Salgının Kroniği, Kroniğin Salgını: Toplumsallığın Koronerinde Bir “Corona” (II)

 

Bu ülkede korkunç bir salgın hastalığın baş gösterdiğini varsayalım. Ebola? AIDS? Kolera? Hiçbiri değil. Çok daha ölümcül ve yıkıcı bir hastalık... neo-liberalizm! [N]eoliberalizm, tüm insanlığı tehdit eden bir salgın. 

— Marcos’un alter-egosu olan gezgin şövalye Durito, 1995.[1]

 

Belirsizlik zamanlarındayız. Panik, ciddiyet ve hafifseme üçgeninde geziniyoruz. Bu düşünsel-duygusal kategorilerden birine palas pandıras tayin ediliyoruz. Kuşkusuz, “hakikat-sonrası” (post-truth) olarak karakterize edilen âhir zamanların söylem yapılanması da buna tüy dikiyor. Vahamet ile serinkanlılık, alarm ile apati, iyimserlik ile ümitsizlik anaforunda savruluyoruz. Bu tür sahneler, diyebiliriz ki bir Pascal “bahis” analojisinin apansız devreye gireceği bir konjonktüre aittir aynı zamanda. Şeylerin sonsuz bir parçalı akış halinde deveran ettiği bir noktada, rüzgâr durulduktan sonra hangi edimin tarihsel “zafer”i yahut haklılığı kucaklayacağı, müphem ve ucu açık bir problem olarak kalakalır. Max Weber’in 1919 seneli Meslek Olarak Bilim’inde bir başka bağlamda dillendirdiği gibi tıpkı: “Lafı evirip çevirmeden söylemek gerekirse, yaşama karşı takınılacak temel olası tutumlar birbiriyle bağdaştırılamaz, dolayısıyla mücadeleleri asla kesin bir çözüme kavuşturulamaz; bu yüzden kesin bir tercihte bulunulması zorunludur.” Sahadaki hemen her sağlık profesyoneli, Hipokratik klinisyenliğin anahtar formülünün burada yattığını muhakkak deneyimlemiştir. Öyle ki henüz ince-yapısal (ultra-structural) kanıt temin edemeyeceğimiz için ampirik bakışın bir çıktısı olarak kalan “klinik karar”dan söz ettiğimizde, bir “bahis durumu”ndan da söz açmış oluruz. Gelecekteki muhtemel bir komplike hadise hakkında kesinliğe henüz sahip olamayacağımız; ve fakat bu olayın doğasına ilişkin bir karara varmamızın yaşamsal olduğu bir durumdur bu.

Salgının “reel” boyutu tam olarak nedir? Asıl yakıcı soru bu. Spesifik bir antiviral tedavinin veya bağışıklayıcı aşının henüz dolaşımda olmadığı, tanı/test kitlerinin maliyet-etkin bir yaygınlıkla kullanıma girmediği bir ahvâlde, üstelik de matematiksel epidemiyoloji verimlerinin, bizlere henüz çoğalabilme hızı (reproductive rate) ile ilgili nihai dataları sunmadığı, formüller üzerinden, kaç kişinin (yüzde olarak) bağışık hale geldiği takdirde yayılımın durdurulabileceğini henüz bilimsel olarak modellemediği bu aktüel durumda, “yaşam” ve dolayısıyla klinik pratik de devam ettiğine göre, üstelik tek tek herkes de bedenindeki toplumsallığı duyumsadığına göre, disiplinler-arası soruşturmalarla ve birtakım optimizasyon vasıtalarıyla ampirik bir karara varmak, hiç değilse bir projeksiyon çizmek daima netameli bir boyut içeriyor. Ne olursa olsun, gerçek şu ki, virulansı (yani, öldürücülüğü) düşük, ama infektivitesi (sekonder atak hızı) yüksek bir salgından söz ediyoruz. Peşinen ve kestirme bir jestle, salgın ve pandemi dolayımıyla ortalığa saçılan hengâmeyi daha ziyade “sosyal”in hinderlandında değerlendiriyoruz.

Sosyal medya platformlarında, özgül olarak Twitter’da takip edilen onlarca bilim insanının, virolog, moleküler biyolog, patolog, mikrobiyolog, tıp doktoru gibi aktörlerden oluşan ve yeryüzünün, insanlığın geleceğine ilişkin kaygı güden, bilimsellik ölçütlerince tavsiyelerde bulunan birtakım uzmanların paylaşımlarına yeterince maruz kalmak, giderek bir tür “eksikliği” duyumsatmaya başlar. Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ, WHO), TC Sağlık Bakanlığı’nın konuyla ilgili klinik kılavuzları, yetkili ağızların demeçleri, prestijli dergiler ile biyomedikal enstitü mecralarına yansıyanlar, dahası filantrop hibecilerin, muktedir mümesillerinin, bulvar gazetelerinin söylemleri, dijital ortamdaki tartışma platformlarında devinen sözdağarı, hepsi bir hakikatin ıskalandığını duyumsatır. O da şudur: Analitik perspektiflerimizi belirleyen referans kaynaklarımız ile entelektüel yatırımlarımız, bir bakıma özneleştirici bir kolektiviteye de göndermede bulunur. Daha sadesi, bilimsel bilginin ortaya çıktığı merceğin o kertede “nötral” olmadığını anımsa(t)mak gerekir. Bilimin “cisimsiz, tarafsız ve evrensel” akıl idealine sımsıkı bağlı olduğuna ilişkin vasat kanaatleri feshetmek gerekir. Hele ki karşımızdaki, hava/damlacık yoluyla (airborne) bulaşan kentsel-endüstriyel bir salgınsa, “müşterekler” (commons) meselesini gündeme getirmekten başka bir eleştirel formül yoktur. Dolayısıyla daha bütünsel bir kavrayışa ihtiyaç vardır. Nitekim Roberto Esposito, Immunitas’ın (2002) hemen girişinde şunu soruyordu: “Bir salgının yeniden canlanmasına karşı verilen savaş, insan haklarını ihlâl etmekle suçlanan bir devlet başkanının ülkesine iade edilmesine karşı gösterilen muhalefet, yasadışı göçü engellemek için inşa edilen duvarlar ve en yeni bilgisayar virüsünü imha etmek için gerekli stratejiler gibi şeylerin birbiriyle ne ortaklığı var?” Akabinde, derhal ekliyordu: “Tıp, hukuk, siyaset ve bilgi teknolojisi gibi alanları yalnızca kendi muhitlerinde değerlendirdiğiniz müddetçe bunların hiçbir müşterekliği yoktur.”[2]

Bilinemezliğin karşısında başta bilimsel-endüstriyel alandaki paydaş aktörlerin, giderek “sosyal”in reaksiyon normlarını gözlemlemek, kolayca kavranabilir hiyerarşik bir bütün olmaktansa, sayısız ağın yine açık ve kompleks bir ağı mesabesinde olan “sosyal”in dökülüp saçıldığı bütün bu keşmekeş ve “kriz” halinde, iktidardan taşan kolektif direniş figürlerinin, radikal-siyasal antagonizma olanaklarının muştusunu hüsnükabul eyleyebilmek...[3] Bu, belirsizliğin, sayısız bileşenden oluşan polinomik bir denklemin bizatihi “nemrut bilim”e düştüğü şerhteki özgürleştirici ufukları, cehaletimizin derinliği ve yaygınlığıyla olan bu ani yüzleşmedeki kifayetsizliğin ima ettiği ignoramus etiğinin yaşamsallığını anımsatma gayretidir. Beri yandan, sofistike bir “komplo teorisyenliği” mantığını çalıştırarak, bilgi yahut hakikat hakkının peşine düştüğünü sanmanın “solculuk” zannedildiği bu ahvâlde, DSÖ ve onun o tekinsiz idari aklıyla sanki ilk kez tanışılmış gibi davranmak trajikomik olur. Bunu söylemek, alelade bir “inkârcılık”a (denialism) tekabül etmek zorunda değildir; aynı şekilde, esasında ölüm-sıtma dikotomisinden beslenen bir oportünizmin ta kendisi olan ve de palyatif çözümler ile neoliberal bağımlılığı ve kapitalist marjinalizasyonu süreklileştiren “felaket kapitalizmi”ni duruşmaya çıkarmak da, bilim-dışılığa göz kırpmak değildir. Hal böyleyken “neoliberalizm” dendiğinde, bunun kâğıt üstünde kalmadığı, Kafdağı’nın ardında bir yok-yeri imlemediği, bir tür boş-gösteren olmadığı açıktır. Salgının beşiği olarak bilinen Wuhan’ın beşeri coğrafyası, neoliberal-kalkınmacı bir uğrak olarak kentleşme ve altüst oluş dinamikleri, mülksüzleştirme ağları, giderek nüfus politikaları, göçler, yoksulluk, iklim değişikliği, kirlilik, tükenen su kaynakları bize evrensel ve dahi bilimsel anlamda bir şey söylüyor. Çığlık çığlığa dile getirmekten yüksünülmemesi gereken bu şey, harcıâlem bir soyutlamadan çok daha fazlasıdır ve “küçük kıyamet” ağıtlarının ötesine hamle yapar. Zira Jean Pouillon’un 1960’larda yazdığı gibi, tarihe yapıları yapısalcılar yerleştirmedi... Devam edelim.

Öyle görünüyor ki asli meselemiz, “yaşatmak”tır. İnsan türünü tehdit eden mikrobik ajanların beklenmedik istilası, modernite ahvâlinde her zaman olduğu gibi, biyomedikal bilimlerin o ezeli meşruiyetini konsolide eder. Kamu sağlığı bileşenleri, bu kez bir “olumlayıcı” biyopolitik müdahale adına söz alarak karşımızdadır. Tıbbi disiplinler, insancıllık ethosunu yeniden kuşanarak bir epistemik “pozitiflik” oluşunu yeniden anımsatır. Alınan tüm önlemler, sekteye uğrayan, iptal edilen, ertelenen ve “mesafelendirilen” başka her şey, eğitimler, müsabakalar, etkinlikler, toplantılar, sosyal programlar, kitlesel turizm, uluslararası kültürel faaliyetler ve diğerleri, bu meşru seferberlik uğrunadır.[4] Reyonları hışımla boşaltılmış marketler, istiflenmiş bavullar, yağmalanan öteberiler, modern endişeyi saklamaya zinhar yetmeyen maskeler, sokağa çıkanların tek tek ateşini ölçen görevliler, vaaz edilen tutumlara uymadığı için gözaltına alınanlar, “histeri”yi fırsatçılığa tahvil etme hırsına kapılıp gidenler, evlerine kapananlar, beri yandan diğerkâmlığa davetiye çıkaranlar, o kaçınılmaz “panik” dalgasını teskin etmeye yollananlar ve giderek paniğe ilişkin paniğin çarpan etkisi… Sütre gerisinde kamu otoritesi, kendi konumunu yeğinleştirerek gelecekteki muhtemel ilişkisiz politik projeler için bir gerekçelendirme enstrümanı, yine başkaca toplumsal krizlerde kopyalanarak referans gösterilecek bir denetim ve optimizasyon teknolojisi temin etmiş olur. Salgından olası etkilenme dinamiklerine ilişkin seslendirilen “gen havuzu” lapsusu, ırkçılığın bilimselleştirilmesinin rafine haline gönderme yapar. Temcit pilavı gibi biteviye servis edilen paranoid komplo teorileri, asparagaslar, dezenformasyonlar, mistik göndermeler, katastrofik ağıtlar, jeostratejik tevatürler, güç oyunlarıyla alakalı ölçüsüz kehanetler bir yandan muhayyel bir sınır-ötesi düşman figürü ile didişirken, ulusalcı ethosu bir sözde “dayanışma” harcı altında yeniden-üretir. Bu anlamda, küreselleşme söyleminin bunca yaygın oluşu, muhtelif aksaklıkları salgının nedenini dışarıya fırlatarak telafi eden, “Bizim hastalığımız değil!” kodunda somutlaşan kültürel bağışıklık ideolojisini çalıştıran ve “yabancı uyruklu insan” temsilinde açığa çıkan ulusalcı örüntülerin, kısacası tek tek ulusal bağışıklama reflekslerinin arasındaki zımni mutabakata işaret ediyordur. Devlet aygıtı, uluslararası arenadaki “kudret” yarışının teşvikiyle, uhdesindeki “milli” nüfusun emniyeti ve esenliğini sağlayacak olanakları bütünüyle hayata geçirmeye davet edilir.[5] Dolayısıyla ihalenin en büyüğü, daima, çağcıl sınıf-altı bir figür olarak “göçmen” karakterinin sırtına binmiştir. Değil mi ki “yapısal şiddet”i ta bağrında duyumsayan göçmenler, cezaevi sakinleri ile evsizler, birer toplumsal atık, birer fuzuli ıskartadan farksızdır. Başlı başına sosyobiyolojik bir menzil olarak, “güçlü olanın hayatta kalma ilkesinin en vahşi mantığı”dır bu.[6] Böylelikle salgına ilişkin “demokratik”lik atfı da suya düşer. Anımsanırsa, İran Sağlık Bakanı, ortaklaşılmış bir kanaati paylaşıyor ve salgının sınır/sınıf/grup/yaş gözetmeyen, demokratik-yatay niteliğinden söz ediyordu. Felaketlerin ayrım yapmadığı şeklindeki sürekli tekrarlanan mitolojiyi bir kez daha seslendirmiş oluyordu. Oysa, hep olduğu gibi, salgınlar gibi felaketler de doğrudan mülksüzleştirilmiş insanları, hayatlarını tehlikeli bir patikada yeniden kurmaya zorlananları, “yaşanmaya değmeyecek hayatlar”ı hedef alır.[7]

Bu bağlamda “termal kamera” zırvalığının politik gönderimleri açıktır. Temastan sonra, kuluçka (inkübasyon) döneminin (başlarındaki latent periyodun) sonuna doğru bulaşıcılığın başladığı, fakat henüz ateş gibi semptomların oluşmadığı (prodromal veya subklinik) evreye sahip bir viral enfeksiyon tablosu için termal kameranın kullanılmasının işaret ettiği bir menzil var. Söz konusu menzil, DSÖ’nün yönetimsel ajandasında, keza Birleşmiş Milletler’in global strateji çerçeve kararlarında “güvenlik” başlığına son yıllarda açılan yerle zorunlu olarak kesişir. Haliyle, bugüne bugün, sınırların silikleştiği tümleşik bir sağlık-güvenlik kompleksi söz konusudur. Sağlık hizmetlerinin, güvenlik ideolojisine “risk tıbbı” üzerinden iliklendiği küresel neoliberal yönetişimin (governance) ne demeye geldiği, virüsler üzerinden başlatılan küresel sağlık seferberliği üzerinden okunaklı kılınabilir. Bu minvaldeki seferberlikler, jeopolitika ile biyopolitikanın eklemlenme hatlarını ortaya koyar. Yaşam ile güvenlik pratikleri arasındaki ilişki, bir biyolojik yığın olarak “popülasyon” denilen siyasal kategori üzerinden yapılandırılır ve işler. Viral etmenlerin bir kamu sağlığı sorunu olmaktan çıkıp, uluslararası barışı tehdit eden küresel çapta bir güvenlik sorunu olarak kodlanması, küresel neoliberal yönetişimin düşman tahayyülünü ortaya koyarken, “yaşam”ın da ulus-ötesi düzenlemeler, kozmopolit müdahale alanları ve uluslararası hukuk yoluyla dayatıldığını ortaya koyar. Bu ahvâlde, tehlike ve risk de küresel dolaşım üzerinden tanımlanır. “İnsani güvenlik” ve “kalkınma” söylemleri etrafında şekillenen gündelik biyopolitikanın küresel neoliberal yönetişim altında jeopolitika ile iç iç geçmiş hali, en çok “ulus-ötesi [meta] dolaşım serbestisi” noktasında hissedilir. Virütik dolaşım, bu anlamda pekâlâ bir tehlike potansiyelidir ve devletleri, uluslararası örgütleri, insani yardım kuruluşları ile küresel medyayı topyekûn seferberliğe çağıracak bir “aciliyet” kesbeder.[8]

Biyomedikal aciliyet durumlarının etrafında şekillenen talepkâr küresel seferberlik, kaçınılmaz olarak, hastalık, tedavi ve bedenle ilgili Batı-merkezli kavramlarının daha da yerleşikleşmesini ifade eder. Bu da, salgının anlaşılmasında belirli söylemlerin tahakkümüne ilişkin homojenleştirici bir etkidir. COVID-19 salgını ve bunun aktarılma dinamiği, böylece, esasında yatırım, ticaret ve kültürel kimlik gibi meselelere dair bir metafor olarak okunabilir. Uluslar-üstü küresel yönetişim (governance) programları eliyle, salgının yayılımından sorumlu sosyoekonomik süreçlere ilişkin partiküler detaylar ile yerel kültürel normlar, standart bir “dünya vatandaşı” kimliği içinde eritilir. Bu bağlamda insan haklarına ve bireysel kimliklere ilişkin Amerikanize kavramların hakimiyeti dikkati çeker ve çok farklı sosyal, ekonomik ve kültürel kaynaklara sahip toplumlarda bu kavramların uygulanabilirliğini sorgulamak şart hale gelir. COVID-19’u bir “küresel salgın” olarak görmenin yegâne trajik ironisi, pratikte küresel müdahalenin büyük ölçüde retorik bir seviyede olmasıdır. DSÖ’yü yıllar yılı eleştirel bir mercekle takip eden hemen herkesin kolaylıkla teşhis edebileceği üzere, teknik bir imleç olarak “pandemi”, varsılların tedirgin olmasını açımlayan bir tür şifre gibidir. Gerçekten de, biyotıbbın enfeksiyonları yönetme konusunda sürekli ilerleme kaydetmesi, en son medikal teknolojilere kapsamlı erişimi olan kişiler için ortalama yaşam süresinin uzaması anlamına gelir ve bu, bir tanesi zenginler için, diğeri de yoksullar için olmak üzere, “iki salgın” arasındaki uçurumu derinleştirir. Bir çağrışımla, Negri ile Hardt da, İmparatorluk’ta, bizatihi küreselleşme olgusunun, kolonyalist hijyene dair endişeyi tetikleyebileceğini yazmışlardı. Küreselleşme bilincinin karanlık yüzü, tam da bulaşma (contagion) korkusundandı. Bu korkunun dışavurulduğu soru da, küresel sınırlar yıkılıp evrensel iletişim veya temas ardına dek açıldığında, “global köyümüz”de hastalığın ve çürümenin yayılmasının nasıl önleneceğine dairdi…[9] Bu durumda COVID-19 pandemisi, tıpkı HIV özelinde idrak edildiği gibi, olsa olsa “küreselleşme”nin çeşitli anlamlarını ve ona atfedilen muhtelif soyutlamaları kavramak için dikkat çekici bir vaka çalışmasına dönüşebilir. İşte, küreselleşme kavramının içlemine sızmış olan aksiyolojinin fâş edilmesi (“öncü bir uygarlığın sözde evrenselciliği”), yani küreselleşme diskurunun ipliğini pazara çıkaracak bu politik-epistemik eleştiri bir tür dekolonizasyon projesine kapı aralayabilmesi bakımından hayatidir.

Bilimsel titizlikle ulaşılabilecek bir menzil olarak “sağlık hakikati”nin, bu kez nevzuhur “sağlık ideolojisi” (healthism) suretine bürünerek, belli sorunları “çözme” iddiasıyla yola koyulurken, eşitsizliği derinleştiren sosyal pratikleri bazen gizleyen ve hatta onlara aracılık eden bilimsel pratiklerle birlikte ortaya çıktığından söz etmek gerekir. Uluslararası halk sağlığına ilaç araştırmaları, klinik ilaç testleri, endüstriyel uzmanlaşma, istatistiksel analizler, “kanıta dayalı tıp” ve birtakım laboratuvar faaliyetleri ile yepyeni bir “bilim” tedarik eden günümüz küresel sağlık bilimlerinin epistemolojik serüveni özelinde, İkinci Büyük Savaş’tan bu yana sağlığın disiplinler-arası macerasının, çeşitli tarihleri ve niyetsel yönelimleri kapsayan toplumsal ilişkilerle gerçekleşirken, askerî-endüstriyel kompleksin tornasında hakiki bir siyaset mekanizmasına dönüştüğünü itiraf etmek gerekir. Buna göre, dünya çapındaki ilaç araştırmaları ve küresel sağlık dünyasını bir deney alanına dönüştürme yarışının hız kazandığı bu ahvâlde, neyin geçerli bir sağlık sorunu olduğuna, sağlığın tam olarak nerede olduğuna ve nasıl ölçülmesi gerektiğine ilişkin bir tanımlama sorunsalının varlığı, standart ve evrensel bir nitelemeyle “küresel sağlık” denilen şeyi kapsamlı bir sorgulama konusu kılmanın, dolayısıyla neyin “bilim” sayılacağına ve neyin “bilim-dışı” kategorisine fırlatılacağına ilişkin hakemlik süreçlerinin işleyiş biçimlerini kavramanın, nihayet “küresel sağlığa karşı” olmanın başlangıç noktasıdır.[10]


[1] Subcomandante Marcos, Zapatista Hikâyeleri, çev. Ç. Dalay, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2003, s. 46 ve 50.

[2] Aktaran: Byung-Chul Han, “Sinirsel Şiddet”, Yorgunluk Toplumu içinde, çev. S. Yalçın, İstanbul: Açılım Kitap, 2015, s. 10.

[3] Bu minvalde düşünen başkaları gibi, Evren Balta da, virüsün, küresel dayanışma ve işbirliği ile kolektif koordinasyon namına, “bize kendi aktörlüğümüzü hatırlatan bir aktör” olduğunu yazdı [Birikim-Güncel, 14 Mart 2020].

[4] Sık tekrarlanan bir olguyu anımsatalım: Seyahat kısıtlamalarının, virüsün yayılmasına engel olduğuna dair halihazırda pek az bilimsel veri vardır.

[5] Michael Marder’ın yazdığı gibi: “Hayatta kalmaktan ibaret bir düşünce tarzı, her zaman, zehirli bir milliyetçilik [ve duvarlarla çevrelenmiş bir yönetim içerisinde kurulmuş imkânsız bir saflık ideali] ile paralel bir güzergâh izlemiştir.” – NYT’de yayımlanan metninin Türkçesi için bkz. “Koronavirüs Biziz”, çev. F. M. Hacıahmetoğlu, terrabayt.com, 14 Mart 2020.

[6] Bağışıklık sistemi zayıf olanlar, yaşlılar ve komorbid özneler de buraya ilişir. Žižek, 10 Mart’ta kaleme aldığı yazısında “korona virüsüne, insanlığın çürümüş otları ayıklarcasına yaşlı, zayıf ve hastalardan kurtulmasına imkân veren, küresel sağlığa katkıda bulunacak faydalı bir enfeksiyon gözüyle bakmak”tan söz ediyor ve soruyordu: “Bu gibi prosedürler en güçlü olanın hayatta kalmasına dayalı en zalimâne mantığı uygulamaya geçirmeye hazır hâle geldiğimizi göstermiyor mu?” – Türkçesi şurada: “Ya Küresel Komünizm Ya Orman Kanunları”, çev. S. Güneş ve K. Kırmızısakal, terrabayt.com, 12 Mart 2020.

[7] Krş. Naomi Klein, Şok Doktrini: Felâket Kapitalizminin Yükselişi, çev. S. Özgül, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2010, s. 574 vd.

[8] Krş. A. Çalkıvik, “Ölümüne Yaşatmak: Güvenlik Sorunu Olarak Yaşam”, Toplum ve Bilim, 122. sayı, 2011, s. 19-36, özellikle, s. 27’den itibaren.

[9] Empire, Harvard University Press, 2001, s. 136.

[10] Krş. Vincanne Adams, Metrics: What Counts in Global Health, Duke University Press, 2016.