Bu yazıyı evden yazıyorum, evimden. Bir başkasının hayatına ve yaşadıklarına dair yakınlarımızla/arkadaşlarımızla sohbet ederken kullandığımız -genellikle konu ettiğimiz ilişkilerdeki olumsuz durumları betimlemek için- “dört duvarın içinde ne yaşanıyor, bilemeyiz”in o bilinmeyen taraflarındanım ben de, diğerine göre, sizin gibi. Günlerdir hepimizin ortak kaygılarının kesiştiği görünmez noktaların herhangi bir yerindeyim. Korona salgınıyla kaygı, korku ve bilinmezlik şiddeti artan gündelik hayatın ortasında ne yapacağımı, nasıl devam edeceğimi kestiremeyişim, uzaktaki bir evin dört duvarından izlenebilir. Keza şu an içinde bulunduğum odanın penceresinden gördüğüm yakın-uzak evlerin ışıklarının aydınlatamadıklarını ben duyumsayabilirim, mümkün. Korkum yakınımdakine, endişem uzağımdakine, hayat idamesine yönelik maddi/manevi kaygım karşımdakine sirayet edebilir, olağan. Yazıya başlamak için masaya yanaşmadan kısa süre önce sağlık bakanının hastalığın seyrine ilişkin ülkedeki durumu matematiksel olarak dile getirdiği rutin gece açıklamasına, -akşama doğru cumhurbaşkanının konuşmasının ardından dilin ucunda kalan sabrı idareli kullanmaya çalışarak- tahammül etme gayretindeyken, günlerdir telkin edilen “evde kal” eyleminin tanıdığım/tanımadığım insanların üzerindeki etkisini de sosyal medya aracılığıyla okudum, anlamaya çalıştım. Günümün büyük bölümü de, aralıklı olarak bu okuma-anlama çabasıyla geçti.
Dünyanın tamamını etkileyen, hayatın/hayatlarımızın öncesinden tamamen farklı olacağı hakikatini kavratan Korona salgınının kişisel dünyamızdaki kırılması, -birdenbire sayıyla ifade edilerek nesnesi olduğumuz- bir felaketi nasıl karşıladığımız konusunda önemli bir sınavla karşı karşıya bıraktı hepimizi. Hem kendimizi korumaya hem de hastalık virüsünü taşıyorsak hiç kimseye bulaştırmamaya yönelik en önemli önlemlerden biri olan gerekli olmadıkça “evden çıkmama” zorunluluğu, bireysel, kültürel ve sınıfsal reflekslerin farklılığını, değişkenliğini tekrar gösterdi, gösteriyor. Kuvvetle muhtemel ne zaman nihayetleneceği de belirsiz. Zorunlu ücretli/ücretsiz izin, eğitime verilen ara, halihazırda güvencesiz/işsiz/gelirsiz sayısının fazlalığı, yaşı/kronik hastalıkları nedeniyle hastalık karşısında diğerlerine göre risk grubunda kabul edilen insanların ve hastalığın ülkedeki olumsuz seyrine rağmen hizmet sektöründe çalışmak zorunda bırakılan emekçilerin/işçilerin durumu küresel pandemi karşısında “ev”in hayatın odağındaki mekânsal konumunu hatırlattı. Öyleyse, sormak lazım gelmez mi şimdi: Ev bizim neyimiz olur?
Korona küresel pandemisinden, öncelikle bireysel sağlığı korumak lehine uygulanan kişisel karantinanın eve odaklı sabitlik fikrine alışma evresinin, geride bırakılan akışkan hayatın tanınan, bilinen, görece istikrarlı, doğrulanabilir yükümlülüklerinden uzaklaşma, yoksun kalma hissiyle yüzleştiği kabul edilebilir. Bu yüzleşmenin, gündelik hayat alışkanlıklarına, sınırları belirli, kuralları net rutin çalışma pratiğine, karşılığında elde edilen gelirle tüketimi bir yük gibi omuzların üstünde taşıtan akışkanlığa etkisinin bir karşılıklılığı da kapsadığı söylenebilir aynı zamanda: Hayatın içinde “etkin” bir özneyken, zorunluluktan kaynaklı “edilgen” bir özneye dönüşme. Aynı özne arasındaki bu ikili geçişin ilişkileneceği mekânın, yani evin, sadece günler önce sıradan kabul edilen varlığının (gidilen/dönülen yer) istisnai bir alanı kuşatacağının tahayyül edilmezliği, birçoğumuza şu sorularla yaklaştı: Evde nasıl vakit geçireceğim, ne yapacağım, sıkılır mıyım, sıkılırsam ne olacak? Ansızın değişen bu statü karşısında, “ben” haline yönelik tamamlayıcı unsurların varlığından yoksun kalacak olmanın büyüttüğü belirsizliğin korunmasız bir endişeyle çevrelenmesi, istisnai huzursuzluk ve mutsuzluğu da beraberinde getirdi. “Benim” özne olarak kendime dayatacağım korunma/koruma sorumluluğunun, “bir başkası” için karşılık bulduğu anlam, birden ötelenen “diğerinin” pek de önemsenmeyecek deneyimiyle karıştı, karmaşıklaştı. Hayat rutininin belirsiz sayılan bir mühletle sekteye uğrayacak olması, bu rutinin içselleştirdiği duygu/deneyim ikiliğinden sıyrılarak sadece “bireysel” olana yönelmiş bilincin kodlarını değiştirdi. Evde geçirilecek bu mecburi kapanma günlerinin reçetesi oluşturulmaya başladı aniden. Öneriler paylaşıldı. Yapılabilecekler sıralandı. Kitaplar, diziler, filmler birer koruma kalkanı oluşturdu. Sosyal medyanın her mecrasında evde duracak olmanın neyi/nasıl farklılaştıracağına dair kararsız görüşler birer iç dökme, rahatlama pratiği şeklinde dillendirildi. Hayatı sanki imha eden, yeni bir yaşam formunu, biçimini onaylayan katı kuralların biçimlendireceği günlere, hatta şikâyete varan paylaşımlarla hiyerarşik birliğin tedirgin eden yapısal unsurlarına -evin paylaşıldığı insanlarla ilişkinin, yakınlığın nasıl konumlandırılacağı- kişisel alanı nasıl dönüştüreceğine odaklanıldı.
Ev vaktinin dış dünyadaki vakitle eşgüdümsüz seyrini bilenlerle, uzun süredir ev alanı dışında hayatla müşterek bir bağ kuramayanların mecburiyetlerini anlamaya çalışmak yerine garip sayılabilecek, şartlar dahilinde anlaşılırlık limitini aşan “bencillik”, “kayıtsızlık” ve hatta sahibinin koşullarıyla sarmalanan “şımarıklık”, örtük değil, gayet aleni bir davranış/söylem bütünlüğüne dönüştürüldü. Hastalığın küresel etkilerini, siyasi, sosyal, ekonomik sonuçlarını değerlendirirken bu bahsi geçen hakikatin de üzerinde düşünmenin ne denli önemli olduğunu yinelememe sanırım gerek yok. Gaston Bachelard’ın Mekânın Poetikası kitabında belirttiği geçicilikte yaşama hissinin evi hangi saiklarla dönüştürdüğü, yüzleştiklerimizi hatırlatıyor: Geleceğin evi, geçmişin tüm evlerinden daha sağlam, daha geniş olabiliyor bazen, kabul etmek gerek. Şu an yaşadığımız evin varlık alanı, hayal ettiğimiz evin daha rahat, kullanışlı, arzu edilen görüntüsüyle çakışıyor. Evde zaman geçirmenin, karşılaştığımız bu krizi sınıflandırma, külfetini kabul etme aşamasındaki sağlaması başka evlerdeki yaşamın bilgisine, ontolojik sınanmışlığına ihtiyaç duyuyor. Odalardan, mutfaktan, balkondan, kapılardan, eşyalardan, kitaplardan, dizilerden, filmlerden “biricik” gördüğümüz “has” saydığımız kişisel hikâyelerimizden daha ziyade hayatın has, çoklu, zorlu halini anlatmaya çabalayarak. Yaşamla ölüm arasında zorlu bir bilme, düşünme, eyleme, dönüştürme zamanının özneleri olduğumuzu kabul ederek başlamak gerekiyor belki de. Kendi hakkımızın, bir başkasının hakkıyla, onun yaşam payıyla eşit, onunki kadar güvencesiz, korunaksız olduğunu fark etmeye çalışarak hatta.
Günlerdir sıklıkla tekrarlanan, hastalıkla eşitlendiği söylenen toplumsal sınıfların ayrı ayrı özneleri olarak “dışladık”larımızla tanışmanın gayretine sahibiz şu an. “Şimdi evdeyim, sıkılacağım, kilo alacağım, çocuğuma, aileme ve pek tabii kendime tahammül etmek zorunda kalacağım” fikrine saplanıp kalmadan, hepimizin güvencesiz, özgürlüğü sınırlandırılmış, edilgen, talepkâr olamayan benliğini yüceltmek yerine, “müştereklik” duygusunu inşa edecek ortak aklı/bilinci aramanın idrakiyle “ev”i yalnızca kendimize değil, bir başkasına yer açan (eşitlendiğimiz önkabulüyle) geniş bir alan kabul edemez miyiz? Yadsımadan, kuşku duymadan.
Sınırdaki mültecinin evsizliğini, ev içi emeği hiç görünmemiş insanların toplumsal sistemdeki yokluğunu/yoksunluğunu, “sürü bağışıklığına” hibe edilecek yaş aralığındaki diğer insanların gereksinimlerini bilmenin başka bir üretme, bölüşme, dayanışma haline ivedilikle dönüşeceğini hiç olmadığı kadar düşünmek, evde sıkılmanın önüne geçemez mi? Şu an olanaksız gibi görülen bu soruları çoğaltmak mümkün. Elbette ki kriz ve felaket durumlarında bireysel duygulanım, tepki, uyumlanma, alışma süreçleri çeşitli. Yaşanmışlıkların aniden, bir süre yaşanamayacaklarla birlikte düşünülmesinin taşıdığı gizli ızdırap, hepimiz için anlaşılır. Oysa, tanıdığımız/tanımadığımız insanların acı, yokluk, yoksunluk, parasızlık yaşarken ilenmeyişlerine, ah’lanmayışlarına, anlatmadıklarına tanıklığımızı unutmadan “ev içi” yaşam pratiklerine yeniden, tekrar daha yakından bakabiliriz. Ev, burada. Yakınlık kuran bir mesafesi var. Dışa kapalı cömertliğini, düzenini, ontolojik varlığını insan benliğinin örtüsünü kaldırarak sezdiriyor. Bu sıkıcı değil, aksine özgünlüğü ve politik özünü, içinden, “sürekli” görmek, deneyimlemek, paylaşmak için yeni bir “özgürlük” tanımı/deneyimi, geçici süreliğine. Benin kurucusu olacak ya da kendini ben olarak yeniden kuracak bir yarık, ama çatlamış bir ben olarak değil.[1]
[1] Blanchot, Maurice (2014), Felaket Yazısı, çev Aziz Ufuk Kılıç, Monokl, İstanbul, s. 113.