Bu kitap, diğer kitaplarından üslup olarak, ama sadece üslup olarak değil, hikâye ve kurgusu bakımından daha farklı bir yerde duruyor bana kalırsa. Önce bu tercihi neye borçluyuz, onu sormak isterim.
Romanın üslubunu büyümeme, büyüdükçe daha cüretkâr bir yazar olmama borçluyum. Özellikle, başkarakterin cezalandırdığı faillerin hikayelerini, iç dünyalarını yani, onların ağzından anlatma, sadece mağdurunki yerine failin bakış açısını da kağıda dökme anlamında söylüyorum bunu... Bugüne dek sıklıkla mağdurun ağzından anlattım hikayelerimi, bu da bir yere kadar, bu tekdüzeliği de kırmak gerekiyordu benim açımdan.
Romanın hikayesini ise, bu ülkede nereye baksak bir hak yeme, hukuksuzluk, irili ufaklı katliam, çaresizlik, umutsuzluk görmemize, tanık olduklarımın öfke ve hayal kırıklığımı büyütmesine, bu öfke ve hayal kırıklığıyla başka ne edeceğimi bilemememe borçluyum. Başta Barış Akademisyenleri olmak üzere, bu ülkede hepimiz için eşitlik, adalet, özgürlük mücadelesi veren ve bu mücadelenin acısını canlarını, sevdiklerini veya özgürlüklerini kaybederek çeken, yine de kimsenin kılını zarar vermeyen insanlara da elbette... Kurguya gelirsem... Polisiye ve fantastik unsurlar barındıran, epeyce de şiddet içeren bir roman, o da hikayenin dayattığı bir şey oldu.
Kötü kalp oldukça realist, şakası yok, ama iyi ki de yok diyoruz okurken sanki. Niye “kötü” dedin ona?
Kötü kalbin eylemleri mezhebime ters olduğu için sanırım, yoksa zaten adaletin terazisine denge vermek için şiddete başvuran bir karakterin romanını yazmak yerine bir ekmek bıçağı kapıp sokaklarda dehşet de salabilirdim! Daha çözüme yönelik bir eylem olabilirdi! Beni, bu eylemi yapmaktan alıkoyan şey yüzünden “kötü” dedim ona. Yoksa benim de kalbimin içinde, bunca korkunçluğa “oh olsun!” diyen omurgasızlarla birlikte yaşamaktan bir kötü kalp türedi. Bunu kendime yediremiyorum, kahramanıma hiç yediremiyorum. Bu da bir sebep.
Oysa, bırak “kötü” terimini, “katliam” teriminin bile yaşananları ifade etmede yetersiz kaldığı bir çağda yaşıyoruz. Bu açıdan baktığımda belki de nahif kaçıyor “kötü” sıfatı, bilmiyorum... Kendi göğsümde filizlenen kötü düşüncelerden utanıyorum tamam, ama belki artık “iyilik”in ne olması gerektiğini, “hoşgörü”nün kime gösterilmesi gerektiğini tartışmalıyız.
Adalet ne olduğuyla değil, ne olmadığıyla belirginleşen bir kavram. Bugün hakemin kararından şikâyetçi olanlar dahi adaletsizlikten bahsediyor. Herkes adaletsizlikten yakınıyor. Peki adaleti kendi içerimleriyle nasıl tanımlarız, ne dersin?
Herkesi mutlu edecek bir adaletten söz edilemez sanırım. Ne yazık ki çoğunluğun değerleri ve arzuladığı toplumsal düzen, çoğunluğun korumaya değer gördüğü çıkarlar üzerinden düşününce de işin içinden çıkamıyorum. Öldürülen bir kadın için o saatte neden oradaymış diye düşünen, barış isteyen akademisyenlerini aydın müsveddesi, terörist olarak niteleyen, Kur’an kurslarında tecavüze uğrayan çocuklar için kılını kıpırdatmayan, işçi ölümlerinin kan parasıyla çözülmesine göz yuman insanlarla ciddi bir çıkar çatışmamız var çünkü. Hatta kimi zaman olayların mağdurlarıyla bile yaşanabiliyor bu çatışma.
Bugün çoğunluğun yuları eline verdiği kişinin çıkarları doğrultusunda gidiyoruz bir kıyamete. Keşke kimsenin bir diğerini “düşman” görmediği, vicdanını herkes için konuşturabildiği bir düzenden bahsedebilseydik. Adaletten bahsetmek için öncelikle düşmanlıktan, ayrımcılıktan, ötekileştirmekten kurtulmak mı gerekiyor?!
Kitaptan çok uzaklaşalım istemiyorum ama kitap bana vicdan-adalet ilişkisini de düşündürdü. Vicdan adaleti garanti etmiyor. Bir olay karşısında vicdanımız sızlasa da, “artık bu son nokta” desek de, o olayı unutabiliyor, hiçbir şey yapmadan hayatımıza da devam edebiliyoruz. Anmadan olmaz, Şahsiyet dizisinde Agâh Bey’in harekete geçiren neydi diye çok düşündüm. Senin başkarakterinin başına bir şey gelmeseydi, yani “adaletsizliği tatmasaydı”, hayat onun için de devam eder miydi?
Vicdan sahibi olmak adaleti garantilemiyor, evet, ama adalet talep etme mücadelesini sürdürmeye yarıyor, neyse ki. Şahsiyet benim de hayranlıkla seyrettiğim bir işti, ama gerçeklere döndüğümüzde, ben daha ziyade Rakel Dink’in, Emel Anne’nin –canı doğrudan yanmış insanların yani– merhametli, mücadeleci, isyanında bile barışçıl kalabilmeyi nasıl başardıklarını düşünüyorum. Dünya yıkılmıyorsa bu güzel insanların yüzü suyu hürmetine diyoruz ya...
Bir yandan da, o dediğin “son nokta”ya bir türlü gelemiyoruz, gelemeyeceğiz gibi bir korku... Ne zaman daha beteri olamaz desek, daha korkuncu çıkıyor karşımıza. Yoksa hayat o adaletsizliğe uğrayan için de, ona sadece tanıklık eden için de devam ediyor ama nasıl? Başkarakterimin başına bir şey gelmeseydi, Kötü Kalp yazılmazdı. Başka bir roman olurdu ve buna itirazım da olmazdı açıkcası.
“Hiçbir kuram yok ki bunca kötülüğü, fenalığı, korkunçluğu açıklasın. Hele de kimseye hiçbir fenalığı dokunmamış insanlara yapılanları,” diyorsun bir yerde. Kötülüğü açıklamak için bir kurama gerek olup olmadığı bir tarafa, kötülüğün sistematikliğinden bahsedebilir miyiz?
Eğitim müfredatının yıllar içinde mıncık mıncık edilmesinden kadın mücadelesinin kazanımlarının arsızca geri alınmasına, sıbyan mekteplerinden erkekliğin daha pervasız, daha acımasız inşasına kadar, çok sistematik bir şey kötülük. Alıntıladığın, o kötülüğü açıklama bahsi de, anlam verememenin isyanından kaynaklanıyor galiba. İyiliği ne zaman aynı derece organize hale getireceğiz, getirebilecek miyiz, bunu hâlâ daha yapamamış olmamızın nedeni nedir? Ama tabii, kendi adıma konuşuyorum, bu işler roman yazmakla olmuyor, kendini ortaya atmakla oluyor. Ya da bilmiyorum, başka ülkelerdeki örneklere bakılırsa meclis basmalar, mahkeme yakmalarla mı oluyor?
Bu soruyla bağlantılı ama cevabını daha çok merak ettiğim bir diğer soru: Yaşadığımız dünyada kimseye kötülüğü dokunmamış birinden/birilerinden söz edebilir miyiz? Yani temiz kalmak mümkün mü?
Kötülüğü nasıl tanımladığına bağlı tabii ama kimseye kötülüğü dokunmamış insanlar var sanki. Temiz kalmak kolay değil, bunca kötülük karşısında sadece iyilik düşünmek, kötülüğe iyilikle karşılık vermekte ısrar etmek dersen, o da bir yerden sonra mümkün mü acaba?
Popüler kültürdeki vigilante tipine dahil edebiliriz sanırım Kötü Kalp’i. Onu “haydut”tan, klasik bir suçludan ayıran şey nedir sence? Okuyan/izleyen neden onunla özdeşlik kurar?
Sadece suçluları cezalandırması bile, kahramanımı klasik olan-olmayan bütün suçlulardan ayırır bence. Benim gözümde tabii. Ya da şöyle mi diyeyim, “ayırsın bence”. Bunun tehlikeli bir bahane olduğunun farkındayım elbette. Onun suç işleme motivasyonuna bakarsak, yani adaleti tesis etmesi gereken ancak etmeyen kurumların yerine eyleme geçmesi, eylemlerinin vicdan muhasebesini yapması da yabana atılmasa iyi olur. İyilik güzellikten başka bir şey istememiş insanların yaşama hakkına acımasız şekillerde tecavüz edilmesine bir karşılık verdiği için özdeşlik kuruyor sanırım okuyanlar. Yüreğim soğudu diyen çok oldu. Meksika’da kadınlar anayasa mahkemesini boş yere yakmadılar. Her türden insan hakkı ihlaline karşı şiddetsiz, küfürsüz, şarkılı şiirli barışçıl protestolarla zaten, bir yere kadar değil mi?
Okuyanları bilemem ama Kötü Kalp’in baş kahramanı benim gözümde sadece klasik suçlulardan değil, benim bugüne kadar yazdığım tüm kahramanlardan da ayrı bir yerde duruyor.
Son olarak, şu cümleni de biraz konuşsak: İnsan kimle barışacağını da iyi düşünecek arkadaş!
Osman Kavala’yı serbest bırakmayan mahkemenin, Ali İsmail’in katilinin “Gezi olaylarından zarar gördüğü” gerekçesiyle Gezi Parkı davasında “katılan” sıfatıyla yer almasına izin verdiği bir ülkede kiminle barışacağız! Barış imzacısı Mehmet Fatih Traş’ın canına kıydığı, tecavüzcülerin tacizcilerin, katillerin muhbirlerin sırtının sıvazlandığı bir ülkede kiminle, nasıl barışacağız! Bütün bu korkunçlukları yaşatanlar, seyirci ya da kör kalanlar karşında aptallık yapmasak keşke.