liklerin iade edilmesi arasında herhangi bir nedensellik ilişkisi kanıtlanamaz. Ama benzer bir sürecin 15 Temmuz sonrası KHK’ları ile işlerinden edilenlerin geri dönüşlerinde de görülebilecek olması beklenebilir.
1402’likler ile KHK’lılar arasında mukayesede daha önce değinilen nicel farklılığın yanı sıra KHK’lıların 1402’lilerin aksine ne kadar farklı gruplardan oluştuğundan söz etmiştik. Aradaki farklılıklar her iki grubun karşılaştırılmasını oldukça zor bir hale getiriyor. Bu durum her iki dönemde üniversitelerden ihraç edilenler için de gözlemlenebilir. Kesin bir veriye sahip olunamasa da 1402 Sayılı Kanun ile görevine son verilen üniversite akademik personelinin sayısının çeşitli kaynaklarda 73 ile 117 arasında olduğu görülüyor. 1988’de basına yansıyan sayılar ise üniversiteden atıldıktan sonra iade edilmeyi bekleyen 70 dolayında üniversite hocasının bulunduğunu gösteriyor. Daha önce de belirtildiği gibi bu hocaların tamamının iadesi ancak Aralık 1989 tarihli Danıştay’ın İçtihadı Birleştirme Kararı sonrasında gerçekleşiyor. KHK’lılar içinde üniversitelerden atılan akademisyen sayısı yaklaşık 6 bini buluyor. Bunlar da daha önce değinilen alt gruplar şeklinde kendi içlerinde farklılaşıyor. Buna karşın 1402’likler ile “Bu Suça Ortak Olmayacağız” adlı metne imza atmış olduklarından ötürü ihraç edilenleri karşılaştırmak mümkün olabilir. Dönemin ulusal ve yabancı basınına bakıldığında 1402’liklerin sol eğilimleri ile bilinen, bunun yanı sıra akademi içinde daha özgür bir üniversite söylemine sahip, ifade özgürlüğünü savunan öğretim üyeleri olarak nitelendirildiği görülecektir. Bu aşamada “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı metne imza atanlar için benzer bir ifadede bulunmak her ne kadar genelleştirici olsa da bu gruba dahil olan bireylerin ifade özgürlüğü kapsamında ortaya koydukları iradeleri sebebiyle ihraç edildikleri ve 1402’likler ile karşılaştırılabilecekleri bir ortak noktaları bulunduğu konusundan yola çıkılarak yapılan genel değerlendirmeye devam edebiliriz.
Her iki grubun benzeştikleri noktalar arasında bağlı bulundukları kurumların yöneticilerinin aldıkları kararlar ve yaptıkları doğrultusunda işlerine son verildiği söylenebilir. Örneğin 1402’liklerin büyük bir kısmının çeşitli kaynaklardaki listelere bakıldığında belirli kurumlardan ihraç edildikleri görülüyor. Örneğin Ankara Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi ve Ege Üniversitesi gibi. Bu kurumlar arasında belirli bir devamlılık sağlayan Ankara Üniversitesi özel bir yere sahip. 1402’likler arasında işine son verilenlerin büyük bir kısmı, Türk-İslâm sentezinin oluşumunu sağlayan ve taşıyıcısı Aydınlar Ocağı’na ve 1980 öncesi MHP lideri Alparslan Türkeş’e olan yakınlığıyla bilinen Tarık Somer’in rektörü olduğu Ankara Üniversitesi’nden. “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metninin imzacılarından KHK’lar ile işlerine son verilen 407 akademisyenin beşte birinden fazlasını ihraç eden de Ankara Üniversitesi. 12 Eylül sonrası tasfiyelerin şampiyonu, birinciliği 21. yüzyılda da kimseye bırakmamakta niyetli bir bakıma.
Yine üniversite bağlamında 407 KHK’lı imzacı ihraç ile 1402’likler karşılaştırıldığında her iki gruba mensup kişilerin örgütlenme biçim ve alışkanlıkları bakımından değerlendirilmesi her iki dönemin Türkiye’sinin karşılaştırılması konusunda fikir yürütmemizi sağlayabilir. 1980 sonrası üniversite tasfiyesinden nasibini alan akademisyenler örgütlenme biçimleri ve alışkanlıkları itibarıyla daha avantajlı gibi. 1961 Anayasası’nın sağladığı demokratik toplumsal çerçevede örgütlenme alışkanlıkları olan akademisyenler birbiriyle en azından bir şekilde dirsek teması bulunan kişilerden oluşan bir grubu teşkil ediyor. Örneğin TÜMAS, TÜMÖD ve sair üniversite hocalarının oluşturdukları dernek ve sendikalarda demokratik ve özerk üniversite için bir araya gelenler 1402’likler arasında azımsanmayacak bir grup. 1946 sonrası özerk üniversitenin hocaları ve öğrencileri olan bu kişiler, akademik özgürlüklere bugün içselleştirilmiş olan YÖK’e 1980’ler boyunca karşı mücadelenin içinde yer alan başat figürler olarak sıklıkla basında demeçler verir ve adlarından en fazla söz ettirirler. Akademiden uzak fakat bilimselliği meşru ve kabul gören YÖK öncesi üniversitenin temsilcileridirler bir bakıma. Bu aşamada 1980 sonrası tasfiye edilen Türkiye İşçi Partisi’nin eski kadrolarının da bu akademisyenlerin bir araya gelmesinde oldukça etkili olduğu görülüyor. 15 Temmuz sonrası KHK’lıları arasındaki 407 imzacı akademisyen büyük ölçüde YÖK sonrası üniversitenin ürünüdür. Akademik özgürlükler çerçevesinde 1402’liklerin 1980’lerde gördüğü sembolik prestije sahip olup olamadıkları konusunda söz söylemek için henüz erken. Zaman bu konuda 407 KHK’lının yaptıklarını daha kapsamlı ve tutarlı değerlendirmeye olanak sağlayacak kuşkusuz. Örneğin yapılan girişimler ve atılan adımlar bir EKİN-BİLAR’ın yakaladığı ulusal ve uluslararası görünürlüğü ne ölçüde yakalıyor? Mesela BİLAR’ın ilk akademik yılı sonunda düzenlediği diploma töreni bu konuda aydınlatıcı olabilir. Diplomalar davetli olarak akademik özgürlüklerin konuşulduğu ve YÖK’ün eleştirildiği bir toplantıda Alman üniversitelerinden birinin eski rektörünce ders yılı boyunca derse katılan öğrencilere teslim edilir. Değinilmesi gereken başka bir konu dönemin muhalif kesimlerini bir araya getiren “aydın” figürlerinin varlığı. Akla gelecek ilk kişi Aziz Nesin. “Aydınlar Dilekçesi”nin düzenlenmesinden BİLAR’ın kuruluşuna, pek çok girişimde Aziz Nesin’in ne kadar etkili olduğu görülüyor. Günümüz KHK’lıları daha olumsuz bir siyasal iklimde, örgütlenme alışkanlıkları bakımından 1402’liklerin deneyiminden daha yoksun ve Aziz Nesin gibi girişimleri konusunda inatçı ve kararlı figürlerin olmadığı bir dönemde iade edilmek üzere mücadele etmek zorundalar.
Karşılaştırmaya devam edersek iki dönemi ayıran ve 15 Temmuz sonrası 407 KHK’lı akademisyenin içinde bulunduğu durumu anlatması açısından iki dönemin görevinde kalan akademisyenlerinin nasıl davrandıkları da değerlendirilecek olursa, 1980 sonrası akademide yaşanan yıkımın da aydınlatılmasının ipuçlarına ulaşılabilir ya da en azından üzerinde daha da ısrarlı bir biçimde konuşulması gereken bir konuya değinilebilir. 1980 sonrası tasfiyesi, ilkin 1982 Ağustos ayından sonra YÖK eliyle atanan üniversite yöneticileri eliyle gerçekleşir. YÖK sonrası kadroları sözleşmeli statüsüne dönüştürülen araştırma görevlileri, okutman gibi öğretim elemanları ile ’80 öncesinin doktor asistanları olan ve yine YÖK sonrası icat edilen yardımcı doçent doktorların oluşturduğu sayıları 200’ü aşkın genç akademisyenin, 1982 sonrasında üniversite rektörlerinin gördüğü lüzum üzerine işlerine son veriliyor. 1402’likler bu sayıya eklemleniyor. Aynı dönemde tasfiyeleri veyahut YÖK’ü protesto etmek üzere ya da 1402’lik olmamak için istifa eden üniversite hocasının sayısı 900’ü aşkın. Bu istifaların askerî rejimin altında gerçekleştiği de göz önüne alınacak olursa, ileri zamanlarda 15 Temmuz sonrası üniversite tarihini yazacak olanların anlatılarında değinecekleri konulardan biri KHK’lar aracılığıyla yapılan tasfiyelerde üniversitelerin, tıpkı toplumun büyük bir kesiminde olduğu gibi, nasıl bir korku ortamına kapıldığı ya da akademik özgürlüklerin birincil koşulu hatta olmazsa olmazı ifade özgürlüğünü umursamadığı veyahut 407 imzacının metninin içeriğinin, Anayasa Mahkemesi’nin aldığı karara rağmen cezalandırılması gerektiğini düşünen kadrolara sahip olduğunu sorgulatıyor. Her iki dönemin tasfiyeci zihniyetinin özelliklerini göstermesi açısından 1980’de üniversite yönetimlerinin yaşanan kıyımda göstermelik de olsa daha düzeyli ve akademik özgürlüklere daha bağlı olduğu görüntüsü vermeye çalışan bir anlayışa sahip olduğunu anlıyoruz. 407 KHK’lının yaşadığı açık tehditler -bir dönem imzacıların kanlarında banyo/duş yapmak isteyen ve bu yöndeki açıklamaları ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilen Sedat Peker örneğinde olduğu gibi- ve yaptırımlara karşın tam da toplumsal muhalefetin artmaya başladığı 2019 yerel seçimlerinden sonraki döneme denk gelen Anayasa Mahkemesi kararına rağmen azımsanmayacak ölçüdeki devlet ve vakıf üniversite yönetimlerinin ve akademisyeninin Anayasa’ya da aykırı bir biçimde kararı tanımadıklarını duyurdukları bir siyasal iklimin ürünü bir üniversite tarihi kuşkusuz oldukça karamsar bir tablonun çizilmesini beraberinde getiriyor.
Aslında her iki dönemde yaşananları karşılaştıranlar, üniversitelerin tasfiye sürecinden sonra nasıl bir sessizliğe gömüldüğünü de göreceklerdir. 1980 sonrası tasfiye ve istifaların ardından, sivillere devredilen yönetim sonrasında üniversite dışında yaşanan çok seslilik YÖK’ün en baskıcı olduğu dönemde üniversiteleri ve hocalarını sessizliğe büründürüyor. Bu sessizlik 1990’a kadar devam ediyor. Bu durum elbette YÖK uygulamalarından hoşnut kalındığını göstermiyor. Hoşnutsuzluğu ve içinde bulunulan sessizliği anlatması açısından 1990’da 1402’liklerin dönecekleri belli olduktan sonra, basına yansıyan YÖK’ün uygulamalarına artık sessiz kalamayacaklarını bildirerek isyan eden profesörler haberi gösterilebilir. Aslında bir bakıma üniversitedeki kadrolardan muhalif kesim arasında bulunan ve uygulananlar karşısında sessizliğe bürünmek zorunda kalan hocaların, kendi sessizliklerinin kurbanı olduklarını söylemek çok da iddialı olmayacak. 15 Temmuz sonrası üniversitesi için de azımsanamayacak bir kesimin bu durumda olduğu söylenebilir. Daha önce bahsedilen olumsuz siyasal iklimin etkileri KHK’lıların daha zorlu koşullarda bulunduğunu düşündürebilirse eğer, yine aynı iklimin bu dönemde üniversitelerde kalmakla beraber durumdan hoşnut olmamasına karşın sessiz kalmaya itilen kitleler için de geçerli olduğunu akla getiriyor. Yapılan bu çok genel karşılaştırmada üniversiteler açısından ülkenin içine düşürüldüğü durum bir bakıma iç burkan bir tabloyu barındırıyor. Üniversite her iki dönemde de evrensellik iddiasından uzak fakat bilim yapma misyonuna sahip olduğunu öne süren çevrelerin yörüngesine sokuluyor. Bu açıdan, en azından üniversite örneği özelinde, akademisyenlere yaşatılanlar bir yana, ülkenin kendisine haksızlık yapıldığını söyleyebiliriz, çünkü tasfiye sadece uzaklaştırılanları değil, geride kalanları da etkiliyor ve bir süre daha etkilemeye devam edecek gibi de duruyor.
Söyleşinin ikinci kısmı yarın Nuray Türkmen, Sibel Perçinel ve Yasemin Özgün ile devam edecek.