Bu mukayeseye şunu da katalım: 1402’likler, özellikle akademik alandakiler, dönemin kültür ve yayın hayatına canlandırıcı bir katkıda bulundular. Aslında sadece kültürel ve yayın hayatına değil, başka meslek ve etkinlik alanlarında da fark yaratan işler yaptılar. Bu dönemin KHK’lılarının “katkılarının” bir ara muhasebesini yapsak… Ortaya çıkan deneyimler ve “kurumlar” yelpazesini konuşsak…
Nuray Türkmen: Vurguladığımız gibi KHK’lıların homojen bir grup olduğunu söyleyemeyiz. Bu nedenle KHK’lı her kesimin deneyimlerinden bahsedebilmemiz zor. Ancak ihraç edilen barış akademisyenleri olarak sosyo-politik bağlamda daha yakın olduğumuz ve imzacı olmaları nedeniyle ya da sol eğilimleri veyahut sendikal faaliyetleri sebebiyle ihbar edilerek KHK listelerine dahil edilenlerin deneyimlerini takip etme, bunlardan haberdar olma olasılığı daha güçlü olan bir grubuz. Bu nedenle daha çok bu kesimin deneyimlerinden bahsedebiliriz. Öncelikle ihraçlardan sonra bireysel ya da kolektif deneyimler var. Örneğin bu bireysel ya da küçük grup deneyimlerinin bazıları ticari bir mekân açma gibi somut pratiklerle sonuçlandı. Bazıları ise enformel bir şekilde sürdürülen çabalar. Akademisyenler dışında kalan meslek gruplarında daha çok gıda alanında geçimlik işler yaratmaya çalışan arkadaşlarımız çok fazla. Yine dershanelerde ya da özel okullarda kayıtdışı çalışan öğretmen arkadaşlarımız var. Küçük gruplar halinde ortak ticari işlere girenler de oldukça fazla. Örneğin pastane, lokanta, kafe, sahaf gibi yerler açanlar. KHK ile ihraç edildikten sonra deneyimleri birbirinden o kadar çok farklılaşan bir kesimden bahsediyoruz ki… Masal anlatıcısı olan da var, şarkıcı olan da; inşaatta çalışan da var, bez bebek ya da nohutlu pilav yapıp sokakta satan da. Mersin’de bir grup KHK’lı akademisyenin açtığı Kültürhane ve Eskişehir’de açılan Uçurtma Kitap Kafe adlı mekânlar da bu sürecin güzelliklerinden. Bunlar dışında bir de tabii daha kolektif ve kurumsal düzeyde sürdürülen çabalar da oluştu KHK ile ihraç edildikten sonra. Bu süreçten “akademi her yerde” diyen dayanışma akademileri oluştu. Ankara Dayanışma Akademisi, Kocaeli Dayanışma Akademisi, Kampüssüzler, İzmir Dayanışma Akademisi, Eskişehir Okulu, Antalya Dayanışma Akademisi ve İstanbul Dayanışma Akademisi. Ve tüm dayanışma akademilerini birleştiren çatı örgüt Birarada oluştu. Aynı zamanda özellikle üniversitelerden tasfiye edilen feminist akademisyenlerin kurduğu Aramızda Derneği oluşumu açığa çıktı. Dayanışma Akademileri, ihraç edilerek üniversitelerden dışlanan muhalif akademisyenlere bir etkinlik ve varlık alanı açmakla birlikte, kurumsal akademi içinde yıllardır tecrübe ettiğimiz bazı sorunlarla yüzleşmenin ve onları aşmaya çalışmanın bir olanağı, bir umudu olarak ortaya çıktı. Süreç içinde, dayanışma akademileri hem kendi yerellerindeki hem de farklı yereller arası dayanışma ilişkilerini güçlendirmeye çalıştı ve çalışmaya devam ediyor. Kurumsal akademinin, sadece Türkiye’deki güdük haliyle değil, dünya ölçülerinde, birçok yönden sorunlu olduğunu biliyoruz. Ustalık ve tecrübeye gösterilecek doğal saygının ötesine geçen hiyerarşi; derinleşen genel prekarizasyonla çelişen, beri yandan “yükseldikçe” kimi imtiyaz mekanizmalarıyla tatmin edilen bir “elit” olma bilinci; “performans” değerlendirmesinin gitgide nicelleşmesi; entelektüel faaliyetin metalaşması ve fetişleşmesi; sonuçta merakın ve derdin yerini, insanla/dünyayla/toplumla ilgili sorumluluk hissetmenin yerini teknikleşmiş bir rutinin alması gibi sayılamayacak pek çok sorun. Bu derdi paylaşan akademisyenlere her zaman açık olan dayanışma akademilerinde, yaklaşık üç yılda binden fazla ders, seminer, atölye çalışması yapıldı; öğrencilerle yeniden buluşuldu. Sadece enstitü benzeri çalışan yapılar olmakla kalmayıp yaz okulları da düzenlendi. KODA ve Kampüssüzler yaz okulu bu deneyimlerden. Dayanışma Akademileri dışında yine KHK’lıların öncülüğünde online uzaktan eğitim atölyesi programı olan İnsan Hakları Okulu açıldı. İzmir’deki arkadaşlarımız temel özgürlükler ve insan hakları zemininde faaliyet yürüten TİHV Akademi’yi oluşturdular. Bu süreçte pek çok kitap yazıldı, KHK hikâyeleri derlendi. Pek çok arkadaşımız gazetelerde ve çeşitli internet yayın organlarında köşe yazarlığına başladı. Kısacası KHK ile ihraç edildikten sonra bir yandan özellikle kooperatifleşme ve dernekleşme düzeyinde kendi kurumlarımızı oluştururken bir yandan da memlekette yıllardır var olagelen kurumlarla ilişki ağlarımızı güçlendirmeye çalıştık ya da buralarda doğrudan çalışmaya başladık. Bu nedenle her ne kadar içinde bulunduğumuz olağandışı zamanlar içinden tam olarak göremesek de KHK’lar bir yandan insanların hayatlarını darmadağın ederken bir yandan KHK öncesi “dağınıklıkları” toparlamak için bir yol açtı diyebiliriz.
Aynı soruyu toplumsal-kültürel yanından ziyade, politik yanından sorarsak: “KHK’lılar”, bir mağdur kitlesi olmaktan gayrı, bir muhalif grup olarak, nasıl bir dinamik oluşturdular?
Yasemin Özgün: Bu soruya öncelikle bildiğimiz yerden, yani KHK’lı barış imzacılarından yola çıkarak bir şeyler söylemek daha doğru olabilir. Mücadeleye dair meselenin özünde şöyle bir şey yatıyor; aynı ve tek bir bildiri metnine imza atmamıza rağmen devlet farklı mekanizmalarla aramızda ayrımlar yarattı ve bu ayrımlar üzerinden bizlere yönelttiği suçlamalara karşı bütünlüklü bir mücadele yürütmemizi engellemek istedi. Aslında KHK’lı olmak da bu ayrımlardan bir tanesiydi. 407 akademisyen barış bildirisine imza atmak gerekçesiyle KHK ile çalıştıkları kurumlardan ihraç edildiler ve malumunuz pek çok haklarından yoksun bırakıldılar. Yaratılan ayrımların dışında da farklı illerde, farklı statü, yaş, sınıf, cinsiyet, cinsel yönelim üzerinden aramızda türlü farklılıklar olmasına ve bu farklılıklar üzerinden süreç içinde yaşanan sıkıntılarda da farklılıklar yaşanmasına rağmen birlikte mücadele etmeyi büyük ölçüde becerebildiğimizi düşünüyoruz. Ne için mücadele ettik? Bir yandan KHK’lı olmaktan kaynaklanan ortak sıkıntılarımız çok fazlaydı ve bunlarla mücadele etmek zorundaydık. Bunun için de bir arada olmamız ve iletişim halinde olmamız gerekiyordu. Bunu sağlayacak zeminler oluşturduk, dayanışma akademileri sözgelimi büyük ölçüde muhreçlerle yürüdü. Buralarda hem derslerimizi, araştırmalarımızı sürdürmenin yollarını aradık birlikte, hem de ihraç edilmemize giden yolun politik kararlarla örülü olduğunun ve ancak politik bir duruşla ve mücadeleyle değişebileceğinin bilincinde olarak hukuki mücadelemizi de aramızda ayrışmalar olmadan vermeye gayret ettik. Bir akademisyen olarak, bir yurttaş olarak kaybettiğimiz çok şey vardı evet ama bu bizi aynı zamanda hem güçlendirdi hem de kaybedecek daha fazla ne var ki güdüsüyle otoriter yönetim koşulları altında dahi toplumun diğer dışlanan, baskı ve şiddete maruz bırakılan kesimleriyle farklı politik hatlarda buluşma olanağı sağladı. Kimimiz sadece dayanışma amaçlı milletvekili adayı oldu, kimilerimiz hep birlikte seçim çalışması yaptık, kimimiz doktor arkadaşlarımızın, avukat dostlarımızın, haber alma haklarımıza saldırı sonucunda sesleri kısılmak istenen gazeteci dostlarımızın duruşmalarında omuz omuza oldu, Kocaeli’nde 8 Mart yürüyüşünde en önde olup gözaltına alınan arkadaşlarımız oldu, Eskişehir’de termik santrale karşı mücadelede muhreç arkadaşlarımız vardı, İstanbul’da savaşa karşı söz söyleyen oluşumların içinde muhreç arkadaşlarımız aktif olarak yer aldı. Keza Diyarbakır’da, Dersim’de, Fındıklı’da ve tek tek ismini sayamadığımız illerde, bölgelerde mücadele eden pek çok birey ve grupların yanında yöresinde arkadaşlarımız vardı. Aslında bu sürecin anahtar politik sözcüğü “dayanışma” idi; hem bizim hak alma mücadelemizde kendi içimizdeki dayanışmamız ve aynı zamanda farklı politik yapıların bizimle dayanışması, hem de bu saydığımız bizim dayanışma içinde olduğumuz politik mücadelelerle ortak mücadele etmek anlamında. Esas olarak homojen veya merkezî, bütüncül bir mücadele hattından ilerleyen bir muhalif grup olmaktan çok pek çok alanda baskı ve sömürüye maruz kalan kesimle bir araya gelip, ortak mücadele yürütebilen, sonra dağılıp başka bir yerde başka bir birliktelik içinde yine politik mücadeleye katılan bir çeşit mevzi mücadelesi yürüten bir muhalif yapı olduk. Elbette “ezilenlerin zarafeti” olarak ifadesini bulan dayanışma ilişkisi verili koşullar altında zordu ve her zaman çok zarif olamayabiliyorduk. Politik, kişisel, birçok nedenle anlaşamadığımız, karar almakta zorlandığımız, birbirimize darılıp gücendiğimiz zamanlar oldu. Ne var ki, hem bizi ortaklaştıranın “barışa ve insan haklarına çağrı” gibi son derece meşru ve kuvvetli bir gerekçe olması hem de KHK’lı olmak sonucu yaşadığımız pek çok kaybın yarattığı bir “ortak duygu durumuna” sahip olmamız farklılıklarımıza rağmen birbirimizi anlamamızı ve bir arada ve dağılmadan mücadele edebilmemizi sağladı. Bunu anlatmak çok kolay değil aslında ama birbirini bu süreçte tanıyıp yakınlaşan pek çok muhreç akademisyenin reddedemeyeceği “KHK’lının halinden KHK’lı anlar” kabulüyle oluşan yakınlıklar her tür ayrılığa ve anlaşmazlığa rağmen çok sağlam bağlar kurmamıza neden oldu ve dayanışmamız tam da bu yüzden politikti ve zemini sağlamdı. Bununla birlikte sadece biz barış imzacıları değil, tüm KHK’lılar açısından söyleyecek olursak en genelde bir KHK’lı muhalifliğinin oluştuğunu söylemek oldukça iddialı olur. Yaklaşık üç yıldır KHK’lı olma hali hem öznesi tarafından hem de bu öznelere duyarlı toplum tarafından daha çok mağdur olmakla özdeş görülüyor; elbette böyle bir boyut var, hakları, özgürlükleri, neredeyse varoluşları ellerinden alınanlarız. Ancak bu zarara uğratılmaya karşı çıkabilecek, bütüncül ve kitlesel bir muhalefet yürütebilecek bir KHK’lılık zemini oluşturamadık. Şu âna kadarki çabalar ya kişisel, kümesel düzeyde kaldı ya da sürekliliği olamadı. Binlerce kişinin zarara uğratıldığı bu ortaklık, güçlü bir muhalefet dinamiği taşımasına rağmen geniş bir mücadele zemini yaratamadı. Tabii bunda pek çok şeyin etkisi vardır muhakkak. İnsanların geçim derdine öncelik verme zorunlulukları, farklı KHK’lıkların oluşu –FETÖ denilen Fethullahçı KHK’lılık ile barış imzacısı KHK’lılık, asker-polis KHK’lılık ile Kürt KHK’lılık, diyanet KHK’lılığı ile Alevi KHK’lılığı, akademisyen KHK’lılığı ile memur statüsünde çalışan işçi KHK’lılığı gibi… Başka nedenlerin dışında bunun gibi pek çok etken de, zaten tarihsel olarak da kesişme noktaları epey sınırlı olan grupları bir araya getirip ortak bir muhalefet zemini yaratılmasına engel oldu esasında.
KHK’lıları birkaç farklı gruba ayırarak değerlendirirsek… Sanırım akla ilk gelen ayrım, Fethullahçılık (“FETÖ”) suçlamasıyla veya zannıyla ihraç edilenler ile diğerleri. Bu iki grubun durumları, yapıp ettikleri nasıl farklılaştı? Aralarında hasbelkader ya da bilinçli temaslar oldu mu ve bu temasların ne gibi etkileri oldu?
Sibel Perçinel: Resmî Gazete’de ekli listelerde yer alan, kamudan 135.000’e yakın ihraçtan 6.000’e yakın ihraç edilenlerin KESK gibi sendikalara üye sol, sosyalist muhalif kesimden, 407'si ise “Barış Akademisyenleri” olarak isimlendirilen akademisyenlerden oluşmakta. Dolayısıyla kamudan ihraç edilen yaklaşık 130.000 kişi Gülen Cemaati ile ilişkilendirilmekte. Bu dağılımdan da anlaşılacağı üzere ihraçların çok büyük bir kısmını Gülen Cemaati ile “irtibatlandırılan”, “ilişkilendirilen” veya “iltisaklandırılan” -OHAL döneminde ortaya atılan/dayatılan yeni bir terim/kavram olarak Resmî Gazete’de ifade edildiği üzere- bir grup oluşturuyor. OHAL/KHK ile ihraçlar sürecinin ilk aşamalarında, ihraç edilen sol cenahın örgütlülüğünü büyük oranda yansıtan KESK tarafından eylemler düzenlendi ve çalıştaylar gerçekleştirildi. Ancak KESK eylemleri kısa sürdü ve devamlılığı olmadı. Sol kesimde, KESK'in kendilerini yeteri kadar sahiplenmediğini, bu süreçte yalnız bırakıldıklarını düşünenler oldu. Eleştiriler bir yana bu süreçte en genelde sol, sosyalist, muhalif kimliği ön planda olan KHK’lıların bütünlüklü, somut bir direniş ve dayanışma hattı oluşturduğunu söylemek pek mümkün gibi gözükmemekte. Ancak buna rağmen sol kesimin, Gülen Cemaati ile ilişkili görülen KHK’lılara göre sosyal yaşamlarında, politik ilişki ağlarında, bir bütün olarak toplumsal zeminde daha fazla direniş ve dayanışma gösterdikleri ve bu durumun tüm yaşamlarına yansıdığını söyleyebiliriz. Sol kesimden KHK’lılarda ihraç edilmeden önce de müesses nizam, devlet denilen yapı ve onun her türlü baskı aygıtına karşı bir bellek ve bu baskının OHAL gibi bir dönemde kendisini daha da hissettireceğine yönelik bir gerçeklik öteden beri vardı. Bu süreçte Gülen Cemaati ile ilişkilendirilerek ihraç edilen ve asıl büyük grubu oluşturanlar neler yaşadılar, neler hissettiler? Bu bir solukta cevaplanacak bir şey değil tabii ancak bu dönemde bu konunun derinlemesine her açıdan araştırılması büyük önem taşımakta. Bu gruptan ilk tasfiyeler darbe girişiminden çok kısa bir süre sonra oldu ve hâkim ve savcılardan 2.400'e yakın kişi uzun süren gözaltılar sonrası tutuklandılar. Daha sonra farklı meslek gruplarından da gözaltılar ve tutukluluklar yaşanmaya başlandı. Bu anlamda bir çöküş yaşandı. Çok inandıkları ve yanlarında hissettikleri ve bir tür baba olarak gördükleri devlet onlara bambaşka ve hiç tahmin etmedikleri yüzünü gösterince apansız ve derin bir çöküş yaşandı bu kesimde. Önce olup bitenlere inanmakla inanmamak arasında bocaladılar, durumu kabullenemediler. Bu süreçte devlete olan sadakatlerini hemen yitirmediler. Ancak zaman içerisinde, özellikle cezaevinde yaşadıkları kötü muamele ve işkence gerçek bir kırılma yaşamalarına neden oldu. Devlet babanın şefkatli kollarından şiddet ve baskısına doğru bir geçiş yaşandı. Bu dönemde devlete sadakatini, devletçi refleksini hâlâ sürdüren daha az oranda bir kesim olmasına karşın büyük bir kısmında devlet ve millet kavramları ile ilgili ciddi sorgulamalar başladı. Sadece bu kavramlar ile değil, aynı zamanda tutkuyla bağlı oldukları ve hayatlarının en kutsalı olarak gördükleri din ile de sorgulamaları başladı ki bu dönemde deistlikten ateistliğe kadar değişim dönüşüm geçirenler oldu. Bu değişim dönüşüm, bu topraklarda daha önce "ötekileştirilenler" ile empati kurmalarını da sağladı ki bizzat kendi ifadelerinde, ötekileştirilen Kürtleri, Ermenileri, Alevileri, gayrimüslimleri ve solcuları şu anda anladıklarını, onların neler yaşamış olabileceklerini kavradıklarını söylemeye başladılar ve hatta daha önce onlara karşı olumsuz tutum ve yaklaşımlarından dolayı sözü edilen bu kesimlere karşı özür borçlu olduklarını dile getirenler oldu. Sonuç olarak bu dönemde kendilerinin ötekileştirildiklerini, dışlandıklarını düşünüyorlardı. Tam da böylesi bir ortamda, yaşadıkları tecrit/izolasyon, sosyal dışlanma, çekilme, ihraçların üzerinden bir sürenin de geçmesiyle bir hareketlilik yarattı. İlk olarak Adana'da kurulan Adana KHK'lılar Platformu ile sol cenah ve muhafazakâr-mütedeyyin kesim bir araya gelmeyi başardılar. Adana örneği bu anlamda oldukça iyi bir örnek. Birbirleriyle oldukça iyi ilişkiler geliştirdiler. Sürekli buluşmalar, birlikte bir yerlere gitmeler, piknikler gibi sosyal etkileşimler, sıcak, yüz yüze insan ilişkileri bu platformu bambaşka bir noktaya evriltti. İllerde yaklaşık on dört kadar bu şekilde olgunlaşmış veya olgunlaşmaya yakın yerel KHK’lılar platformları bulunmakta. KHK’lılar platformlarının en canlı örneklerinden biri de İstanbul KHK’lılar platformu. İstanbul, bu anlamda kolektif sokak eylemlerinin en canlı olduğu yerlerden biri. İstanbul'da da sol kesim ve muhafazakâr-mütedeyyin kesimin ortaklaşması söz konusu. Halihazırda kurulma aşamasında olan yerel KHK’lılar platformları var. Ankara KHK'lılar platformu bu sene Ağustos ayında kuruldu. Kopukluklar olsa da, Ankara'nın o ağır bürokrasisi sinse de, Ankara KHK'lılar platformunun da bir çabasının olduğunu gözlemlemekteyiz. Mütedeyyin-muhafazakâr kesim için HDP Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu çok önemli. Bir de bu dönemin sokak eylemcisi olan ve sosyalist kimliğe sahip Cemal Yıldırım'ı bir kahraman olarak görüyorlar. Sonuç olarak bireyler üzerinden oluşturulan kahramanlık öyküleri de özellikle muhafazakâr-mütedeyyin kesimi etkiliyor. Kolektif olarak bir şeyler yapmak konusunda istekli olduklarını ve çaba gösterdiklerini görmekteyiz. Ancak bu kesim halen kamusal alanda görünmekten çekiniyor. Sosyal medyada oldukça aktifler ve bu ortamda “trend topic olmak”, gündemde belli bir sıraya yerleşmek oldukça önem taşıyor muhafazakâr-mütedeyyinler açısından. Çünkü sosyal medya kendilerini halen tek gösterebildikleri, ifade edebildikleri ve iyi hissedebildikleri bir alan. Basit olarak sol-sağ ayrımı değil, içinde farklılaşan pek çok özelliği barındıran kesimler nedeniyle KHK platformlarında şimdiye kadar öne çıkan yaklaşım, son derece kutuplaştırılmış olan toplumun sorunu haline gelen ve bu şekilde değerlendirilmesi gereken KHK meselesine yönelik bir çözüm arayışının aslında çok katmanlı bir şekilde olduğu yönünde. Bu gerçekleri tüm çıplaklığı ile algılayan muhafazakâr-mütedeyyinlerin bunu farklı bir dil ile ifade ettiklerini görüyoruz. Bütün bu anlattıklarımızla şunu ifade etmeye çalışıyoruz aslında: Gülen Cemaati ile ilişkilendirilen kesimle sol KHK’lı kesim arasında şimdiye kadar pek yaygınlaşmasa da bilinçli temaslar oluşturulmaya çalışıldı ve bu hâlâ devam ediyor. Bu ilişkilerde özellikle muhafazakâr-mütedeyyin kesimin değişim dönüşüm hikâyelerini, yaşama, dünyaya sosyal-politik olarak başka bir açıdan bakmak ve değerlendirmek ile ilgili yaşanmışlıklarını sıklıkla duyar olduk. Bununla birlikte bu temasların kendisinin daha somut ve bütünsel bir ilişki zemini oluşturduğunu söylemek hâlâ oldukça güç.
İkinci bir ayrım: akademisyenler ve diğerleri, olabilir. Veya, öğretmenleri de katarak, zihin emekçileri ve diğerleri. İlk grup daha görünür iken, ikincilerin gölgede kaldığına dair bir hoşnutsuzluk veya endişe, muhalif çevrelerde epeydir tartışılıyor. Bu tartışmaya nasıl bakarsınız?
Nuray Türkmen: Siz öğretmenleri de kattınız ama bizim gördüğümüz kadarıyla tartışmalar daha çok “akademisyenler ve diğerleri” biçiminde yaşanıyor. Burada görünür olma/gölgede kalma hali yeni değil esasında. KHK’lar öncesinde de yıldızı parlak olan çoğunlukla akademisyenlerdi. Görece, öğretmenleri de sayabiliriz belki ama bu kez de akademisyenlerle öğretmenleri kıyaslayan ve yıldızı akademisyenlerden yana parlatan hâkim bir referans çerçevesi ile karşı karşıyayız. Bu bağlamda, bahsettiğiniz hoşnutsuzluk daha çok akademisyenlerin bir bütün olarak diğer KHK’lıları gölgede bırakmasına yönelik gibi duruyor. Üstelik bu nedenle oluşan hoşnutsuzluk sadece gölgede kalma/görünür olma biçiminde yaşanmıyor; tamamen diğer bir uca denk gelecek şekilde KHK’lar sonrasında akademisyenlerden beklentilerin boşa çıkmasıyla birlikte akademisyenlerin itibarsızlaştırılması, değersizleştirilmesi ile birlikte de yaşandı, yaşanıyor. Arka planına baktığımızda esasen çift yönlü kabullerin şekillendirdiği bir referans çerçevesinin yansımasını görüyoruz. Yani bir yandan akademisyenlerin bizatihi kendilerinin bu memlekette emekçi olduklarını unutmasıyla, akademisyenlik kimliğini emekçilikten azade görmesiyle, dünyayı ve ülkeyi en iyi bilebilecek, okuyabilecek, en doğru analizleri yapabilecek kişiler olarak görmeleriyle ilgili bir referans çerçevesi bu. Yani esasında toplumsal düzeyde de bu kabullenişin yaygın olmasıyla artık büyük oranda kurguya dayanan bir referans çerçevesinden bahsediyoruz. Dolayısıyla burada bağlamı, akademisyenlerin öne çıkması ya da tersinden üzerlerine bindirilen beklentileri karşılayamamaları değil, doğrudan KHK’lı ya da KHK’sız akademisyenlerin emekçi kimliklerini büyük oranda unutması ve akademisyenlere yönelik büyük beklentinin doğrudan varlığı oluşturuyor. Ülke siyasetinde ve pratik-politik mücadelede bir bütün olarak kurucu politik özne olmayan bir kesime sürekli navigatör olma zorunluluğu atfediliyor. Ve sonunda bu olmayınca -ki olması bu haliyle politik olarak neredeyse olanaksız gibi- eşzamanlı olarak hem görünür olma hem de görünür olmama sorun oluyor ve neredeyse birbirinin zıddı arka planlara dayanan ancak aynı akıldan açığa çıkan ikili hoşnutsuzluk durumu yaşanıyor. Yani görünür yapan da bir süre sonra ya da en başından itibarsızlaştıran akıl da aynı referans çerçevesinin ürünü diyebiliriz.
Yine bununla bağlantılı bir konu… KHK’lı olmak ortak payda olunca, türlü politik ayrışmalara ne oluyor? “Şimdi sırası değil” diyerek ikincilleşiyor mu, yeni temaslara, ittifaklara vesile oluyor mu?
Yasemin Özgün: Aslında KHK’lı olmak ortak paydasında buluşmakla elbette türlü politik ayrışmalar ortadan kaybolmuyor. Ama bu ortak payda o kadar kuvvetli ve isterleri o kadar fazla ki dediğiniz gibi diğer politik ayrışmalar ikincil kalabiliyor. Ama daha önemlisi halihazırda o politik ayrışmaların uzaklaştırdığı insanlar olarak bir arada olmak zorunluluğu sizi ister istemez yek diğeriyle temas kurmaya ve tanıyıp anlamaya götürüyor. Bilindiği üzere Türkiye solu hep ortak cephe kurma arayışıyla maluldür ama bunu bir türlü gerçek anlamıyla hayata geçiremez; bugüne kadar 31 Mart 2019 belediye seçimleri gibi ortak muarızın net bir biçimde belirdiği kritik dönemlerde ancak kısmi ve geçici birliktelikler kurulabildi. Dolayısıyla politik farklılıklara rağmen KHK’lılık ortak paydasında buluşup birlikte mücadele etmek akademik ve yurttaş olarak hak ve özgürlüklerden yoksunlaştırılmış olmaya rağmen bir “negatif ortaklık” oluşturmuyor. Aksine bu, çok ortak keseni olan bir pozitif haklılık ekseninde politik olarak buluşmanın öyküsü. Cizre, Sur’da, Nusaybin ve diğer il ve ilçelerdeki hukuksuz sokağa çıkma yasakları, çocukların öldürülmesi, cenazelerin günlerce yerlerde sürüklenmesi, buzdolabında saklanan cesetler gibi devletin sivil halka yönelik gerçekleştirdiği insanlık dışı uygulamalar karşısında bir ses çıkarabilmek, “yapılanlar suçtur ve bizi bu suça ortak edemezsiniz” demek için birbirini neredeyse hiç tanımayan akademisyenlerin bir imzada buluşmasıyla başlayan bir haklılıkta ortaklaşma öyküsü. Haklılığın getirdiği bir güçlülük ve o güçle de hem toplumsal alanda baskı, sömürü ve dışlanmaya maruz kalan kesimlerle hem de kendi hak kayıplarına yönelik bir dayanışma ve mücadele öyküsü. Farklı siyasi duruşlara sahip akademisyenlerin bu biçimde ortaklaşmasının, şıpın işi ittifaklar oluşturamasa da geri dönülemez bir tanımayı ve kimi kemikleşmiş önyargılardan kurtulmayla beraber “içermeyi” de beraberinde getirdiğini düşünüyoruz. Tabii bunun tersi de geçerli: Kimi yakın hissettiğin kişiler gibi yakın bulduğun siyasi gruplar, oluşumların, bireylerin o kadar da yakın ve yoldaş olmadığını deneyimlemek de ya da etkileri çok daha az olmakla beraber kimi grupların tam da beklediğin pozisyonları alması da bu zorunlu bir araya gelme ve tanıma sürecinin bir parçası. Antonio Porchia’nın dediği gibi “Onlara ulaşarak, seni onlardan ayıran uzaklığın bilincine varacaksın”. Özgür seçimlerimizle değil, zorunluluklarla KHK’lı olmak ortak paydasında buluşsak da birbirimize ulaşma ve tanıma çabamız KHK’dan önce ve KHK’dan sonra diye ikiye ayırabileceğimiz yaşamlarımızda belki de bize kalan en büyük güç.
Belki çok erken bunu düşünmek ama.. KHK’lılar işlerine dönebilirlerse, döndükten sonra, şimdiki dayanışma deneyiminin devamı gelir, bir biçimde bu ilişki ağı devam eder mi? Bunun araçları, imkânları var mı?
Nuray Türkmen: Bu oldukça zor bir soru. Şimdiden bunun net bir yanıtını vermek çok güç. Ama belki şunu söylemekte fayda var. Örneğin daha işlerimize dönmeden, dayanışma akademilerinde bunun bizim açımızdan önemli bir gündem olduğunu paylaşabiliriz sizinle. Yani sık sık konuştuğumuz, tartıştığımız şeylerden birisi “İade edilirsek dayanışma akademilerine devam edecek miyiz?” sorusu üzerinden gelişiyor. Böyle bir tartışma daha şimdiden çok kıymetli. Üstelik işe iade edilse dahi kurumsal üniversitede çalışmak istemeyen, sadece dayanışma akademisi deneyimini güçlendirmek ve bu deneyim içinde güçlenmek isteyen arkadaşlarımız da var. Bunlar bu ve benzeri dayanışma deneyimlerinin devam edebileceği yönünde önemli işaretler. Ancak şunu da ekleyelim. Dayanışma akademileri ve benzeri deneyimlerin pratik olarak devam etmeme olasılığı tamamen bitmesi anlamına gelmiyor. Örneğin EKİN-BİLAR geçen onca yıla rağmen bize yol göstermeye devam eden deneyimlerden. Biz de gelecekte üniversite mücadelesinde güzergâhı tayin eden deneyimlerden bir kısmını daha şimdiden ürettiğimizi söyleyebiliriz. Bunu söylemekten imtina etmemek gerekir. Bu, yaptığımıza yönelik bir güzelleme ya da hamaset değil; yalnızca içinde bulunduğumuz deneyimlerin kısmi de olsa dönüştürücü gücünün ve yansımalarının kıymetini teslim etmek anlamında önemli.
5-6 Ekim’deki “Büyük Buluşma”yı ve sonuçlarını nasıl değerlendirdiniz?
Sibel Perçinel: Öncelikle Resmî Gazete’de ekli listelerde yayımlanan KHK’lılar dışında Resmî Gazete’de yer almayan, kayıt altına alınmamış (“kayıtdışı” olarak isimlendirebileceğimiz) KHK’lıları da düşündüğümüzde sayımızın bir hayli fazla olduğunu söylemek gerekir. Resmî Gazete’de ekli listeler dışında örneğin kapatılan okullarda çalışan öğretmenler, akademisyenler, belediye çalışanları gibi “kayıtdışı” olan, yani resmî olarak kayıt edilmemiş ihraçlar da var. Dolayısıyla Resmî Gazete’de yayımlanan ihraçlar ile kayıtdışı olan ihraç sayısının toplamı neredeyse 250.000’i aşıyor. Bu durumu düşündüğümüzde, bu hem bir yandan güçlü bir olası sesin çıkmasını aklımıza getirebilir ancak bir yandan da diğer ayırıcı dinamikleri de göz önünde bulundurursak, bu kadar farklı olanın bir araya gelmesini de zorlaştıran bir toplam olarak değerlendirilebilir. Bununla birlikte tüm kesimleri içerecek şekilde KHK’lı olma ortak zemininde buluşulması tam olarak becerilemese de kimi çabalar oldu ve olmaya devam ediyor. 5-6 Ekim KHK’lılar Büyük Buluşması da esasında bu çabanın bir sonucu olarak düşünülmesi ve değerlendirilmesi gereken bir buluşmaydı. 5 Ekim öncesi ihraçlarda büyük buluşmaya dair bir heyecan ve umut vardı. Ancak bu buluşma, 4 Ekim günü, yani buluşmaya bir gün kala, Ankara Valiliği tarafından yasaklandı. Çünkü iktidar açısından en tehlikeli olabilecek bir ilişki kuruluyordu: Bu ülkenin muhafazakâr-mütedeyyinleri ve sol, sosyalist muhalifleri bir buluşmada bir araya geliyordu. Bu nedenle böyle bir toplantının engellenmesi devlet mantığı açısından bakıldığında oldukça olağan olarak değerlendirilebilir. Toplantının yasaklanması önce ciddi bir moral bozukluğu yaratsa da platformlar arasındaki hararetli tartışmalar sonrasında her şeye rağmen bir uzlaşının çıkması ve bu sayede yeniden bir toparlanmanın yaşanması önemliydi. Öncelikle Halkların Demokratik Partisi’nin, daha sonra Saadet Partisi, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi ve Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi’nin de bu buluşma için kapılarını KHK’lılar için açması, bazı partiler açısından belli kesimlerde tedirginlik ve katılım açısından soru işareti yaratmış olsa da yine de KHK’lıları hâlâ düşünen ve kabul eden siyasilerin olduğu duygusunu da yaşattı. 5 Ekim'de HDP Genel Merkezi önünde yaşanan polis ablukası ve şiddeti her ne kadar katılımcıları ürkütmüş olsa da verilen mücadele sonucunda toplantının gerçekleştirilmiş olması herkesi ayrıca umutlandırdı. Siyasi iktidarın tüm engellemelerine rağmen sosyal medyada etkileşim halinde olan KHK’lılar buluşmayı gerçekleştirerek yüz yüze geldiler, karşılaştılar ve konuştular. Toplantının tüm yaşanan sorunlara rağmen yapılmış olması ve hatta daha samimi ve sahici bulunması, gelecekte yapılması planlanan her türlü toplantı veya buluşma açısından da bir umut yarattı. 6 Ekim’de somut maddeler içeren sonuç bildirgesinin İnsan Hakları Derneği Genel Merkezi'nde basın toplantısı ile açıklanması bu toplantıya katılanlar açısından ayrı bir heyecan oluşturdu. KHK’lılarda, bu sonuçların bir izdüşümünün olacağına dair gelecek açısından umut ve beklenti oluşmasını sağladı. Burada asıl ve en önemli değerlendirmeyi, bu platformların, ilişki ağlarının daha fazla nasıl büyüyebileceğine, çoğalabileceğine, platformlarda yaşanan sorunların üstesinden gelme, sonuç olarak farklı kesimlerin bir araya gelmesinden oluşan çoğul yüzlerin yüz yüze ilişkiler ve etkileşimler noktasında oluşturacakları çoğulcu deneyimlere ilişkin sorular ve yollar belirledi ve tabii ki belirlemeye devam ediyor.
Sözümüzü 5 Ekim KHK’lılar Sonuç Bildirgesi’nde yazılanların bir kısmından alıntı yaparak çoğaltalım:
“Bizler sistematik olarak daha sonraki kuşaklara da sirayet edecek bir cezalandırmanın söz konusu olduğu bireyleriz. Yurttaşlık haklarımız engellendiği için adeta ‘yurttaşlıktan çıkarılmış bireyler’ olarak yaşamaya çalışıyoruz. Toplanmamız ve konuşmamız istenmiyor, özel bir alana hapsedilmeye zorlanıyoruz. Ama biz KHK’lılar, iktidarın ‘kurum kanaati’ formuyla bizleri ek listelere koyan kamu yöneticilerinin bize biçtiği insanlık dışı rolü oynamayacağız, bu dar kalıplara sığmayacağız. Güzel bir ülkenin kaldıracı olmak için çaba göstereceğiz. Bu nedenle yaşadıklarımızı kimsenin yaşamadığı bir ülke talep ediyoruz.
Bizler kimimiz kadın, kimimiz erkek, kimimiz LGBTİ+, kimimiz Kürt, kimimiz Türk, kimimiz Alevi, kimimiz Sünni, kimimiz siyaseten sağ, kimimiz ise sol yelpazeden, tüm farklılıklarımız ve renklerimiz ile çoğulcu bir topluluğuz. Bizler; hep birlikte barış içinde, demokratik bir ülkede, temel hak ve özgürlüklere dayalı bir hukuk çerçevesinde, birlikte nasıl yaşayabileceğimizi sorgulayan, düşünen ve hayata geçirmeye çalışan insanlarız.”