Kültür Siyasetin Aracı mı?

 

Kültür üzerine yazılanlarda ve eleştiri yazılarında çok uzun yıllardır değişmeyen metinlere nazaran Terry Eagleton’ın Kültür (2019) adlı kitabı yeni bakış açıları açıyor okura. Yazdıkları hemen hemen herkesin ilgisini çekmiş bir yazar, Eagleton. Kitabındaki metinler açısından, hem de yazarın entelektüel kimliği bakımından, bir şeyi fark ediyorsunuz ki, Eagleton karşısında iyi bir okur istiyor. Okurdan, özellikle nitelikli okurdan zihinsel anlamda esneklik talebi doğuyor. Sanırım münferit yazarların da istediği bir şey bu. Yanlış anlaşılmak istemem, söylemeye çalıştığım şey Eagleton gibi bir felsefeci, kültür ve edebiyat kuramcısının kitabını okuyorsanız ve söylediklerini anlamıyorsanız, yüzünüzü asıp masadan kalkma ihtimaliniz var. İşte ben de bu bağlamda, Eagleton’ın kitabını okurken, bu duruma düşmemek için çaba epey sarf ettim. Yapmaya çalıştığım şey o kitaba, kitabın yırtık yerlerin birinden girmekti. Yırtık aramak okur için dayanılmaz bir mücadeledir. Az çaba sarf etmedim, bir yırtık bulup o yırtıktan kitaba girmek için. Girebildim mi, giremedim mi kendi açımdan tartışılır. Ama gene de biraz girmeye çalıştığımı sanıyorum. Sonuçta da bu yazı ortaya çıktı.

Kitabın basılması ile ülkemizdeki savaş siyasetinin varlığı hemen hemen aynı zamansal döneme denk geliyor desek yanlış olmaz herhalde. Bir yandan Barış Pınarı Harekâtı haberleri ile yorulurken bir yandan da elinizde kitap. Üstelik bu kitabın söylediği bir şey var; siyasetin kültürü kendi dinamiği haline getirmesi. Hemen aklımıza şöyle bir soru takılıyor: Neden böyle bir ilişki kültür ve siyaset arasında kuruluyor? Siyaset tek başına kültürü kendi aracı haline getiremez. Bunu yapması için başka şeylere de ihtiyacı vardır. İşte bunu anlatmaya çalışıyor Eagleton kitabının merkezinde. Ben de bu ilişkiyi anlamak için böyle bir yazı yazmaya kalktım. Umarım, iyi kötü bir şeyler anlamışımdır. Ama önce kitabın geneline kısa bir şekilde bakmanın yararı olacağı kanaatindeyim.

Terry Eagleton’ın Kültür adlı kitabı, modern birey için kaçınılmaz sorulardan biri olan “Kültür nedir?” etrafında, sosyolojik bir zaviyeye tabi yazılmış. Kendisi, esasen İngiliz edebiyatı ve kültür kuramcısı olan Eagleton’ın birey merkezliliğin egemenliğinden rahatsız olduğu kesin. Düşünür, aşırı bir narsisizmin hat safhada olduğu şu günlerde kültür kavramının kendisini dogmatik kabuğundan çıkarıp yeniden toplumsal hale getiriyor. Kültürün, gerek toplumsal gerekse de bireysel muhtevasının tüketim toplumundan çıkarılacak ön kabulleri, genelde verili olarak kabul edilir. O yüzden, bu kitap kültür kuramının belirgin donelerini içeren bir kitaptan çok, yerleşik düşünceleri bozuyor.

“Kültür işlevsel açıdan değişken bir kavramdır, bu yüzden bir bağlamda kültürel sayılan şey bir başka bağlamda böyle sayılmayabilir. Bu özellikle kültürü dünyayı döndüren değil de hayatı yaşanabilir kılan şey olarak düşününce geçerlidir. Hediye alıp vermek biz modernler için kültürel pratik sayılabilse de bazı modern öncesi toplumsal düzenlerde ekonomik ihtiyaçlarla ilişkiliydi.”[1]

Çoğul anlamlar ve çoğul ilişkiler sosyal olarak kültür algısının değişimini böyle sağlıyor, demek ki. Aynı zamanda modern toplumda çoğulluk; sanatı, siyaseti, bilimi ve ana akım kavram olan kültürü müphem hale getirir. Eğer kültürü, 18. veya 19. yüzyılın tarihsel gelişimi içinde ele alacaksak, modernlik ve ona ait kavramların tek bir bağlamı olmadığını bilmemiz gerekir. Ama şimdilik böyle bir derdimiz yok. Her bir kavram karşıtını doğurduğu ölçüde var olabilir. Tıpkı tarihsel devrimler ve sınıf ayaklanmalarına neden olan olumsuz koşulların yarattığı karşı devrim kavramları gibi…

Toplumsal olarak müphemlik içeren kültür kavramı, tek bir bağlama oturmayan kavramdır. Modern toplumun varoluşu, kendi kültür dinamiklerini oluşturduğu gibi ardında türlü belirsizlikler de bırakır. Zygmunt Bauman, Modernlik ve Müphemlik adlı kitabında şöyle yazar: “Dostlar ve düşmanlar birbirlerinin karşıtı olarak dururlar. Bunların birincisi ikincisi olmayan, ikincisi de birinci olmayandır.”[2] O zaman, şunu diyebiliriz, Eagleton’ın çoğulluk vurgusu da bu bağlamda, kültürellikle kimlik referansları doğurur. Kültür, çoğullukla beraber referanslarla tartışılmalıdır. Kültürü, tek başına alıp tartışmaya kalkarsanız olduğunuz yerde takılırsınız. İşte Eagleton’ın yaklaşımı burada gündelik hayatın sosyolojisinin dinamiklerine göredir. Zaten söylemek istediği de kültürün çeşitlilik konusunda fikirlerin ya da doksaların bir mutlaklığı ötelediğidir. O halde, önemli olan bu karmaşıklığı açık hale getirmek, anlaşılır hale getirebilmektir. Çünkü kültür kadar eğilip bükülebilen başka bir kavram daha yoktur, tıpkı tanrı kavramı gibi. Deyim yerindeyse Eagleton’ın kitabı içkinliği ve gücü, kemiksel yapılara ve kültürel anlamda sekter yorumculara cevap niteliğinde yazılmış.

***

Aslen, “kültür” kelimesinin Türkçedeki diğer deyimi TDK’ya göre (Ekin), muhtemelen “Ek”-mek filinden türemiştir. Bu kelimenin çeşitli volklara göre anlam ve mana değiştirdiğini söyleyebiliriz. “Aslında ‘kültür’ kelimesinin kökenlerinden biri Latincede işgal etmek ya da yerleşmek anlamına gelen colore fiilidir.”[3] Beri yandan kültürün 18. yüzyıl ve 19. yüzyılın ilk yarısında İngiltere’nin toplumsal yapısıyla beraber “sanayi” kelimesiyle ve Sanayi Devrimi’yle ortaya çıktığını düşünen Eagleton’ın hocası Raymond Williams Kültür ve Toplum’da bu bağlamda şunu yazıyor: “culture [kültür], sözcüğü öncelikle ‘doğal büyümenin yönlendirilmesi’, sonra da- analoji yoluyla- insanın yetiştirilme anlamına geliyor.”[4] Mamafih, kültür kavramının da bu anlamda toplumsal ve dilsel bir fenomen olduğu, insanları sarıp sarmaladığı ve fakat asla tamamlanamadığı gerçeği ile yüz yüze geliyoruz. Dolayısıyla burada tözcü bir yaklaşım sergileyemeyiz. Bir doksa olarak kültürün yorum tarzları gündelik hayattaki insanın elindedir. Eagleton da, kitabının önsözünde kültür kavramının çok yönlü olduğu vurgusunu yaparak, aslında sosyal hayatın içinden konuşuyor ve böylece metin odaklı ideolojik yaklaşımın aksine, yani tarihsel sistematik ve geleneksel çalışmalardan ayrılıyor. Post-modern kültürel kapsayıcılığın aksine, Eagleton’a göre mutlak bireyciliğin, fiilî toplumsal kemikleşmiş yapıların ortodoksluğunu eleştirmek kültürün toplumsal bilinçdışılığına bağlıdır. Kültürün toplumsal bilinçdışılığı Lacan’ın “öteki”sine benzer. Lacan’ın öteki dediği aslında Hegel’in nesnel tin dediği şeyle alakalıdır. Çünkü Hegel’de tin yeniden doğabilmek için ölür, sonra tekrar ortaya çıkar. Var olduğunu farz ettiğimizdir, öteki. Bu bağlamda, “kendisinin farkında olmaması açısından ele alırsak kültür günlük yaşamın görünmez rengi, sıradan varoluşumuzun kanıksanmış dokusudur; bütünüyle somutlaştırılamayacak kadar gözümüze yakın durur. Jacques Lacan’ın ‘Öteki’ dediği budur, yani tüm konuşma ve davranışlarımızın anlam kazandığı bütünlenemeyecek bağlam. Bu bağlam, oluşumumuzda öyle derin etkilidir ki işleyişinden çoğunlukla bihaberizdir.”[5] Kapitalizmin her şeyi meta haline getiren sistemi, kültürü bu anlamda iyi kullanmıştır. Bir başka şey de, sömürgecilikle beraber ayrımcılık veya ırkçılığa karşı çıkmak başta kayıtsız kalmamak sorunu değildir, geriden gelen fikirlerin yarı dağınık bir biçimde aniden çıkıvermesiyle kültür belirir. Toplumsal bilinçdışı olarak kültür işlevini yerine getirir. Birden ortaya çıkıveren davranışlar bizim ayrımcılığa karşı çıkmamızı sağlayabilir. Bu minvale göre, kültür gündelik hayatın çatışkısı ve akışı içinde somutlaştıramayacağımız, bir şekilde varlığını üzerimizde hissettiren düşüncelerin tümden bağlamıdır.

“Siz mültecilere kucak açmak gerektiğine inanırken benim uzaktan ateş edip onların botlarını batırmak gerektiğine inanmam insan çeşitliliğinin ilham verici bir örneği sayılmaz. Farklı bakış açılarına sırf farklı oldukları için değer verilmemelidir. Eğer travestilerin timsahlara atılması gerektiğini düşünenler, görüşlerine şiddetle karşı çıkıldığında kendilerini “istismar edilmiş” (anahtar postmodern terim) hissediyorlarsa, bırakın böyle hissetsinler. Bir fikre sadece birinin fikri diye saygı duyulmamalıdır. Aklınıza gelebilecek neredeyse her türlü çirkin görüş birileri tarafından mutlaka savunuluyordur.”[6]

Yukarıdaki pasajda Eagleton, yatkın olduğu üzere aşırı bireyci otoriter insanları eleştirerek işe başlıyor. O’ndan feyz alarak şöyle yazarsak; salt bir faşistin karşısındaki atı boynundan bağlayıp nehre sokup dayanıklılık testi yapması, bir başka insan için kuşkusuz kötülükten başka bir şey değildir. Ama işte burada kültürü devreye soktuğumuz zaman Eagleton’ın metindeki “farklı bakış açılarına sırf farklı oldukları için değer verilmemelidir” deyimi önem kazanır. At, bir canlı olarak değerli olduğu için şiddet kullanımı tasvip edilemez. Bir faşisti bu davranışı yüzünden eleştirdiğimizde, “aman canım ne olacak hayvan değil mi sonuçta, insan değil ya.!” demesi, faşist bir kültürün karşımıza dikilmesinde yol açar. Ama faşist, bizi düşüncemizden vazgeçiremez, onun bu düşüncesine saygı duymak zorunda değilizdir. Eğer faşistseniz saygı duyarsanız, faşist kültüre sahipsinizdir, o zaman başka. Demek ki, kültür kelimesinin bazı anlarda ne kadar değişkenlik gösterdiği malumdur. Velhasıl, Eagleton’ın kitabının genel görünümün bir kısmı budur. Bruke’den, Herder’e, Witngestein’a, oradan Oscar Wilde’a ve Raymond Williams’a birçok düşünürle hesaplaşan Eagleton’ın diğer radikal tezli kitaplarına alışık olan okurlar için okunması kolay olduğu kadar bir o kadar da zor bir kitap, Kültür.

***

Şimdi, gelelim asıl meseleye, yani kültürün siyasetle ilişkisine. Eagleton’ın, Edmund Burke’den devraldığı bu sorun, tamamen ilişkisel. Burke’e göre siyasal iktidar tüm zihinsel ve kültürel etkinlikleri yönetmek ister. Bunu yaparken de kültürü aracı hale getirir. Eagleton’ın deyimiyle, siyasal iktidar ancak kültüre hassasiyetle yaklaşırsa güçlenebilir. Bu da “halkın ruhunu, mizacını, davranışlarını incelemek ve oluşturduğumuz yasalara uyarlamak demektir” (Burke). Esasen çok tehlikeli bir durumdur, bu. Siyasal iktidarların ve onların bileşenlerinin tekelinde olan yargı gücü, denetleme gücü, baskı gücü, yönetme gücü vesaire hep bunların kültürü dolaylı olarak biçimlendirdiği muhakkaktır.

Bununla beraber bütün özcü düşüncelerle donanmış Türk milliyetçiliği ve siyasal İslâmcıların yegâne düşüncesi “milli ve yerli” ise, söz gelimi, “efenim bizim kültürümüzde evrim yok, bu film bizim aile yapımızla uyuşmuyor, Marksizm bize gelenek ve göreneklerimiz açısından uymuyor, ya da bilime karşı değiliz ama felsefeye karşıyız”, şeklindeki cümleler bize ne söylüyor? Lacancı şekilde ifade edecek olursak bu; objet a. Yani, arzu hem nesnesini hem nedenini oluşturur. Ancak ona sahip olmak mümkün değildir. Çünkü hep daha “fazlasıdır”, istenilen. Bir nesneye veya bir sevince hareket eder, hep daha büyük kazancın peşindedir. Bu arzu asla tatmin edilemez. Hatta denebilirse, siyasal İslâmın kültürel arzusu bunun üzerine kuruludur. Hem Batılı kültürel geleneği alalım ama onu değiştirerek bizim kalıbımıza sokalım hem kültürü önemseyelim ama fazla da abartmayalım çünkü sonuçta ipin ucunu koparmak da var. Kendi kültürümüzün eksikliğini bu şekilde kapatmaya çalışalım. Ne var ki, bir türlü eksikler giderilemez. Yine de siyasal egemen hep daha fazlasını ister. 

Din, burada en büyük etken tabii. Seküler boyutuyla din kültürü iktidarın bir aracı hale gelir. Daha çok zengin dindarlar, bitmek tükenmez biçimde türer. Siyasi iktidar, zengin dindarlardır. O halde burada kültür tam da Eagleton’ın deyimi ile siyasetin elinde koz olur. Bu kozu iyi oynamak zorundadır yoksa yok olur, siyasi iktidar. Böylelikle, “din gibi kültür en muteber değerleri günlük eylemlerle ilişkilendirir. Din gibi kültür temel hakikatlerle, ruhsal derinlikle, doğru davranışla, ebedi ilkelerle ve ortak bir yaşam biçimiyle ilgilenir”.[7] Artık toplumun da, bu yönde, zihinsel şekillenmeler geçirdiği ve davranışsal yönelimler gösterdiği kaçınılmazdır. Böyle olunca da, “iktidar kültüre dönüştürülüp günlük davranışlarımızın dokusuna yedirildikçe, iktidarın bir kenarda beklettiği baskı araçlarından mutlulukla bihaber kalırız; böylece emirlerine kendiliğimizden boyun eğeceğimiz için iktidar bu araçları kullanma ihtiyacı duymaz”.[8] Dolayısıyla her şey kendiliğinden olur, zaten iktidarın da buna ihtiyacı vardır. Hannah Arendt’ten öğrendiğimize göre, devlet kendisi gibi düşünmeyen hiç kimseyi barındırmaz. Kendi kurumlarında var etmez, çalıştırmaz ve onu yok sayar. Amacı herkesi aynılaştırmaktır. Üniformayı herkes giymek zorundadır, giymeyen ötelenir. O zaman herkes aynı kültür altında toplanmalıdır. Aynı kültürel değerlere sahip olmalıdır. Yani herkes bir dilde buluşmalıdır. Bu nasyonal sosyalizmin totaliterizminin dilinin bir yüzüdür. Totaliter dil de bir açıdan böyle oluşur. Führer, şunu diyordu: “İnsan hakları diye bir şey yok, Alman Halklarının hakları var” (vurgu bana ait). Bu dilin içinde, “Nazi dönemindeki Alman halkı Führerlerine aşırı bir sevgi ve güven besler”, anlamı var. Çünkü Nazi iktidarı, halkını korkutmuyor, onları refah içerisinde yaşatmaya çalışıyordu. Oysa arka tarafta saklı duran gaz odalarıyla beraber bir adabımuaşeret vardı. Eagleton’ın, Burkeçu anlamda kültürü incelemesi de bu adabımuaşeret dili üzerine yoğunlaşıyor sanki. Siyasi olarak Burke, iktidarı kültüre dönüştürme düşüncesinden bahsederken adabımuaşereti dilini merkeze koyuyor. Eagleton da, bunun tamamen bir iktidarın, sözleşme, yasallık, otorite matrisi olduğunu söylüyor. Ve buna da, Burkeçu anlamda “Kültür iktidarın yerleşip kök saldığı tortudur,” diyor. Hemen burada Burke’ün sözlerine kulak verelim:

“Adabımuaşeret yasalardan: Yasa büyük ölçüde görgü kurallarına dayanır… Adabımuaşeret içimize çektiğimiz hava gibi sürekli, sabit, yeknesak, gizli bir hareketle bizi kızdırır ya da yatıştırır, yozlaştırır ya da saflaştırır, yüceltir, barbarlaştırır ya da zarifleştirir. Adabımuaşeret yaşamımıza biçim ve renk katar.”[9]

Bu bağlamda, adabımuaşeretin yalnızca nezaket, kibarlık kurallarından değil, erkeklerle kadınların yaşamlarında esas olarak bulunduğunu ve gerilerden gelen kalıplaşmış gelenek ve göreneklerin dilinin inançları şekillendirdiğini söylüyor, Burke. Gene Nazi döneminden örnek verecek olursak, Hitler sanatı istediği gibi görmek isterken, bir yandan da ari ırk kavramı üzerine inşa edilmesi gereken sanatı savunuyordu. Sonuçta Nazi estetiği de böyle gelişti. Yani Hitler’in ressamları resimlerinde hep “sarışın kız, sarışın erkek” imgesini çizdiler. Eagleton’ın kitapta Burke’ün estetikçiliğini es geçmemesi, Nazi estetiği açısından düşündüğümüzde, ilginç bir ilişkisellik taşır. Düşünür, Burke’ün bir halkın saadetini kazanmak için siyasal iktidarın da benzer bir şekilde estetikleştirilmesi, tatmin edici ve keyif verici bir hale bürünmesi gerektiği fikrine dikkat çekiyor. Bu estetikleştirme mottosu, faşizmin siyasetinin estetikleştirilmesidir. Bunu da Nazizm’in propagandasını yapan Leni Riefenstahl’ın İradenin Zaferi (1935) isimli filmde görürüz. Bu film bir ölçüde Nazi Almanya’sının ırkçı ideolojisini gizlemiş ama öte taraftan halka sevgi ve yücelikle ari ırk olmayı yüceleştirmiştir. Ve bunu başarmıştır da. Buna benzer faşizmi estetikleştirmeler de hemen hemen aynı propaganda çizgisi taşır. 20. yüzyılda resim, sinema, radyo kültürün dil araçları olduğu için kullanılmaya müsaitlerdi. Günümüzde bu araçlar genişleyerek artmıştır, özellikle sosyal medya ile bir hayli artmıştır. İşte, siyasi iktidar bu tür dil araçlarını kendi kültürünü dinamik tutma anlamında kullanır. Kullanamaz ise, Eagleton’ın deyimiyle “otorite insanlarda sevgiden çok korku uyandıracaktır”. Kamusal anlamda, insan karmakarışık ruh yapısına sahiptir. Bu yüzden, karmaşık ruh hallerini kendilerine göre düzenleyen iktidarlar vardır, olacaktır da. Tüm bu yazdıklarımız şu alıntıda birleşiyor: “Kültür otoritenizi yumuşatıp tahammül edilebilir kılıyorsa, sizin için vazgeçilmez bir siyasi iktidar aracı demektir.”[10]

O halde, kültürün bu siyasi işlevini iyi okumak gerekir. Burkeçu kültür anlayışı devletler ve politikalarının meşrulaştırdığı savaş politikalarında hissedilir. Çünkü ona göre, (Eagleton’ın anlattıklarıyla da anladığımız şekilde) her iktidar şaklabanlıklara başvurarak milliyetçiliğini var eder. Dolayısıyla herhangi bir nosyona veya temele dayanmayan soyut doğasının farkında olan iktidar, yönettiği insanları da ikna etmeye çalışır. Yukarıda değindiğimiz şekliyle kültürel estetiğin burada büyük etkisi vardır. Parlamentonun gösterilişi, sarayın lüks yapısı, dinin kutsallığının yüceltilmesi kilit estetik değer taşır. Eagleton, Burke’ün kültür projesinin tamamının imparatorun çıplak olduğu iddiasını çürütmek üzere olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Ama meselenin başka bir boyutu daha vardır. Burke’e göre kültür bir iktidar aracı işlevi görebilir ama aynı zamanda iktidara kafa tutulacak bir alandır. Toplumsal yapının çimentosu olduğu kadar bu betondaki potansiyel bir çatlaktır. Kültür bir anlamda siyasetin karşısında durur.”[11] Bizim için önemli olan ve Eagleton’ın dikkat çektiği yer burasıdır: kültürü siyasetin karşısına koymak, siyasetin gücünü kültürün sekteye uğratması. Bunun olması için bir eleştiri yöntemine ihtiyacımız var.

“Kültür siyasetin karşıtı olarak -at ticareti ve seçim hilelerinden daha yüksek, daha saf bir nokta- görme fikri Kulturkritik[12]* diye adlandırılan çizgiye aittir; buna göre ruhun yaşamını bayağı faydacılıkla kirletmemek gerekir. Kulturkritik kültürü siyasetten koparırken günümüzün kültür siyaseti de bu olguları birbirine indirgeme tehlikesiyle karşı karşıyadır.”[13]

Ne yapacağız, o halde? Kültürü, siyasal iktidarların çürümüş politikalarına mı bırakacağız?  Yoksa kullandıkları dili tersine çevirip estetikle beraber tekrar kültürü bir direniş noktası haline mi getireceğiz? Aslında bu sorduğumuz sorular, günümüze has içkin savaş siyasetini bozmak için iyi kötü bir çıkış yolu önümüze serebilir. Sömürgeciliği, soykırımı, uygarlığı yanından eksik etmeyen, barbarlığı kendisine güç olarak gören halkların da kültürü var, ama bizim de edebiyatımız var, sanatımız var, -hoş, her ne kadar sanatın bir ayağı topallasa da-  hem, Eagleton’ın deyimiyle “biz daha havalıyız” -savaşa karşı, barış kültürü-. Kültür biçimlerinin, uygarlığın eleştirisi olarak mutlak duran momentlere karşın, farklı entelektüel yönsemeler kültürü eleştirel olarak siyasetin karşısına çıkarabilir. Fakat toplumsal varoluşumuzun kültür için eleştirel bir ütopyacılığı getirmesi şart. Hem bu ütopyacılık geçmişten de beslenmelidir. Çünkü siyasal İslâmın seçkinci kültürüne karşı değişim olasılığını unutmadan, kökten, yeni bir politik dil inşa etmek gerekir, belki de en azından bu anlattıklarımıza göre. Kültür siyasetin yerini sallamanın en iyi aracıdır. Bu araca iyi sarılmak, yapılacak şeylerin başında gelir.



[1]  Eagleton, s. 54.

[2] Zygmunt Bauman, s. 80.

[3] Eagleton, s. 115.

[4] Raymond Williams, s. 25.

[5] Kültür, s. 52.

[6] Kültür, s. 40.

[7]  Kültür, s. 121.

[8] Kültür, s. 64.

[9] Isaac Kramnic (yay. haz), The Portable Burke, Penguin, Harmondsworth, 1999, s. 520. Erişim: Terry Eagleton, Kültür, çev. Berrak Göçer, Can Yayınları, İstanbul, 2019.

[10]  Kültür, s. 67.

[11]  Kültür, s. 69.

[12]  *(Alm) Kültür eleştirmeni veya eleştirisi (kitabın çevirmeninin notu).

[13]  Kültür, s. 70.