Salgının Kroniği, Kroniğin Salgını: Toplumsallığın Koronerinde Bir “Corona” (I)

 

“Onların dudaklarında sağlık, dünyanın bulaşıcı hastalıklarına kapıları kapatmak demektir...”[1]

Beden açıklıkları ve bunlardan yayılanların düzenlenmesi ile gözetim altında tutulması, dahası işgallerden korunması “uygarlaşmış” bedenin duyumuyla birlikte şekillenen ve geç modernitede giderek aşırılaşmış bir takıntı halini alan bir örüntüdür, diyebiliriz. Beden sıvıları özelinde açığa çıkan “bulaş/ma” (kontaminasyon) mantığı, esasında 1970’lerden bu yana gelen daha geniş ölçekteki bir kültürel dönüşüme işaret eder. Hatta, önceki dönemlerle kıyaslandığında, 20. yüzyılın sonlarında beden akışkanlarını bulaştırabilecek temaslar karşısında artarak yaşanan panik davranışının dönemin karakteristiği olduğu da ileri sürülebilir. Gerçekten de, Mary Douglas’ın antropolojik verimlerini[2] yeniden doğrulayacak şekilde, çağdaş Batılı toplumsal düzlemde insan yavrusunun balgam, mukus, salya, ter, irin, kusmuk, idrar, dışkı, semen ve kan gibi, yaşanan bedensel deneyimin kaçınılmaz birer parçası olan beden sıvılarının çoğu kez iğrendirici ve tiksindirici, simgesel bakımdan “kirletici” maddeler olarak görüleceği şekilde kültürlendiği ortadadır.

Salgın da oraya oturur işte: Kelimenin tüm olanaklı çağrışımlarını da yedeğinde taşıyan bir “seferberlik”tir. Toplumsal bünye ile tikel bedenlerin şiddetli bir çarpışmasına sahne olur. Endişe, tedirginlik ile kötümserlik, itiraf edilmesinin men edildiği bir rasyonel vokal eşliğinde kol kola gider. Sınır mefhumundan doludizgin ürkülür. Bedensel ifrazat, bulaşıcılıkla mühürlenir. Tehlikeli salgılar ve sıvılar, bir tür “somatofobi”nin canlanmasını gerekçelendirir. Her köşede bedensel uzuvları yıkamaya, bakterileri temizlemeye, mikropları öldürmeye yönelik uyarı levhalarına rastlamak mümkündür. Binalarda, insan trafiğinin yoğun olduğu kantin, bar, ofis, ibadethane, alışveriş merkezi gibi uzamlarda el temizleme gereçleri (hand sanitizer), vücut şampuanları, dezenfektanlar, antiseptik mendiller (wipe) ve bakterisidler mevcuttur ve bunların hemen her fırsatta kullanılması salık verilir. Yazılı ve görsel medyada bakterilerin, virüslerin, mantarların “tümünü [klişe ifadesiyle, ‘%99,9’unu’] yok eden” kimyevi ürünlerin reklamları döner durur. Temizlik endüstrisinin salgınlara paralel olarak satışa sunduğu “hijyenik jeller”, “koruyucu maskeler” ve “mikrop öldürücü sıvı sabunlar”, insanların tepkilerini biçimlendiren ve esasında bir tür çağdaş tecrit mekanizması öngören görsel şemalar olarak dolaşıma girer. Bu tür göstergelerde “yaşama”ya yapılan vurgu, aslında çoğu kere, arka planda ölüme ilişkin kaygının (ve bunun belli mikrobiyolojik nesnelere isnadının) belirleyici oluşundan ileri gelir. Salgın atmosferinde, öznellikler “bulaşıcılık”, “kirlilik”, “risk” ve “saflık” kavramları ile yeniden düşünülmeye çağrılır. Bütün bu arketipal ve handiyse evrensel motifler, ahistorik bir tazeleme eşliğinde yeniden dolaşıma girer. Giderek, Corona, toplumun koronerlerini (coronary) mesken tutar. Üstelik de sosyal refah devletinin o verili kamusal aygıtının çoktan çatırdamış olduğu Türkiye gibi uzamlarda, “kamusal”ın özel olan tarafından peyderpey amansızca sömürgeleştirilmesini yansıtan “sinoptik”[3] bir momentte, toplum, bir tür anomi savruluşuyla katman katman soyulur, lime lime dökülür. O meyanda duyarlı solcu öznenin “atomizasyon” tehlikesine ihtar geçmesi, devri geçmiş bir hüznün haykırışı olur. Tedavülde olan, “ölüm”ün daima dışsallaştırılarak ötelendiği bir tür modern “antropoloji”dir ve o kadar.

Beyaz ekranın “renkli” dünyası, sosyal medyanın kakofonik gürültüsü ile uzmanların o hiç tükenmeyen gayretkeşliği bizatihi gündelik yaşamın kendisine dönüşür. Hükümet temsilcileri, halk sağlığı otoriteleri, piyasa aktörleri, sağlık profesyonelleri, bakım sağlayanlar, dinî önderler, biyomedikal araştırmacılar ile eğitimciler, yer yer manipülatif özellikler taşıyan enformasyon zincirinin birer halkasına dönüşür. Nitekim Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ, WHO) genel direktörü bile, güncel salgının beraberinde bir “infodemi” (infodemic) yarattığını kaygıyla saptıyordu. Bu gürbüz elektriklenme, giderek, devletin kamu sağlığı alanında örgütlediği kampanyalar başta olmak üzere, halk sağlığı bilimi, klinik tıp, medya, reklamcılık, eğlence sektörü, pedagojik programlar, sosyoloji ve biyoetik gibi çeşitli örtüşen alanlardan ve tıbbi olan/olmayan disiplinlerden kaynaklanan bir “yaşam tarzı şebekesi” olarak katılaşır. Ana-akım halk sağlığı söyleminin yaslandığı ilkesel çekirdek olarak “rasyonel insan” varsayımı yürürlüktedir. Şebeke, bireylere korunma ve kaçınma tutumları namına bilgi-malumat aşılayarak onları “sorumlu yurttaşlar” olarak takdis eder. Güvenli adacıklara postalar. O arada lafzı geçen tuzlu su, sirke, kelle-paça ve sarımsak, en önemlisi de bütün sembolik-metaforik içeriğiyle “maske”, zaten mevcut olan bir kendiliğinden eğilimin doğrulanmasına tekabül ederek sürecin motivasyonuna hizmet etmiş gibidir. Folklorik şifa gereçlerinin ve “doğal ilaçlar”ın yüceltilmesi bahsinde III. Reich’a taş çıkaran bir kışkırtılmış iştah yürürlüktedir. Bu ahvalde belirsizlik, pekâlâ güvensizlikle mühürlenir. Enformasyon sağanağı ve onca “tehlike enflasyonu” altında zikredilen sayısal detaylar, gündelik yaşamın basit olasılık bilgisiyle yönetilemez hale gelir ve artık yegâne çıkış, tehlikeden büsbütün kaçınmaktır (aversion). Öyle ki risk, insanın müdahalesinden bağımsız, kendinden menkul bir varlık olarak görülmeye başlanınca, olası en mantıklı davranış da ondan topyekûn uzak durmaktır. Böylelikle “güvenli” edimler, insanın bir dizi gündelik faaliyetine yeni bir anlam kazandıran bir tür tertibata dönüşür… Emniyet arayışında, dikkatli ve tetikte olmak, fakat en başta “kaçınmak”, başına geleceklere katlanmak zorunda kalacağını bilen öznenin birincil sığınağıdır. Kurban psikolojisi böylelikle defedilmiş olur. Bu psikolojinin mimetik yayılımı, René Girard’ın resmettiği tabloya hayli yakınsar. Öyle ki kolektif ve organik bütünlük söküldüğünde, “kurban krizi” açığa çıkar ve üyeler giderek tektipleşir.[4] Şiddet, bir bakıma yapısal olarak temellük edilir. Salgınlar ve kıranlar ise, ta Oedipus mitinden beri, bu sarsıntıya işaret eden kadim imgelemler olarak çıkagelir. Dolayısıyla biyomedikal tertibatın tek tip bir uyruğu halini almak, “makul” ve paylaşılmış bir opsiyondur artık. Sanitasyon, hijyen, dezenfeksiyon, sağlık eğitimi, bağışıklama, tanılama, ihbar, bildirim, kaynağın retrospektif olarak aranması (filyasyon), sürveyans, temaslıların bulunması, ayrım (izolasyon), karantina gibi bir dizi terimler manzumesi dillere pelesenk olur.

Esasında, sözü edilen o bilgi-sorumluluk ilişkisi ve dahası pek çok sağlıkçının, kamusal ortamlarda verdiği bilgiyi detaylandırması ve birtakım kazuistik uyarı levhalarıyla kalabalıklaştırması halinde, söz konusu tehlikenin toplum üzerindeki etkisinin azalacağı yanılgısını taşıdığı gerçeği, bugünün toplumsallığı bakımından tutarlı bir dizgeye tekabül ediyor. O ki günümüz toplumu, prototipinin Amerikan toplumunda billur biçimde yakalanabileceği, olağanüstü bir güvenlik saplantısı içinde yüzüyor. Toplumun esas olarak sağlık, çevre, gıda, ilaç, teknoloji, yeni icatlar ve kişisel güvenlik konularındaki panikleri, belli “arındırıcı” ritüellerle sonuçlanıyor. Sigorta harcamalarında, reklam sloganlarında, sağlık kampanyalarında, medya görsellerinde bu koşullanma ayyuka çıkıyor. Her halükarda bu, ikili ilişkilerde el sıkışma ihtiyatına veya yürüyen merdivenlerin bile bir güvenlik meselesi haline gelmesine varıncaya dek birer “riskten kaçınma” eğilimine dönüşüyor.[5]

Milenyarist kıyamet rivayetleriyle birlikte, 1990’lı yıllardan itibaren yiyecek, sağlık, çevre ve suç konularında panik yaşamak artık neredeyse rutin hale geldi ve korku içindeki toplumsal yapı, riskin kendisini ortadan kaldıramasa bile, genellikle riskli sandığı her davranışı mahkûm etmeye koşullanmış oldu. Hele hele, 2000 yılından bu yana yeryüzü sathında gündeme gelen salgınlardan, yani Zika, MERS, Ebola, Nipah [NiV], SARS veya H5N1-H1N1 [“kuş” ve “domuz” gribi], keza aktüel etmen COVID-19 gibi patojenik yenilikler karşısında yükselen felaket tellallığı anlatıları, salgın hastalıklar için “ölümcüllük” tonunda çalınan abartılı ikaz boruları ve büsbütün karamsar öngörüler[6] karşısında insanlar, bitimsiz bir kaçınganlığa mahkûm edilmiş oldu. Risk kültüründe başvurulan dilin, sorunları ve olumsuz olayları bir ölüm-kalım meselesi haline getirme eğilimini yansıtması ve “salgın”, “veba” veya “sendrom” gibi kelimelerin, insanlığın bekasının tehdit altında olduğunu (human extinction) vurgulamak için cömertçe ve hatta müsrifçe kullanılması da bu durumu perçinlemeye yaradı.


[1] Alphonso Lingis, Ortak Bir Şeyleri Olmayanların Ortaklığı, çev. T. Birkan, İstanbul: Ayrıntı, 1997, s. 58.

[2] Türkçede bkz. Saflık ve Tehlike: Kirlilik ve Tabu Kavramlarının Bir Çözümlemesi, çev. E. Ayhan, İstanbul: Metis, 2007/2017.

[3] Krş. Zygmunt Bauman, Siyaset Arayışı, çev. T. Birkan, İstanbul: Metis, 2000, s. 80-81.

[4] Harikulade bir sentezle, Victor Turner ile Mary Douglas’ın verimlerinden yararlandığı bir metninden ilhamla: “Kan, Arınma ve Şiddet Döngüsü”, çev. K. Genç, Cogito, 37. sayı, Güz 2003, s. 209-229.

[5] Konuyla ilgili şuraya göz atılabilir: Frank Furedi, Korku Kültürü: Risk Almamanın Riskleri, çev. B. Yıldırım, İstanbul: Ayrıntı, 2001.

[6] Yeri gelmişken, Matt Ridley, bu tür bir iyimserliğe hiç rağbet edilmediğini, fakat tarihe bakarsak felaketçi bir karamsarlıktan daha gerçekçi bir tavır olduğunu göreceğimizi söylüyordu. Hırslı bir iyimserliğin, tam da dünya genelindeki yakıcı eşitsizlikler nedeniyle “ahlâken zorunlu” olduğunu da ekliyordu: Akılcı İyimser: Refahın Evrimi, çev. M. Doğan, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi, 2013, s. 318-322.