Yoksulluk ve eşitsizlik çalışanların sık sık karşılaştığı, bazen cevap vermekte ve karşıdakini ikna etmekte en çok zorlandığı tavır, yoksulluğu bireyselleştiren, daha net bir anlatımla yoksulluğu o kişinin beceriksizliğinin, bazen de basiretsizliğinin bir sonucu olarak gören tavırlardır. Pek yaygın olan bu tavırlar gündelik yaşamda çok farklı şekillerde karşımıza çıkar. Kimi zaman “hani yoksulluk vardı, baksana alışveriş merkezleri dolu?” ya da “kriz varsa bu kadar arabayı kim alıyor?” tarzı nesnesi tam da belli olmayan ifadelerde kendini gösteren bu tavır kimi zaman da “adam hani yoksuldu, baksana cebinde kaç bin liralık cep telefonu var” tarzı ifadelerle doğrudan kişilere yönelebilir. Burada açıkça söylenen, cep telefonuna sahip olduğu için söz konusu kişinin yoksul sayılmaması gerektiğidir. Ama daha derinde, o kişinin belki de çocuğunun temel ihtiyaçlarını karşılamak yerine elindeki parasını telefona harcadığı, dolayısıyla akılcı davranmadığı iması vardır bu söylenenlerde. Daha da derinde, yoksulluğun o kişinin yanlış tercihlerinin bir sonucu olduğu, kendi bencilliğinden kaynaklandığı, dolayısıyla da başına gelenleri hak ettiği görüşü gizlidir söylenenlerde.
Bu tavırlarla baş edebilmenin esas zorluğu, bunda minik de olsa bir doğruluk payı olmasında yatar. Yoksulluğun her zaman mutlaka bireysel diyebileceğimiz bir boyutu vardır; geçmişte farklı zamanlarda farklı tercihler yapılmış olsaydı durum, bugün elbette çok farklı olabilirdi. Bu sadece yoksullar için değil, istisnasız herkes için geçerlidir. Ama bu tavrın yoksullara yönelen biçimi, ister istemez bir aşağılamayı ve ardından gelen suçlamayı da beraberinde getirir.
Yoksul olmak, mutlak açlıktan ya da bizde çok örneğini görmüyor olsak da sokakta yaşıyor olmaktan farklı bir durumdur. En temel tanımıyla yoksulluk, kişinin temel ihtiyaçlarını karşılayacak kaynaklardan yoksun olmasıdır. Burada sorun, temel ihtiyaçların nasıl tanımlanacağıdır elbette. Temel ihtiyaçların ne olduğunun evrensel, her zaman ve her koşul için geçerli bir tanımı olması mümkün değildir. En makul tanım, söz konusu ürün ya da hizmetin toplumun çoğunluğu için erişilebilir olmasıdır. Cep telefonu örneğine dönersek, sorun birilerinin cep telefonunu temel ihtiyaç görüp görmemesi değil, toplumun önemli bir kesiminin buna sahip olup olmamasıdır. Hemen belirtmekte de yarar var cep telefonu günümüz Türkiye’sinde gelir grupları arasında en eşit dağılmış tüketim mallarından biridir. 2016 hanehalkı bütçe anketi verilerine göre hanelerin %97,1’inde cep telefonu vardır. Dahası bu rakam, %10’luk gelir dilimleri arasında %93 ile %99 arasında değişmektedir. İki ve daha fazla cep telefonuna sahip haneler oranı toplamda % 80,7 iken, en düşük gelirli % 10’luk dilimde %70 olan bu oran, en üst dilimde %84’e çıkmaktadır. Günümüzde cep telefonu, örneğin buzdolabı kadar temel ihtiyaç durumundadır toplumun tümü için. Cep telefonu sahipliği, sınıfsal bir gösterge olmaktan çoktan çıkmıştır Türkiye toplumunda.
Dolayısıyla toplumun büyük çoğunluğunun sahip olduğu ve daha da önemlisi gelir grupları arasındaki dağılımı diğer tüketim mallarına göre çok az farklılaşma gösteren bir ürün üzerinden sınıfsal sayılabilecek bir çıkarsama yapmak mümkün değil. Amiyane tabiri ile yoksulluğa dair ahkâm kesmek isteyenlere cep telefonu meselesinden bir ekmek çıkmaz. Daha da ileri gitmekte bir sakınca yok, sadece cep telefonu değil, başka herhangi bir ürün üzerinden giderek de yoksulluğa dair bir çıkarımda bulunmak pek de doğru bir tavır değil. Çünkü yoksulluğu, herhangi bir ürüne sahip olup olmamakla değil de, bu ürüne sahip olmak için ödenen bedelle ya da daha doğru anlatımla bu ürüne sahip olmak için vazgeçilen diğer şeylerle anlamak gerek belki de.
Cep telefonu özelinde konuşursak, cep telefonu sahipliğinin gelir grupları arasında önemli bir farklılaşma gösterip göstermemesi de değil mesele. Karşı çıktığım, yoksulluğu herhangi bir ürüne sahip olup olmamakla ölçmenin yanlış olduğu. Bunun yerine yoksulluğu insanların nelere sahip olduklarındansa, o şeylere sahip olmak için nelerden vazgeçtikleri ile anlamaya çalışmak belki daha anlamlı. Çünkü yoksulluk, günlük yaşamın her alanında, her ânında zorlu, amansız tercihler yapmak, bir şeylere sahip olabilmek için toplumun diğer kesimlerinin ödemediği bedelleri ödemek, onların vazgeçmek zorunda kalmadığı şeylerden vazgeçmek zorunda kalmak demektir. Cep telefonunu yoksullar için temel bir ihtiyaç olarak değil de lüks olarak görenler, çok büyük ihtimalle o cep telefonuna sahip olmak için yoksul kesimin ödediği bedelleri ödememiş, onların vazgeçmek zorunda kaldığı şeylerden vazgeçmek zorunda kalmamıştır.
Yoksullar toplumun diğer kesimleri gibi toplum için sıradan sayılan eylemleri yapabilmek, edinmesi normal olan ürünleri tüketebilmek için, bitmez tükenmez bir mücadele içindedir. Yoksullar da bir şekilde rahatlamaya, dinlenmeye ve eğlenmeye ihtiyaç duyarlar. Mesele yoksul kesimlerin bunu yapıp yapmaması değil, toplumun diğer kesimleri yaptığında doğal görünen bu şeyleri yapmak için, toplumun diğer kesimlerinden daha yüksek bir bedel ödemek zorunda kalmaları, onların yapmadıkları fedakarlıkları yapmak zorunda kalmalarıdır. Buradaki temel etmen, insanların paralarını nasıl harcadıklarındansa, sıradan bir insanca hayatı yaşamak için nelerden vazgeçmek zorunda kaldıklarıdır. Yoksulluğu, insanların neleri satın aldıkları ile değil de orta sınıfın kanıksadığı, kendinde doğal bir hak gördüğü ürünleri tüketmek için nelerden vazgeçmek zorunda kaldıkları ile anlamak daha doğru bir yol olabilir.
Kendine doğal bir hak gördüğü bir tüketim malını yoksul kesim için lüks olarak gören ve dahası buna sahip olduğu için onları suçlayan tavır, “o kadar iş var, millet iş beğenmiyor” diyen tavırla aynıdır. Her ikisinde de aynı üstten bakış, aynı küçümseme ve onulmaz bir kibir söz konusu. Bu aynı zamanda -başta söylediğimi tekrar edeyim- yoksulluğu kişisel bir sorun olarak gören katıksız bir orta sınıf vurdumduymazlığı. Bu tavır bir yandan, hep doğru tercihleri yaptığına ve bunun için de yoksul olmadığına inandığı için kendini yüceltmeye, diğer yandan da basiretsiz davrandığına inandığı için yoksulları küçümsemeye, giderek de onlara duyulan bir nefrete götürebiliyor. Sonuçta yoksulların, yoksul oldukları için azarlandığı bir durum ile karşı karşıya kalıyoruz.
Bunun en son örneklerinden birini 2019 Kasım ayında ilk olarak İstanbul Fatih’te dört kardeşin siyanür içerek intihar etmeleri ile başlayan olaylarda gördük. Bu olayların hemen ardından sosyal medyada bir dönem kendilerinin de yoksul olduğunu, ama zamanla yılmadıkları ve doğru tercihleri yaptıkları için bugün o durumdan kurtuldıklarını anlatan onlarca, yüzlerce hikâye öne sürüldü. Hikâyeler sadece kendi başarı öykülerini anlatmakla ve kendilerini yüceltmekle kalmadı, bunu yapamadıkları için kendilerinin -ve kardeşlerinin ve çocuklarının- canlarına kıyanlara duyulan amansız bir öfkeye, kızgınlığa vardı. Orada da kalmadı, “madem bakamayacaktın neden yaptın o çocukları?” saçmalığına, hatta nefretine varan bir öfke patlaması yaşandı bazı kesimlerde yoksullara karşı.
Yoksulları kendilerinin olduğu kadar basiretli, akılcı davranmamakla suçlamak, ardından nefret kusmak, tam bir orta sınıf umursamazlığı. Oysa yoksulluk tam olarak da budur: bir eylemde bulunur ya da malı alırken, toplumun diğer kesimlerinin yapmadığı fedakarlıkları yapmak zorunda kalmak, bu seçimlerin ağırlığı altında ezilirken bazan orta sınıflara akıldışı gelebilecek tercihlerde bulunmaktır. Yoksulluk bazen çok güçlü olmaktır, bazen de güçsüz olmaktır. Kişinin yaptığı, yapmak zorunda kaldığı amansız tercihlerden dolayı bazen saçmalamaktır. Toplumda hiç kimse, toplumun çok büyük kesiminin sahip olduğu, dahası edinirken “ben ne yapıyorum?” diye sormak zorunda kalmadığı bir malı almakla, belki de çocuğunun temel ihtiyaçları arasında bir seçim yapmak zorunda kalmamalıdır. Böyle bir amansız tercihle başbaşa kalan insanın, orta sınıf gözlüğü ile bakıldığında “saçmalamaya” yerden göğe de hakkı vardır.
İşte yoksullara önce hafif bir azarlama ile başlayan ve ardından kaçınılmaz olarak öfkeye ve giderek de nefrete varan bu tavrın ardında yatan da, yoksulluğa yol açanın bireysel etmenler olduğuna dair yanlış inanç. Yoksulluk bireyin kendi kusuru olarak görüldüğünde, çıkış yolu da kendinden ortaya çıkar -ne yap et, çabala, sağlam dur, yılma, gerekli becerileri bul, edin ve kurtul yoksulluğundan. Bu derde sen kendin düştün, kurtulmak da senin elinde... Evet yakın dönem Türkiye tarihinde yoksulluktan kaçışa dair çok sayıda başarı öyküsü var, bir bölümü Nöbetleşe Yoksulluk’ta (İletişim Yayınları, 2001) anlatılan. Vurgulamak gerek ki, bu öyküler bireysel öyküler değil; daha büyük bir grup ile kimi zaman dayanışma, kimi zaman rekabet içinde gerçekleştirilen toplu firar öyküleri. Ama yoksulluktan bu tür toplu kaçışlar 90’larda kaldı. 2000’ler Türkiye’sinde bu tür bir toplu kaçışa imkân yok. Günümüz yoksulluğu artık farklı bir yoksulluk.
Yoksulun, yoksul olduğu için azar yediği, yoksulluğundan kurtulamadığı için öfke ile karşılandığı bu durum sadece bunu söyleyenlere değil, aynı zamanda yoksulluk ile uğraşması, bu konuda bir şeyler yapması gerekenlere de büyük bir rahatlama getiriyor. Yoksulu azarlayan bu dil, bu dili kullananlara kendi kibirleri içinde yaşamalarını sağlayan duygusal bir zırh veriyor öncelikle. Yoksulluğu kişinin kendi başarısızlığının sonucu olarak gören bu zırha büründüğünüzde, sadece kendinizi yüceltmekle kalmıyor, aynı zamanda herhangi bir eylemde bulunmak yükünden kurtulduğunuz gibi, eylemde bulunmamanın vereceği vicdani ağırlıktan da muaf tutmuş oluyorsunuz kendinizi. Sonuçta kişinin gözlemlemek zahmetine bile katlanmadığı yoksulluk/eşitsizlik olgusu, neredeyse eşyanın doğası tarzı bir meşruiyet kazanıyor; konuşulamaz, üzerinde düşünülemez ve de elbette değiştirilemez bir sis perdesinin ardında kalıyor. Ve bu da günümüz Türkiye’sinin belki de en temel sorunlarından biri olan empati yoksunluğuna katkıda bulunuyor, konuyu birçok başka şeyde olduğu gibi siyasetin -değiştirilebilir olanın değiştirilme yöntemi- dışına taşıyor.