COVID-19 (Pek Muhtemelen) Aramızda

Beklenen oldu; adını koymasak da pek muhtemelen artık biz de COVID-19 ile müşerref olduk. Memleketimize hayırlı uğurlu olsun.

Durun panik yapmayın: hayat devam ediyor... 

Daha önemlisi dünyayı kasıp kavuran bu korona hastalığı hepimize çok şey kazandırabilir. Yok biyolojik savunma ve immün sistemimizin güçlenmesini falan kastetmiyorum. İnsanlık tahayyülümüzün, insan olma sınırlarımızın genişlemesinden bahis açıyorum.

Başka Türlü Bir Dünya

Ne dersiniz; SARS virüsüne benzerliği nedeniyle SARS-CoV-2 adı verilen bu virüsün karantina önlemlerine rağmen durdurulamayan yayılışı hepimize ulus devletlerin var ettiği sınırların anlamsız olduğunu kanıtlamadı mı? 

SARS-CoV-2 adı verilen bu virüs, insanın egosantrik bir canlı olarak dünyayı hayvan akrabalarıyla paylaşmayı kabul etmediği sürece, hayvanların insan denilen canlıdan ölümcül bir intikam alabilecek yetenekte olduğunu göstermedi mi?

İran Sağlık Bakanı Yardımcısı İraj Harirçi’nin ifade ettiği gibi; “zengin – fakir veya devlet adamı – sıradan vatandaş ayrımı” yapmayan bu “demokratik virüs”, bu dünyada her insanın eşit olduğunu haykırmadı mı yüzümüze?

Baksanıza daha baştan çok büyük bir toplumsal kazanımla zenginleştik: SARS-CoV-2, geleceğin sınırsız dünyasında, bambaşka bir insan – doğa ilişkisinin olacağı ve herkesin eşitleneceği bir uygarlığın şafağını müjdeliyor!

Daha ne olsun...

Emin olun ironi yapmıyorum. Çünkü her ne kadar üçüncü bin yılın uygarlığında bulaşıcı hastalıklar hep ölüm ve korkuyla anılıyor olsa da tarih, bulaşıcı hastalık yıkımlarının insanlık için kazanımlara yol açtığını kanıtlayan yüzlerce örnekle dolu. Bu bağlamda vebanın yarattığı insani yıkımın, hocaların ölümü nedeniyle tıp camiasında genç hekimlerin sayısını arttırdığını, bu genç hekimlerin “hoca statükosu” olmaması nedeniyle anatomiye ilgi duyduklarını ve bu sayede de hastalıkların gerçek nedenlerine ulaşabilmemizin mümkün hale geldiğini biliyoruz.

Benzer biçimde bulaşıcı hastalıkların yayılmasını önlemek için uygulanan karantinalar nedeniyle getirilen seyahat yasaklarının ulus devletlerin çeper bölgelerindeki eğitim ihtiyacını karşılayabilmek için üniversite sayısının artmasına yol açtığını ve bu sayede bölgesel farklı anadillerde eğitim yapılmasını sağladığını biliyoruz.

Hatta acı ama ölümler nedeniyle çalışacak insangücünün azalmasının işçilerin ücret ve sosyal haklarını iyileştirdiğini, bulaşıcı hastalık etkenlerinin kolaylıkla yayılmayacağı güçlü ve sağlıklı gemi gibi seyahat araçlarının yapımına yol açtığını, sigortacılık kavramının gelişmesine neden olduğunu ve hatta influenza virüsünün ölümcül sonuçlarının savaşacak asker gücünü azaltması nedeniyle Birinci Dünya Savaşı’nın bitimini hızlandırdığını biliyoruz.

Unutmayalım ki bu dünyada her şey karşıtıyla birlikte vardır. Yaşam ölümle, ölüm yaşamla...
Ölüm ve yaşam birbirinden ayrı iki gerçeklik değildir. Görmek, duymak, bilmek isteyene.

Bulaşıcı Hastalıklar ve Uygarlık

Fransızlara göre Napoli, İtalyanlara göre Fransız, Ruslara göre Leh, Japonlara göre Çinli, İngilizlere göre ise İspanyol Hastalığı olarak isimlendirilen frenginin temel nedeni; kentleşmenin getirdiği bir arada yaşama ve hijyen uygulamalarıydı aslında.

Gerçekten de kentleşen modern yaşamda hijyenin önemsenmesi insanda çok zayıf hastalık yapma kapasitesi olan treponemaların doğadan silinmesine ve cinsel ilişkiyle bulaşan ve insanda frengi hastalığını yapabilecek güçlü treponema suşlarının hayatta kalmasına yol açtı. Tıpkı aslanların zayıf ceylanları yiyerek ceylan sürülerini güçlendirmesi gibi...

Gelin görün ki insanlık bu gerçeğe rağmen frengi hastalığını kilisenin tahakkümü nedeniyle “ahlâksızlığa” bağladı –tıpkı yıllar sonra AIDS hastalığını eşcinsel ilişkiye bağladığı gibi. Zevk ve haz peşinde olan ahlâksız insanların toplumu hasta ettiğini iddia etti. “Temiz ve ahlâklı bir hayat” ile hastalığın önlenebileceğini düşündü. Bu nedenle hastalığı engelleyebilecek olan prezervatif kullanımını teşvik etmedi. 

Çünkü kondom kullanımı hastalığın gelişimini engelleyerek insanlarda ahlâksızlığı teşvik edebilirdi.
Çünkü amaç hastalık aracılığıyla toplumun ıslah edilmesiydi aslında. Bu nedenle frengi hastalığına yakalanan askerlere maaş kesme cezası uygulandı. Hatta frengi hastaları bilimsel amaçlarla tedaviden mahrum edildi.

Tarihin uzun koşusunda verem hastalığı da bize çok şey öğretti. Uzun bir dönem hastalık “Yahudi Terzi Hastalığı” olarak isimlendirildi –kuşkusuz Yahudiliği ve terziliği olumsuz ve aşağı sınıf olmanın bir gereği olarak kodlayarak.

Çünkü hastalık Yahudilerde sık görülüyordu. Oysa gerçekte Yahudilerde daha sık görülmüyordu. Sadece Yahudilerde görüldüğünde daha çok dikkat çekiyordu. Çünkü Yahudiler, toplumu hasta eden ve toplumun saflığını bozan ötekilerdi. 

Tarihin değişmez bir bulgusu olarak bir hastalık ne zaman “öteki”nde görülürse tıbbın ve toplumun işaret parmağı hep hastalığa yöneldi. Kuşkusuz bu yöneliş, görünür tıbbi ve insani söylemlerin altında “öteki”nin işaretlenmesiydi aslında.

Ne iyi ki “Domuz Gribi” ismiyle domuzları, “Kuş Gribi” ismiyle kuşları ve Ortadoğu Solunum Sendorumu (MERS-CoV) ismiyle tüm Ortadoğu’yu “işaretleyen” uygarlık, bu kez doğru biçimde COVID-19 isimlendirmesiyle domuz, kuş ve deve itlaflarından ders çıkardığını gösterdi.

Sınıf ve Kimlik

Verem hastalığı yoksulları vurduğu zaman onların tembelliğini, özsaygılarının azlığını ve yeterince hırslı olmadıkları için insani barınma koşullarına ulaşamamalarını hastalığa yakalanma gerekçesi olarak kabul eden uygarlık, aynı hastalık zenginleri yatağa düşürdüğünde onların “iç saflığının dış tezahürü” olarak yorumluyordu yaşananları. Zaten verem hastalığında uygulanan sanatoryum benzeri kapatmaların da temelinde “sefahat düşkünü ve berbat alışkanlıkları olan insanları” bir araya getirerek onları toplumdan dışlama düşüncesinin yattığını biliyoruz.

Geçmişte bu konuda yaşanan temel sorunlardan birisi kimin hasta olduğunun ve dışlamaya uğraması gerektiğinin nasıl bilineceği oldu. Renkler bu konuda çözümü sağladı. Sarıhumma hastalığına yakalanan kişilerin “sarı ceket” giymesi ve hastalığı taşıyan gemilere karantina anlamına gelen “sarı bayrak” asılması bu nedenle zorunlu kılındı.

Yoksa siz Nazilerin ötekileri işaretlemesini kendi başına mı icat ettiğini düşünüyordunuz? Emin olun insanlık yeri geldiğinde Nazileri hiç aratmadı bu dünyada.

Hiç kuşku yok ki tarihte bulaşıcı hastalıklar konusunda en son güvenilecek merci hep devletler oldu. Tarih boyunca her zaman kendi çıkarları için bulaşıcı hastalıkları kullandılar ve hastalığın sonuçlarını kendi çıkarları için çarpıttılar. Tıpkı geçmişte Mısır’da yaşanan kolera salgınının Birleşik Krallık tarafından mikrobik olmadığının kanıtlanmaya çalışması gibi. 

Çünkü Birleşik Krallık gemileri, Hindistan sömürgesine Süveyş Kanalı yoluyla ulaşıyordu ve eğer kolera mikrobikse Hindistan’dan Mısır’a Birleşik Krallık gemilerince taşınmış demekti. Sömürgeciliğin meşruiyetinin tehdit altına girmemesi ve Birleşik Krallığın Mısır’daki kolera ölümlerinden sorumlu olmamasının tek yolu hastalığın mikrobik olmadığının kanıtlanmasıydı(!)

Tıpkı sarıhumma hastalığının beyazlara göre siyah derililerde daha az görülmesinin, köleliğin devam ettiği bölgelerde, köle olarak çalışan siyahlara bu çalışmalarının karşılığı olarak Tanrı tarafından verilen “ödül” olarak okunması gibi.

Kamusal Sorumluluk

Pekiyi ama bu kadar çarpıtma ve dışlama mekanizmalarının olduğu bir dünyada sosyal hizmetler nasıl yetkinleşti? Nasıl oldu da bulaşıcı hastalık tedavilerinin hemen tamamı kamusal bir sorumluluk olarak tanımlandı? 

Kuşkusuz bu değişimin itici gücünü insan hakları mücadelesi oluşturdu. Tıpkı Çin’de yaşanan korona salgınını ilk fark eden ve insanlığı uyaran Dr. Li Venliang gibi insan hakları için ölümü göze alan insanlar sayesinde bu değişim gerçekleşti. 

Öte yandan böylesi bir insani dönüşümün altında kapitalist modernitenin var ettiği orta sınıfta oluşan sağlık kaygılarının da yattığını görmek gerekiyor. Gerçekten de orta – üst sınıflar, eğer alt sınıfları -en azından bulaşıcı hastalığa yakalandıkları zaman- kendi yoksulluk ve yoksunluklarına mahkûm ederlerse, onları hasta eden virüslerin, bakterilerin, mikropların gelip kendilerini bulacaklarını bi-tecrübe deneyimlediler. O nedenle bulaşıcı hastalıkları olmadıkları sürece yoksulluk ve yoksunlukta yaşam sürdüren ötekilere ulaşmayan devlet elinin bulaşıcı hastalıkları olduğu anda onlara ulaşmasını talep ettiler. Kuşkusuz onlara sunulacak sosyal desteğin onların çalışma azmini kırmayacak düzeyde asgari düzeyde tutulmasını sağlayarak!

Ne Yapmalı?

George Santayana, “Geçmişi hatırlamayanlar onu yeniden yaşamak zorundadır” diyor. Bu nedenle her şeyden önce tıbbın dahil olduğu sağlık ve hastalık konularını ideoloji, politika ve siyasetle birlikte değerlendirmek gerekiyor daima. Hiçbir durum ve hiçbir şartta ideoloji ve politikadan azade bir tıbbi bilgiye teslim olmamak gerekiyor. Daha önemlisi vebanın kervan yollarını, HIV’in sömürgeciliğin var ettiği kara yollarını, kuş gribinin de kuş yollarını değil demiryollarını izleyerek bulaşını devam ettirdiğini bilmek ve bu nedenle hastalıkların nedenini farelerde, maymunlarda ya da göçmen kuşlarda değil toplumun üretim biçimi ve ilişkilerinde aramak gerekiyor.

Unutmayalım ki; dün inancın, toprağın ve ticaretin efendileri, bulaşıcı hastalıkları kendi çıkarları için çarpıtmaktan hiç çekinmedi. Pekiyi ya bugün?

Unutmayalım ki; 1900’lü yılların başında verem hastalığına yönelik yapılmış ilk tıbbi kampanyada “Suçlu Kapitalizm” olarak ilan edilmişti. Pekiyi ya bugün? 



Referans: Sherman IW (Çev: Tümbay E & Küçüker MA), Dünyamızı Değiştiren On İki Hastalık, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017.