Son bir aydır Türkiye’nin muhtelif yerlerinde en büyüğü 6,8 olmak üzere 4,0 şiddetinin üzerinde meydana gelen onlarca depremin ardından ana gündem maddesi, bu krizin iktidar partisine zarar vermeden nasıl atlatılacağı. Depreme karşı alınması gereken (aslında şimdiye kadar çoktan alınmış olması gereken) önlemler veya halihazırda depremden maddi manevi zarar görmüş insanların ihtiyaçlarının karşılanması, bunlar ikincil bir önem arz ediyor. Öncelikli sorumuz depremin politik olup olmadığı. “Deprem neden politiktir?” sorusuna vergilerden önce verilmesi gereken çok daha basit ve temel bir yanıt var aslında: Yaşama hakkı. Uluslararası sözleşmelerce tanınan bu hak (uluslararası sözleşmelerce tanınmıyor olsa varlığımız zaten bu hak için yeter koşul değilmişçesine), kimsenin yaşama hakkından kasten yoksun bırakılamayacağının yanı sıra yasaların insanları doğal olmayan ölümlere karşı korumasını ve hayatı tehlikede olan insanların korunmasını, kısacası yaşamın sürdürülmesini güvence altına alıyor. Depremin bir hak olarak yaşamı tehdit ettiği ve depremin değil, binaların öldürdüğü, dolayısıyla bu ölümlerin doğal ölüm sayılamayacağı düşünülecek olursa bu hakkın garantörü durumundaki devletin insanları bu tehdide karşı koruması zorunlu hale geliyor. Ancak bu tanım Türkiye devletiyle pek de uyum içinde değil. Devletin kendisi yaşama hakkı, hele de insanca yaşama hakkı karşısında bir garantörden ziyade başlı başına bir tehdit oluşturuyor.
Depremi politikanın kalbine yerleştiren bir diğer etmen, 1999 depremlerinin ardından bir defaya mahsus olarak getirilen ancak vatandaş tarafından tam yirmi yıldır ödenen deprem vergisi. Aslında deprem, vergi getirilmek suretiyle devlet tarafından çoktan ekonomikleştirilmiş ve dolayısıyla da politikleştirilmiş ancak şimdi sorulan “Deprem vergileri nerede?” sorusu yalnız iktidar cenahı tarafından değil, muhalefet ve sivil toplum kuruluşları tarafından da depremi politikaya alet etmek olarak değerlendiriliyor. Depremi politikaya aslı alet etmesi gereken, işi kelimenin tam manasıyla “politika yapmak” olan kişilerse aksine depremi ilk andan itibaren dinselleştiriyor. Cumhurbaşkanı vatandaşların deprem karşısındaki teslimiyetinden övgüyle söz ederken toplumu teskin etmesi için derhal Diyanet İşleri Başkanı’na başvuruluyor. Evet, “depremde ölenler hükmen şehittir”. O halde gönül rahatlığıyla ölebiliriz.
Devlet esas görevi olan politikayı yapmadığı gibi diğer görevlerini de yardım kisvesiyle sunuyor ve bunu kahramanlığa dönüştürmekten de kaçınmıyor. Zaten yapmak zorunda olduklarını, babacanlığının ve yüce gönüllülüğünün bir eseriymişçesine takdim ediyor. Kemal Can’ın belirttiği gibi, deprem bölgesinde basın toplantısı yapan bakanların her birinin “Cumhurbaşkanımızın talimatıyla buradayız,” düsturuyla konuşmaya başlaması, dikkatlerimizi depremin yıldızına çekme amacı taşıyor. Yazılı ve görsel medyada izlediğimizse, yine Kemal Can’ın ifadesiyle, “felaketin kendisi değil, felakete yapılan müdahalenin ne kadar müthiş olduğu”. Bu nedenle, depremden canlarını kurtarmış olsalar da bir sevdiklerini, olmadı bir tanıdıklarını, hiçbiri değilse bile hemşehrilerini, eşyaya sinmiş tüm anılarıyla birlikte yuvalarını yitirmiş insanlara, -10 derecede, barınacak bir çadır, üstlerine örtecek bir battaniye buldukları için mutlu olup olmadıklarını soran ve sorusunun ısrarıyla, mutlu olmaları gerektiğini ima eden zihniyet, iktidarınkiyle müthiş bir uyum içinde. Çünkü devletin verdiği her bir şey ihsan niteliğinde ve ihsanda bulunulanların buna minnetle karşılık vermesi bekleniyor.
Depremin yıldızı Cumhurbaşkanı olsa da başka “kahramanlar” da yok değil. Bunlar arasından ikisi bilhassa dikkat çekici: Enkaz altından iki kişiyi kurtaran “Suriyeli” Mahmut ve yine enkaz altındakilerle “Kürtçe” iletişim kuran Emine Kuştepe. Dikkat ederseniz, tırnak içindeki bu iki ifade sair zamanlarda, nitelediği insanların toplumdan dışlanması için kendi başına bir gerekçe oluşturuyor. Ancak deprem vasıtasıyla “istenmeyen misafir” bir anda kahramana dönüştürülüyor; İSMEK’in Kürtçe kursu açmasına tepki gösterenler, Kürtçesiyle enkaz altındakilerin kurtulmasını sağlayan genç kadını yere göğe sığdıramıyor. Türk, Kürt ve Suriyelinin felaket ânında aynı amaç etrafında birleşmesinin adına hemen “kardeşlik” teşhisi konuluyor. “Biz”i bölmeye, kutuplaştırmaya çalışanlara karşı birlik mesajları veriliyor. Ancak ilginç olan, bu mesajların gerçekte kutuplaşmayı yaratanlar tarafından verilmesi. Mesajın sorunu, kimin “biz”den olup kimin olmadığını belirleme yetkisinin kendisinde olduğunu vurgulamasında yatıyor. Ve bu mesajlar da “biz”den olmayan “onlar”ın da aslında “bizim” gibi insan olduklarını ima ediyor ve “ötekileri hümanize ederek” toplumsal hiyerarşiyi yeniden üretiyor. İçerir gibi görünürken aslında bir kez daha dışlıyor.
*
Günlerdir süren aramalara rağmen deprem vergisinin hâlâ izine rastlanmadı. Kimse nerede olduğunu bilmiyor. Baktığımızda Türkiye Devleti özelleştirmeler bakımından neoliberal devlet, vergiler bakımındansa sosyal devlet özelliklerini bir arada gösteriyor. Sosyal devlet denince akla ilk gelen şey, hak ve sorumluluklar. Bu devlet modeli vergilere dayandığından devlet için vergi almak bir hakka, vatandaşın temel hizmetlerini karşılamak ise bir ödeve dönüşüyor. Ancak Türkiye Devleti vatandaştan vergi alma hakkını sonuna kadar kullanırken bunun karşılığında yerine getirmesi gereken sorumluluklardan fersah fersah kaçıyor. Cumhurbaşkanı deprem vergilerinin nereye gittiğini açıklamaya vakitlerinin olmadığını söylerken, enerji bakanı “Her şeyi devletten beklememek lazım,” açıklamasını yaparken neoliberal devlete işaret ediyor. Yani şöyle diyebiliriz: Devlet alırken sosyal, verirken neoliberal devlet tavrı takınıyor. Üstelik halk kanadında da bunun karşılığını görmek mümkün. “Devlet hangi birine yetişsin!” şeklinde halden anlar bir tavrın hakim olduğu bir kesimin varlığından söz edebiliriz. Ancak akla hemen şu soru geliyor: Devletin vergi alırken en küçük tüketim ürününe, yurdun en ücra köşesine, toplumun en alt gelir grubuna kadar uzanan eli “vermeye” gelince nasıl oluyor da bir anda kötürüm kesiliyor? Üstelik Kanal İstanbul gibi bir mega projeyi hayata geçirme arifesinde olan bir hükûmetin kadrinden nasıl sual olunuyor?
Burada elbette toplumsal sınıflar arasındaki gelir uçurumunu da göz ardı etmemek gerek. Devletin elini taşın altına koyması, yeni yüklü vergiler demek. Çünkü herkes, halihazırda ödenmiş olan deprem vergilerinin birilerinin sermayesine ya da maaşına katık olduğunun farkında. Bir şey yapılacaksa bu ödenmiş vergilerle değil, yenileriyle yapılacak. Bu durumda halkın, zaten güvenli evlerde oturan ya da konut güvenliğini kendisi için sağlayabilecek refah düzeyinde olan kesiminin, bu güvenliğin sağlanması için devletin varlığına muhtaç olan kesim için harcamada bulunmaya gönüllü olmasını beklemek, iyimser bir beklentiden öteye geçmez. Bu nedenle güvenli konut sorununa devlet müdahalesiyle çözüm getirilmesi, herkesi kapsayan toplumsal bir talebe dönüşmekten uzak.
Ama ne olursa olsun “birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımızın olduğu bu zor günlerde”, yine milli duygular etrafında birleşiyoruz. Bilim insanlarının yaptıkları uyarılara rağmen bu afete hazırlıksız yakalanmasının, müstakbel afetler için de hiçbir hazırlığa girişmeye yanaşmamasının ve bu iş için toplanan vergilerin izine rastlanmamasının hükümeti yıpratması şöyle dursun; hükümet, bu krizden milli birlik ve beraberliği bir kez daha tesis ederek iktidarını pekiştirici bir güç devşiriyor. Diğerlerinden olduğu gibi bu krizden de zarar görmemesi ve her krizden olduğu gibi yine milliyetçi duyguları harekete geçirmesiyle iktidar partisi, popülizmin bir kez daha hakkını veriyor. Haliyle “kamuoyunda algının çok iyi” olmasından da son derece memnun.
İktidar, algının bu denli iyi olmasını ise aslında sivil toplum kuruluşlarına borçlu. Başta Kızılay olmak üzere sayısız sivil toplum kuruluşu ilk andan itibaren deprem bölgesinde aktif rol oynadı, oynamaya da devam ediyor. Ancak sivil toplum kuruluşu denen şey, gücünü halktan alıyor. Bu demek oluyor ki halkın imdadına koşan yine halktan başkası değil. Kızılay’ın başkanının depremden hemen sonra “Gün dayanışma günü,” diyerek halktan bağışta bulunmasını istemesinde şaşırtıcı bir yan yok aslında. Sorun, tam da sivil toplum kuruluşlarından başka türlü bir yaklaşım uman bakışta. Bugün bildiğimiz anlamıyla sivil toplum kuruluşlarının tarihi neoliberalizmle özdeş. Devletlerin kamu hizmetlerinden elini eteğini çekmesinde STK’lar hayati bir rol oynuyor. Devlet, özel sektör ve sivil toplum şeklinde bir sacayağının üzerine kurulu olan neoliberal düzende STK’lar, devleti eleştirmek ya da sorumluluklarını yerine getirmeyen devleti göreve çağırmak şöyle dursun, devletin sosyal hizmetlerden çekilmesiyle geride kalan boşluğu doldurarak devletin açıklarını kapatıyor. Böylece kamu bütçesinin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kullanılmasının önü açılmış oluyor. Bu durum, bütçenin neden depreme karşı önlemler için değil de Kanal İstanbul için harcandığını bize açıklıyor. STK’lar, sistemin ürettiği ve makro ölçekli çözümler gerektiren sorunlarla ilgilenmek yerine, hatta tam da bunların üstünü örtmek için yerel ve küçük çaplı çözümlerle günü kurtarmanın derdinde. Özetle STK’lar her ne kadar insani bir görünüm sunuyor olsalar da özünde neoliberalizme meşruiyet kazandırmak gibi birincil bir hedefe sahipler. Ve devletin sosyal hizmetler noktasındaki işlevsizliğini ustalıkla gizleyen bir sis perdesi işlevi görüyorlar.
Üstelik STK’ların temel özelliği gönüllülük esasına dayanmak olsa da kâr-zarar hesapları yapan devlet gibi STK’lar da şirketleşmiş durumda. Devlet, halkın ortak yararından; STK’lar da gönüllülük esasından kopmuş halde. Gönüllülerin yerini gittikçe genişleyen bir profesyonel kadro alıyor. Profesyonelleşme ise yönetim giderlerinin artması demek. Bunun en taze örneğini Kızılay’ın yöneticilerinin aldıkları ortaya çıkan “dudak uçuklatıcı” maaşlarda gördük. Kızılay köklü bir geçmişe sahip olsa da onu bugün neoliberalizmle hayata geçmiş olan STK’lardan ayıran herhangi bir fark söz konusu değil. Son dört yılda Kızılay yöneticilerinin maaşlarında yüzde 461 oranında bir artış yaşandığı görülüyor. Bu, toplumun yaptığı yardımların büyük bir kısmının nereye gittiğini bize gösteriyor. Zaten araştırmalar, yapılan yardımların en fazla yüzde 10’u ila 20’sinin ihtiyaç sahiplerine ulaştığını doğruluyor.[1]
*
İktidar partisi milliyetçi duygularla saflarını pekiştiredursun, bu deprem, yarattığı yıkım açısından kıyas kabul etmese de siyasi etki bakımından 1999 depremleriyle benzer kodlar taşıyor. Süregelen ekonomik kriz, iktidar tarafından yapılan tüm müdahalelere rağmen derinleşmeyi sürdürüyor. Zaten yapılan müdahalelerin krizi ortadan kaldırmaya değil, görünmez kılmaya yönelik olduğunu söylemek gerek. Sermaye ise huzursuzluğunu artık kapalı kapılar ardından vitrine taşımış durumda. Bunun en son örneğini, “bu zamana kadar görüp görebileceğimiz en büyük krizi” yaşadığımızı söyleyen Abdullah Kiğılı’nın açıklamalarında bulabiliriz.
Türkiye’ye neoliberalizmi getiren Turgut Özal’ın da, neoliberal politikaların derinleşmesini sağlayan Recep Tayyip Erdoğan’ın da iktidara gelişinin ardında darbe ve deprem olmak üzere bir kriz ve bu krizi fırsata çeviren sermayeyi bulmak mümkün. Elbette tüm bunlar tesadüfle açıklanamaz. Naomi Klein, kimi zaman çevresel bir felaketten doğmuş kimi zaman da askerî veya politik olarak kasten üretilmiş bir “şok” ânından yararlanılarak pek çok ülkeye neoliberal ekonomi politikalarının kabul ettirildiğini söyler. Klein’a göre, kapitalizm yol almak için felaketlere gereksinim duyar çünkü halk ancak yaşanan kriz ve felaketlerin şokundayken tekrar düzeni sağlayacağına inandığı yapısal reformları kabul etmeye psikolojik olarak hazır olur; o nedenle Klein bu taktiğe “şok tedavisi/terapisi” adını verir.[2] Tüm bunları birlikte okuduğumuzda, Türkiye’nin bir kez daha köklü bir değişimin eşiğinde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz ancak bu değişimin, halk muhalefetinin beklediği yönde gerçekleşeceğini söylemek hayli zor.