Tedirginlik Zamanı

Bankaların önünde, tütüncü dükkânlarında, Loto bayilerinde falan uzun aralarla kuyruklar oluşuyor. Toplasan beş kişi var yok, ama biri diğerinden uzak durunca, bir de gölgesine sahip olunca, çoğalıyorlar. Gözüm doyuyor. Çok görüyorum. Alışmışım bir kere. Hayvan olsa, ağaç olsa şaşırırım ama insan. Hep çok değil miydi zaten. Çok oluyordu. Ama aldırmıyordu. Neyse. Bekleyenler, para çekmeyi, sigara almayı ya da şeytanın dizini kırıp lotoyu vurmayı bekliyorlar. Bir felaketin ön günündeyiz belli tamam da biraz paramız olsa fena mı olur? Önümdeki şeytana uydum ben de Loto oynadım. Gözümü korkuttular. Yaşım kırk değil, kalkıp cenaze fonuna üye olmak tuhafıma gidiyor. Parayı kazandım ve öldüm diyelim, göçmenim ya hani, cesedim ortada kalmaz. İnsan kazanacağı parayla apartmanlar almak, bulduğu yere betonlar dökmek hayali de kurabilir ama gün o gün değil. 

Sokaklar durgun. Bazen kendimi Joseph Roth sanıyor, onun öfkesini paylaşıyorum. Avusturya’yı, Viyana’yı seviyor muydu acaba? Seviyordu sanırım. Yoksa neden sürekli sürgün yaşasın. Roth dünyada birbirimizi anlayalım diye yaşamış olabilir mi? Öldüğü ve telifi de düştüğü için bi başıma onu okumakla, anlamakla yetinmeliyim. Özellikle Türk yayıncılar telifi düştüğü için çok mutlu. Ama Tuncay Birkan dışında kim Roth’un eserleri üzerine bir iki cümle bir şey söylüyor derseniz, sular durgun derim. Yaprak kımıldamıyor. Zaten Birkan da İngilizce okuyor. 1002 Gece Masalları’nı, Gazete Yazıları’nı falan. Türkçe okuyanlar istisna hallerde olsun kaideyi bozmuyorlar. Şimdilik.

Şehir Roth’un uzun süre önce tarif ettiği haliyle uzanıp gidiyor. Derinliği olan sokaklara sahip. Üzerleri asfaltla ve apartmanlarla örtülü. Kıyıda kenarda üç beş ağaç var. Sadece evcil hayvanların, kedi köpek tabii, inek yok, yaşama hakkı olduğu için onlar da pek sokakta yok. İnsan ve beton baş başa. Bir de demir, bir de çelik. Bisikletliler, arabalılar, otobüstekiler gelip gidiyorlar. 

Kimdi, Corona’nın dünyamızı korkuttuğu şu durgun günlerde güzelim Corona şiirini yazan, Paul Celan olabilir miydi, “Dünya çekip gitti seni ben taşımalıyım,” diyen? Ona ek olsun diye diyorum, bazen Roth’u taşımalıyım. Taşımalıyız. Üzerine daha çok düşünerek. Kent var ama doğası yok. Gökyüzü evet. Tersi de doğru, doğa varsa kent yok. Varsın olmasın. Bu sıkış tepişlik, dolu doluluk, kalabalık, et kokusu ve kadın cinayetleri gına getirdi artık

Roth’un şehrinde geziniyorum diyelim. En azından ülkesinde. Adam rahat bırakmıyor. İçimde dışımda. 

Muharrem’in dükkânının önünden geçiyorum. Tavuk döner, pizza satıyor. Bir iki yemek türü daha var ama çok müşterisi yok onları alacak yiyecek. Daha çok ayaküstü, bi dilim pizza, döner sandviç yiyor müşterileri. Gelen giden müşteri ama. Eşi gelirse o da çalışan oluyor. Öyle ya, burası ticarethane. Eşin dostun burada ne işi var. Kadın elinde tokmağı şinitzel dövüyor. Döner kesiyor. Yani eşe dosta parklar ve bahçeler müdürlüğü bakıyor. Parkta tavuk göremiyorlar. İmkânsız, düşünmesi bile rezalet. Çocuklar yetiştiriyor bu anneler. Özellikle yabancı olanları. Tavuk görmeyen çocuklar. Tavuğun etini yumurtasını yiyen ama kendisini sadece televizyonda gören çocuklar. 

Patron dükkânı kapatmış. Üzerine de şunları yazmış:

16.03.2020’DEN BERİ

BİZ KORONO VİRİSÜYÜZ

KAPALIYIZ BİZ 

İşini çok ciddiye alıyor. Tamam kapalısınız da, açılana kadar bize hoşça kalın, dostça kalın falan da deseydin bari. Zaten yabancıyız. Haliyle dışarıdanız. Yok. Onlar Korona Virüsü. Canıyla mı uğraşsın yoksa müşterilerine selam sabah mı yollasın? Korona falan değillerdir tabii. Muharrem’in dili dönmemiştir. Olmasınlar da, Allah korusun ama işte bu iş böyle, buraları buraları buraları bir zamanlar hep Osmanlı olunca ne sen bir başka dil öğrenme zahmetine katlanıyorsun ne de ben. Bir kez daha her yer Türk olsun diye uğraşmak daha tatlı bir telaş. Muharrem Korona Virüsü dolayısıyla dükkânını kapatmış. 

Schönbrun Sarayı kapılarını kapatmış. Aksaray’da kapalı olmalı değil mi? Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemi Başkanı Beyefendi geçen farklı bir sarayda para babalarına para dağıtıyordu. Ağzının suyu akan kodamanlardan birine “neşen yerinde” demeyi de ihmal etmedi. Biz yoksullar elimizi açıp hani bize desek, elimizi keserdi. Bütün parayı zenginlere dağıtmış. Schönbrun Sarayı kapalı ama avlusunda durum farklı değil.

16/17 Mart 2020 tarihinde sadece iki günde 50 bin işçi işinden oldu. Hükümet daha çok zenginleri kurtarmanın derdinde. Başbakan, tuhaf ilişkileri, ve tuhaf vücudu, dahası konuşma biçimiyle Türkiye’nin gündeminden çıksa aklından çıkamayacak olan Burhan Kuzu’nun, “Hasiktir Gavur” dediği Sebastian Kurz bu arada. Nedense hatırlatmak istedim.

(Burada bir parantez açmak istiyorum. İzniniz var mı ey ahali, ne olursunuz, lütfen lütfen. Türkiye’de tabii roman yazılmaz, yazılamaz demek istiyorum. Çok çok bilmişçe kendimi de aşağılamak istiyorum. Kurz’u karikatürize edebiliriz Avusturya’da. Ona bir sürü elbise giydirebilir. Dalga geçer, aşağılar, yüceltir, hikâyeler anlatırız. Kurz bize çok az malzeme verir, ama verdiği kadarı çok işimize yarar. İşte kuzu kuzu gelen Burhan Kuzu böyle değil. Tüm boyutlarıyla ortada. Kurmacaya, düşünmeye, imge yaratmaya imkân vermiyor. Tüm kiri, komiğiyle bizimle. Roman yazmak istiyorsak, belirgin simalarımızın hayal gücümüzün ötesinde bir düşüşü temsil etmemelerine özen göstermeliyiz. Üzerine ne yazsak ona yakışıyor, “evet bu Burhan Kuzu’nun hikâyesi” oluyor. Fena oluyor. Oysa Murteza Orhan Kemal’in yazdığı bir öyküydü. Kuzu cidden yazarı da öldürüyor.) 

Avusturya’da 11 bin, dünyada 77 bin çalışanı olan Strabag inşaat şirketi, çalışmalarına ara vereceğini duyurdu. 11 bin işçi işsizlik servisine kayıt olacak. 

Bazen sokağa çıkıyorum. Yeni bir roman, yeni bir film izliyor gibi oluyorum. Yozgatlı Berber kapalı. Yanındaki Süryani terzi de kapalı. Onun yanındaki Zonguldaklı inşaat firması da kapalı. Sagefredo, Tschibo kapalı. Bakkallar hariç hemen her yer kapalı. Kafka’nın Dönüşüm’ü, Dava’yı yazdığı, Musil’in, Hermann Broch’un doğduğu büyük felaketlerin dünyasında yaşadığımızı hissediyorum. Yeni bir çağ mı bu başlayan, kendi müziğini, kendi dansını da beraberinde getirecek mi? 

Yoksa Orhan Duru’nun “Karabasan”da dediği mi olacak, “Onlar böceklerinden memnundu belki de, böcekler zehirlemişti onları belki de.”

Doğal alanlar kapalı. Sokaklar kalıyor geriye. Yaşlı, yaşlandıkça muhafazakârlaşan sertleşen kadınlar yumuşamış. Sokaklarından gelip geçene tebessüm ediyorlar. Selam alıp veriyorlar. Pek âdetleri değildir oysa. Bazı mahallelerde özellikle, hor görmek bir yaşama kültürü âdeta.  

Güzel kadınlar çirkin erkeklerle selamlaşıyor. Uzaktan konuşuyor, el sallıyorlar. Ben dün bir kız çocuğuyla uzaktan uzaktan konuştum. Uzağımızda çiçekler açmış ağaçlar vardı. Rüzgâr bir çocuğun, bir onların kokusunu getiriyordu. Güzeldi. Biz insanlar bu kısacık bir iki günde birbirimizi özlemişiz diye düşündüm. Yetişme telaşı yok. Cinsiyetin, gençliğin, yaşlılığın, çocukluğun, büyüklüğün açtığı derin yarıklar yok. Diyeceksiniz ki çünkü insan yok. Doğru mu bu bilmiyorum. Var ama çok az. Sokakta en azından. 

Kent ayakta. Ama sonunda yaptı yapacağını. İnsanlığı karantinaya aldı. Eve hapsetti. Hayvan yok. Ağaç tek tük. Kimi insanlar insansızlığın acısını çekiyor. Ya hayvansızlık, doğasızlık ne olacak, üzerine düşünülecek mi? Joseph Roth, kentin ve kapitalizmin ilk gençlik çağında kent ve doğa üzerine düşünüyordu.

Orhan Duru’nun öykü kişisi içine düştüğü “Karabasan”ı atlatamıyordu. “Yakacağım bu evi,” diyordu.

“Yakacağım bu evi. Karşısına geçip bakacağım alev alıp yanan o böceklerin nasıl patladıklarına, nasıl içlerinden çıkan yağlarda cızır cızır pişerek, kavrularak öldüklerine. Yakacağım bu evi. Yakacağım evimi. Son çıkar yol bu. Temelinden yakmak bu evi. Kibrit suyu köküne. Yakacağım, yakacağım, yakacağım…

Ya başkalarının böcekleri?...”