Salgının Kroniği, Kroniğin Salgını: Toplumsallığın Koronerinde Bir Corona (III)

 

İnsanların uykusu vebalıların yaşamından daha kutsaldır. […] “Ama ne demek veba? Yaşam bu, işte hepsi bu kadar.”

— Albert Camus, 1947.

Belirsizlik sürüyor. Geç moderniteye tarihlenen hemen tüm küresel salgınlar gibi, enfekte olmak, yani etkeni edinmek ile, kısacası “taşıyıcı/portör” olmak ile “hasta” olmak özdeşleştiriliyor. Dolayısıyla SARS-CoV-2 (baştaki isimlendirmesiyle, 2019-nCoV) ile COVID-19 birbirine eşitlenerek kullanılıyor. Viral etkeni kapan veya edinen kişi, hele ki bizatihi “virüs” teriminin etimolojisi düşünüldüğünde, çok geçmeden bir tür “toksik başka”ya dönüşüveriyor.

Etkenin reel ve kitlesel anlamda ne kadar öldürücü olduğu, kuşkusuz, beşeri-coğrafi faktörler ile nitelikli sağlık hizmetlerine erişim olanağı başta olmak üzere, bir dizi değişkene bağlı. Yine de, “ortalama bir ülkede yaşayan ortalama bir insan” varsayımı üzerinden bile olsa, bununla ilgili somut bir klinik muhakeme yürütebilmek ve bilimsel açıdan özgüvenli bir tutum alabilmek için henüz erken. Test “metodu”nun kendisinden (RT-PCR) ve incelenecek “numune”nin standardizasyonuna ilişkin (pre-analitik ve analitik) problemlerden başlayarak, test yapılan insan sayısı, testlerin kimlere yapıldığı, ne kadarının hastaneye başvurmuş olduğu, nihayetinde kaç tanesinin hastaneye yatırılmasına (inpatient veya hospitalizasyon) ihtiyaç duyulduğu veya ayaktan izlem ile taburcu edildiği (outpatient veya poliklinik), kaçının yoğun bakım takibi gerektirdiği ve -yazık ki- yaşamını yitirdiği bahsinde henüz yeterince “güçlü” bir örneklem toplamı oluşmuş değil; daha ziyade “küme”ler (cluster) söz konusu. Kliniği aydınlatacak epidemiyolojik veri bütünü henüz tam olarak olgunlaşmış değil. Ampirik-klinik ve moleküler-patolojik korelasyonlar tastamam oturtulmuş değil. Bunun için, enfeksiyonu silik bir klinik tabloyla, yani gündelik yaşantısını aksatmayacak ölçüde ılımlı bir şiddette atlatanları da kapsayacak şekilde serolojik antikor testlerinin geliştirilip yaygınlaşmasını beklemek gerekiyor. Keza, SARS-CoV-2 ile ilgili hücre kültürü çalışmalarından çıkacak anlamlı detaylar da, bizlere antiviral araştırma-geliştirme, sito-patogenez (virüsün hücresel düzeyde hastalık-yapıcı davranışsal mekanizmaları) ve yine virüse ilişkin “stabilite” (ısı, ışık, nem, basınç koşullarındaki dayanıklılığı) ile “aktarım” (transmission) bulguları lehine ferah ufuklar açacak. Bir klinik antite olarak COVID-19, henüz yeryüzündeki pek çok klinisyenin kafasında birtakım klinik özellikleri, Hipokratik anlamda biyolojik tarihçesi, yani “semptomları, bulguları, komplikasyonları” itibarıyla, dahası kırılgan popülasyonlardaki (yenidoğan, gebe, geriatrik kesim) özgül yaklaşımların bir standart protokole bağlanması itibarıyla netleşmiş değil. Bunun için, yeryüzünde biyomedikal bilimlere ait akademik çalışmaların mutat veritabanı olan ve halihazırda meseleye ilişkin 750’den fazla makale içeren PubMed’deki vaka serilerine, hasta takibi detaylarına, uzman konsensüslerine bakılarak bir tür prospektif “klinik tasavvur” oluşturmaya çalışılıyor. Bir bakıma “mevsimsel grip” (veya influenza) tablosuyla, yahut akciğerde tutulum gösteren başkaca viral tablolarla otomatikman özdeşleştirme refleksine halen (ve bir “bilimsel temkin” namına) direniliyor. Öyleyse meslekî pratik daha rafine ve standart bir hal alıncaya dek, yayımlanan yeni bulgular istikametinde değişip dönüşen tavsiyeler takip edilecek. Tam da bu hususiyete değinen bir makale, nitekim, “Yegâne Kesinlik: Belirsizlik” başlığını taşıyordu. Evet, sahadayız: Belirsizlik sürüyor.

Belirsizlik atmosferi, başka pek çok hadisede olduğu gibi, “sosyal”in reaksiyon normlarının ortalığa dökülüp saçılmasını kolaylaştırıyor ve somut tanıklıkları mümkün kılıyor. Anımsatmış olalım ki, Marquez de, 1988 yılındaki bir mülakatında, eserlerindeki hastalık izleği özelinde kendisine sorulan “Hastalıklar sizi neden bu kadar cezbediyor?” sorusuna yanıt olarak şunları dillendiriyordu:

“Ben de Oedipus Rex'ten itibaren hastalıklara ilgi duyuyorum. Bu konuda çok şey okudum. Daniel Defoe'nin Veba Yılı Günlüğü gözde kitaplarımdan biridir. Salgın hastalıklar, insanları şaşırtan, öngörülemeyen tehlikelere benzerler. İnsanların hastalıklara bir tür kader gözüyle baktığı da aşikârdır. Kitlesel ölçekte bir ölüm fenomeninden bahsediyoruz. Benim merakımı çelen, büyük salgınların her zaman büyük aşırılıklara yol açmasıdır. İnsanların daha fazla sevmelerine yol açar, mesela. Beni ilgilendiren, neredeyse metafizik bir boyut.”[1]

Gerçekten de, bütün bu aşırılıklar kumpanyası bağlamında, bir tür evrensel denge (isonomia veya homeostasis) halinde olduğu varsayılan serbest piyasa dinamiklerinin ve verili toplumsal yapılanmaların çözülüşüne, o arada da bir dip dalgası halinde zaten mevcut olan birtakım ideolojik örüntülerin ayyuka çıkmasına tanık oluyoruz. Diyebiliriz ki makro, mezzo ve mikro boyutlardaki bedensel cisimlerdeki cari kaotik hareketlilik, sanki içkinleşmiş ve ortaklaşılmış bir ekseni görünür kılmaya, toplumsal bünyeyi yatay kesen bir tür “korpoloji” hakkında spekülasyonlar yapmaya ilişkin içgörüler sağlıyor. Nitekim beden siyaseti (body politics) projelerinin, bireysel ve kolektif düzlemlerde, “üreme ve cinsellikte, çalışma ve boş zamanda, hastalık hallerinde bedenlerin düzenlenmesi, gözetimi (sürveyans) ve kontrolü”ne işaret ettiği bilinir. Hasta bedenin siyasetinde medikal aklın bir katalizör veya operatör olarak işe koşulması üzerine verilebilecek meşhur örnekler vardır. Gerçekten de biyomedikal paradigmanın tasallutu altındaki tıbbın; Afro-Amerikan insanlar ile kadınlar için bir sosyal kontrol, Ekvador’da ve Şili’de koleranın inkârına yarayacak bir milliyetçi aygıt, Birleşik Devletler’de Çinlilerin cüzzam/lepra, Haitililerin ise AIDS taşıyıcıları olarak mimlenmesini sağlayarak göç etmeye dair yasal-bürokratik kısıtlamaları kolaylaştıracak, eşcinsel ilişkilenmeyi ve giderek erkek eşcinsel stereotipini de, gene Mary Douglas’tan ilhamla söylenirse, saflığı (purity) tehlikeye atacak bir “kirlilik” ile özdeşleştirecek bir enstrüman olarak işlevselleşmesine fazlasıyla aşinayız.[2]

Şimdilerde, görüyoruz: Polisiye tedbirler, tutuklama ve zor kullanımı, “habeas corpus”un askıya alınması bir yana, kendilik pratiklerinin ve birtakım uzman failliklerinin iç içe örüldüğü “yönetimsel” bir strateji de yürürlükte. “Karantina”dan (cordon sanitaire) davranışsal yönetişime, tehlikeden riske, kolonizasyon ve sürgünden, peşin onam içeren mekânsal ayrımlamaya (segregation)... Değil mi ki Michel Foucault’nun fikriyatı, bizlere modernitenin serüvenini “cüzzam, veba ile çiçek”in bir kompozisyonu çerçevesinden okumakta entelektüel bir sakınca bulunmadığını söyletir. Ne olursa olsun, vurgumuz o ki, yurttaşlığın halk sağlığı penceresinden uzamsal inşasına karşılık gelen ve daima bir ulusalcı-militer çağrışım barındıran karantina uygulamaları, bugün, bir tür kolektif arketipi geri çağırıyor gibi gözükmekte. Şöyle ki, devletin coğrafî bedeninin (geo-body) organizmasını oluşturan toplumun, varoluşsal mahiyeti toprak temelli kan bağı söylemi üzerinden yeniden üretilmekte ve o arada sınıfsal uçurumlar gizemlileştirilmekte... Gerçekten de sınıflar-arası çelişkili birlikteliği kültürel mutabakatla mutedilleştiren “hegemonik” (Gramsci) bir mayalama hamlesi olarak kayda geçirilebilir bu.[3]

Diğer hepsi bir yana, bugüne bugün, küresel bir “sinofobi” dalgasının ortasına düştüğümüz açık: Fransa’da toplu taşıma araçlarında Çinli insanların yanına oturulmamasından, mağazalarda “çekik gözlü” Asyalılara hizmet sunulmamasından, Avustralya’nın Çin’den gelen insanları geçmiş yaşanmışlıklar nedeniyle çok eleştirilen Christmas Adası’na kapatmasından, kalp krizi geçiren 60 yaşındaki bir Çinlinin sokak ortasında bir başına ölmeye bırakılmasından, yine, Venedik’te gençlerin Çinli bir çifte hakaret etmesinden, Viyana’da çocukların Çinli turistlere tükürmesinden, yıllardır Torino’da yaşayan Çinli bir ailenin yemek yedikleri restoranda sözlü saldırıya uğramasından, Roma’daki Aşk Çeşmesi’nin yakınlarındaki bir barın kapısına “Çinliler giremez!” levhasının asılmasından, yine Roma’nın saygın sanat okullarından birisinde Uzakdoğulu öğrencilerin derslerinin askıya alınmasından, Kanada’da yaşayan bir televizyon muhabirinin saçlarını kestirdiği Asyalı kuaförünün fotoğrafını paylaşarak “Umarım bugün tek kaptığım şey saç kesimi olur,” diye yazmasından, üç yıl önce Pasifik ada ülkesi Palau’da yediği yarasa çorbasının videosunu sosyal medyaya yükleyen Çinli kadının “Cehenneme git. Akşam öldürülmelisin. Anormal, iğrençsin. Neden ölmedin?” şeklinde sürüp giden mesaj tufanına maruz kalmasından, Birleşik Krallık’taki prestijli bir üniversitede öğrenim gören Çinli bir yüksek lisans öğrencisine muhatap olduğu tutumlar nedeniyle “Kendimi hastalıklı bir kitlenin parçası gibi hissettim,” dedirtilmesinden, Güney Kore’nin başkentinde Asya mutfağı servis eden bir restoranın kapısına “Çinlilere izin yok!” afişi asılmasından, ırkçılığa maruz kalan insanların sosyal medyada “Ben virüs değilim” etiketiyle paylaşım yapmak zorunda kalmasından...[4] Söz edilebilir.

Kuşkusuz, sağlık hizmetleri ve kamusal önlem stratejileri, ayrımcı önyargılar ile körüklenen bu amansız şiddet selinde bihakkın işleyemez ve açıkça hak mağduriyeti yaşanır. Sağlık hizmetleri aksar, biyoetik kodlar ihlal edilir, eşitlik örselenir. Evet, gördük ki, dünyanın pek çok yerinde Çinli ziyaretçiler, “kirli, duyarsız, nemelazımcı birer biyoterörist” olmakla bir tutuldu. Öte yandan sorun şu ki, bu ahvalde kitle iletişim araçlarına yüklenen “doğru bilgilendirme, etkili ve sorumlu yayıncılık” ilkelerinin hayata geçirilmesi talebi,[5] daima idrak edildiği gibi, bu dışlayıcı eğilimi ortadan kaldırmaya yetmeyecek. Bu naif ve rasyonel beklentinin aksine, ayrımcılıklar, birtakım sahte ve karalayıcı haberlerin sonucu olarak değil ama, tam da nedeni gibi düşünülebilir. Belki tıpkı, virüsün genetik materyalindeki nükleotid değişimleri üzerinden yapılan analizlerle ortaya konulan uluslararası iletim yolu (transportation route) haritalarının, şüpheye mahal vermeyecek isabetine karşın “yurtdışı temaslı/bağlantılı” olma haline ilişkin süregiden sembolik referansları, yahut da güncel virüsün bir laboratuvar mühendisliği ürünü ya da belli bir amaca yönelik manipüle edilmiş bir tür “biyolojik silah” olmadığını açıkça ortaya koyan bulgulara (K. G. Andersen ve diğerleri, Nature Medicine, 2020) rağmen, genelgeçer komplo teorilerine yönelik rağbeti ortadan kaldıramadığı gibi. Geri planında, içinde “sosyal”in o pastel gölgelerinin uyukladığı, bizatihi yazılı/görsel medya mensuplarını da içine alan daha köklü bir ajitasyon ve korku yatmaktadır. Belirsizlik ise onu açığa taşır. Cerrahi/medikal maske koşullanması da buna bir örnektir belki de. Özellikle havaalanları, bu anlamda ulusalcı reflekslerin şahikasına vardığı “hudut”lara karşılık geliyor olabilir. Bunun en trajik izdüşümlerinden biri ise Hong Kong, Tayvan, Çin ve de Japonya arasında hüküm sürmesi, dahası, ilk üç coğrafyayı dilsel anlamda gelgitli ve çelişkili bir krizin içine sokmuş olmasıdır (cantonese ile mandarin). İrrasyonel koşullanmanın billurlaştığı momenttir burası. Bilhassa Hong Kong’daki kimi odaklar ile sosyal medya üzerinden tırmanan gerginlik, sorunsalın “Çin” mi (veya “Pekin” mi), yoksa “Çinli” mi oluşunu bulanıklaştırır.[6] Teritoryal parametreler denkleme pervasızca sızar. Böylelikle kültürel özlemler, deyim yerindeyse teritoryal uzlaşı üzerinden tazelenmiş, organik bağlar güçlendirilmiş olur. Bu, tam tamına bir monolitik “milli devlet” olma projesine karşılık gelmese de, şöylesi bir semantiğe denk düşer: Hobsbawm, günümüzde, “[m]illiyetçili[ğin] artık, on dokuzuncu yüzyıl ile yirminci yüzyıl başında temsil ettiği söylenebilecek kadar global bir politik program olmasa da, başka gelişmeleri hayli karmaşıklaştıran bir faktör ya da bir katalizör” olduğunu yazıyordu.[7] Uzatmadan bağlamak gerekirse, diyebiliriz ki “Çinli”den ziyade “Çin” motifi, pek tabii Doğu Türkistan ve Uygur Türkleri üzerinden “bizlere” de sirayet eder.

Nurdan Gürbilek de, Batı’nın siyasal sistemler tarihine nüfuz etmiş olan söylemsel yapılarda hastalık metaforlarının tuttuğu yerin Türkiye özelinde biraz farklılaştığından söz ediyordu. Daha ziyade 1980’lerle birlikte, Türkiye’de siyasi-toplumsal olguların giderek tıbbi terimlerle konuşulmaya başladığını saptıyor ve ekliyordu:

“Türkiye’de yaşanan sürecin Batı’dakinden farkını hesaba katmak gerekiyor. [S]ağlıklılaştırma söylemi Batı’da yalnızca bir metafor olarak değil, toplumun ıslahına, topluma yeni bir düzen vermeye yönelik bir dizi stratejiyle birlikte gelişmiş[ken], Türkiye’nin farkına gelince, burada tıbbî terimlerin politik söyleme fazla ayrıştırılmadan, bilimsel bir sağlıklılaştırma ideolojisinin parçası olmaksızın, çoğu zaman askerî bir tehlikenin ya da ahlâkî bir yozlaşmanın mecazı olarak, genellikle de daha ‘tesadüfi’ ya da ‘keyfî’ bir biçimde girdiğinden söz edilebilir.”[8]

Sözü edilen askerî-ahlâki içlem, pekâlâ “milli” olmakla koşut gider. Nitekim, bir parantezle, Türkiye özelinden gidildiğinde de görülür ki, tıbbi mecazlar, milliyetçi söylemde öteden beri revaçtaydı. Kuvvetli olmayı hak, zayıflığı ise suç olarak gören sosyal Darwinist mercek, toplumsal sorunları hastalıklar, sakatlıklar cinsinden teşhis etmeye ve onlara cerrahi müdahale kesinliğiyle çözüm bulmaya ayarlıydı. Tanıl Bora’nın saptamasıyla, hem İttihad ve Terakki’nin öncülü olan İttihad-ı Osmanî Cemiyeti’ne hem Türk Ocağı’nın kuruluşuna öncülük eden askerî tıbbiyelilerin askerlikle katılaşmış meslekî ideolojisi de, bu tıbbi dilin revaç bulmasına katkıda bulunmuş olmalıydı. Savaşlar, tehcirler ile kavim-kırımların ardından, Yeni Türkiye’de tıbbi mecazların reaksiyoner kullanımı büsbütün biyopolitik bir çerçeveye yerleşti. Milliyetçi biyopolitikanın sacayağını nüfus artışı, öjenizm (“ırk hıfzıssıhhası”) ve beden terbiyesi oluşturuyordu. Necip soyun fiziken ve ruhen “yükselmesi” adına, “tufeyli”lerin (asalakların) ayıklanmasını öngören aleni ve pronatalist bir ırkçılık kol gezmekteydi.[9] Gerçekten de, 1913’te iktidarı bütünüyle tekeline alan İttihadçı liderler, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmed Ağaoğlu ve Ömer Seyfettin gibi ideologlarıyla uyumlu bir politika izlemeye başlayarak, 1908 öncesindeki “öz”lerine rücû etmişlerdi. Bu “öz”, toplumu birtakım tümörler ile malul bir hasta gibi gören ve söz konusu tümörleri de sosyobiyolojinin, pozitivizmin ve çeteciliğin bir senteziyle kesip atacak “fennî” bir doktorluk fikriydi (homo medicus). Bu anlamda, özellikle de Abdullah Cevdet, Doktor Nâzım gibi figürler düşünüldüğünde, Jön Türklerin kendilerini bir tür “içtimai tabib” rolüne memur ettiklerini biliyoruz.[10]

Siyasal tarihimize yuvalanmış olan bu epistemik yapılanma, COVID-19 üzerinden bir kez daha kendisini açık etmiş oldu belki de. Şu farkla ki, frengi veya HIV gibi stigmatizasyon tertibatının yoğunlukla işleme kavuştuğu olguların aksine, belli tipten bir “müsebbip” veya “kurban” atanamayan bu gibi yatay durumlar, nesnesini arayan mitolojinin zembereğinden kopuşunu temsil eder gibiydi. Milliyetçi-mukaddesatçı ideoloji, ne ki, burada da “kaynağı dışarıya fırlatma” hamlesiyle kökensel safralarını meydana savurmayı becerebildi... O banalleşmiş ideoloji ki, “güvenlik” söyleminden fazlasıyla beslenir, kültürel motiflerle desenlenir, bilim-dışı folklorik öğelere kendinden menkul bir değer atfıyla kapılanır ve giderek bir kolektif şarlatanlığa dönüşür. Bu ahvalde, Acil Tıp Uzmanları Derneği (ATUDER) yönetim kurulu başkanı da olan profesör, salgın ile alakalı olarak katıldığı TV programında, canlı yayında apansız Mehmet Âkif'ten şiir okumaya başlar. Kamu aygıtının örgütlediği seferberlik, “sorun küresel, mücadelemiz ulusal” koduyla lanse edilir. CİMER’e yazılan ve 15 bini aşkın sayıda olduğu söylenen başvuru metinlerinde, “Devletimize, milletimize olan inancımızla varız, destek birliği olarak hizmete hazırız” kesrinde ortaklaşılır. İstanbul’da vapur iskelesinde görüntülenen Tayvanlı turistin, civardaki kişilerin kendisinin Coronavirüs taşıdığını sanmaması için, çantasındaki led ekranda akan “Çinli değilim, Tayvanlıyım, Ölürüm Türkiye’m” yazısı övgülere mazhar olur. “TGB’li gençler” virüse karşı apartmanlarındaki yaşlı ve kronik hastaların yardımına koşar, binaların içerisine astıkları afişlere, muzafferane, bir de Türk bayrağı iliştirirler. Beyaz ekranda “Türk tipi dayanışma”dan dem vurulur, “alaturka tedbirler”in işe yarayıp yaramadığı merak edilir. “Türk geni korur mu?” başlıklı tartışmalar yürütülür. Çanakkale’den salgınlara, erken Cumhuriyet’teki sağlık politikalarından güncel duruma el çabukluğu ile bir hat çeken “Cumhuriyetçi Hekimler” grubu, esasında yerli bir bayram olan tıp bayramı vesilesiyle yayımladıkları mesajda, makbul “tıbbiyeli” tipini yeniden-üretir: “Tifüsü, sıtmayı, trahomu, veremi devletimiz ve halkımız ile omuz omuza yendik; Corona’yı da yeneceğiz,” diye haykırırlar. İlave ederler: “Emeğini ve vicdanını Türk Milleti’nin sağlığına adamış hekimlik mesleğinin mensupları, ‘tıbbiyeli Hikmet’ler olarak görevimizin başındayız.” Çanakkale anlatısından devamla, Devlet Bahçeli, “105 yıl önce düşmanı def ettik, bugün de virüsü inşallah bertaraf edeceğiz,” diye kararlılıkla vurgular; “milletine ve Türk-İslâm âlemine” iyi dileklerde bulunur, sıhhat diler. O meyanda 3 Eylül 2019’dan bu yana HDP Diyarbakır İl Başkanlığı binası önünde “oturma eylemi” yapan (“evlat nöbeti”) aileler, karantinadan muaf tutulur. Nihayet beklenen gerçekleşir ve Batman, Ergani, Eğil, Lice, Silvan, Güroymak, Halfeli ile Gökçebağ belediyelerine kayyım atanır. HDP grup başkanvekili, olanca haklılığıyla “Kayyımın virüsten farkı nedir?” diye sorar. Militer aksiyomatik çalışmaktadır: “Habis virüs”e karşı “müteyakkız önlemler”, “aklın, bilimin ve duanın gücü” ile, “yeise ve yılgınlığa kapılmayan Türk milleti” tarafından, “karamsarlık, kötümserlik ve provokasyon”lara meydan vermemek suretiyle... Böylelikle “devlet ve millet kenetlenmesiyle virüsün alanı daraltılacak, sonra da tasfiye edilecek”tir. Yine, Şemdinli’de görev yapan komando birliğinin sağlık çalışanlarını destek amaçlı alkışlamasının ardından, sağlıkçılar da, “kendilerine destek olan Mehmetçik’e selam gönderdikleri videoda” asker selamı ile mukabele eder. DEVA Partisi kurucu üyesi de olan, “güvenlik-savunma ile jeopolitik analiz uzmanı” olmakla sivrilen bir zat, geçtiğimiz günlerde Twitter üzerinden, “Salgında görevini yaparken virüse yakalanıp hayatını kaybeden tüm sağlık çalışanlarımıza şehit statüsü verilmelidir; şehitlerin tüm özlük hak ve imtiyazlarından faydalanabilmelidirler” şeklinde çıkış yapmakta sakınca görmez. Nihayet esasında milli birer “tüzel kişilik”ler olan Binbaşı Refik Saydam ile Tuğgeneral Tevfik Sağlam’a da selam çakılmış, tarihsel makrame tamama erdirilmiş olur.

Yegâne ülküsünü “sağlıklı ve dinç Türk nesilleri görmek” olarak açıklayan, muhatap kitlesi olarak “Türk halkı”nı tayin eden ve bunu “dünya” dediği şey ile bir ikilik içinde kurgulayarak ona hitap eden, öğütler sıralayan[11] Dr. Canan Karatay, “Kelle paçayı hâlâ öneriyorum, ben asırlardan beri uygulananları söylüyorum,” deyiverir. “Lahana, turp, kereviz, sarımsak, soğan ve pancar; bunlar çok önemli”dir, “bunların hepsi toprağın içinde”dir. Kendisini eleştirenlere ise “Ben profesörüm; her istediğimi söylerim, kimse karışamaz,” diye çıkışır. Erdoğan, virüse karşı vücudunun direncini artırmak için her gün “dut pekmezi” içtiğini söyler. Ulema makinesi çalışmaktadır: Karantina uygulaması “Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine sığınıyorum” formülüyle nebevî pratiklere bağlanır. Cumhuriyet gazetesi muhabiri, İstanbul-Şirinevler’de, yasaklara rağmen camiye girenleri görmesi ve salgın/izolasyon uyarılarını hatırlatması üzerine “Allah'ın evinde virüs bulaşmaz,” yanıtı aldığını bildirir. Dilipak, “aşı bahanesi ile çok büyük kitlelerin kısırlaştırılması senaryosu”nu araştırmaya davet ettiği “tedbir” temalı yazısını şöyle bağlar: “Ve her zamankinden daha çok ibadet, dua ve hepsinden önce tevbe etmemiz gerek.” Dahası da vardır. Konu, “tek başına Sağlık Bakanlığı’nın üstesinden gelebileceği bir konu değil”dir: “Hatta Millî Savunma Bakanlığı’nın (MSB) da daha fazla sorumluluk üstlenmesi gerekir.” Nitekim çok geçmeden, MSB bünyesinde “Koronavirüs ile Mücadele Merkezi” (KOMMER) kurulur.

Yıllar yılı İtalya’da yaşayan ve şimdilerde “salgın günleri”ni idrak etmekte olan Türk vatandaş, “Ben İtalya’da yaşıyorum. Burada ölenleri yakıyorlar. Ben imansız gitmek istemiyorum. [...] Öleceksem de vatanımda imanlı öleyim,” diyerek yetkilileri göreve çağırır.

O arada büyük temizlik[12] sürmektedir: Ruhsatsız ve etiketsiz dezenfektan imal edenler, kaçakçılık suçlarıyla mücadele kapsamında “hainlik” ile mühürlenir; “fırsatçılara darbe vurul”muştur, değil mi ki “ifsâd için kolları sıvayan dâhilî ve hâricî bedhâhlar” takımına aittir onlar. Sosyal medyada “halkı korku ve paniğe sevk edecek çok sayıda asılsız ve kasıtlı paylaşımlar”da bulunanlar, ekiplerce gözaltına alınarak, adliyeye sevk edilir. Mart ayı başlarında, virüsün yayılışını gösteren kızıla boyanmış gezegen haritasında Türkiye henüz “beyaz” kalan nadir ülkelerden biriyken, bununla ilgili sitayişlerle dolu kültürel idmanlarını yapmakta olan, “Uzakdoğu’nun beslenme alışkanlıkları ile Batı’nın tuvalet alışkanlıkları” gibi gündelik yaşam pratikleri üzerinden özgüvenini cilalayarak “Müslümanlık”ı işaretleyen “havuz medyası”, Zirve/Kalyon ortaklığından Çalık/Turkuaz’a, oradan İhlas Holding’e varıncaya dek bir dizi kanaat teknisyeni ve muhafazakâr-milliyetçi kalemşoru ile, “ekonomik ve sosyal hayatı durduracak kısıtlamaların virüsten daha ağır sonuçlar doğurabileceğine” ilişkin duydukları gizil kaygıya susturucu takarak, o sonsuz gerekçelendirebilme yetileriyle, bu kez de “krizler karşısında örgütlü bir devlet mekanizmasına sahip olduğunu ortaya koyan Türkiye’yi herkesin tebrik ettiği”nden dem vururlar. Dahası Türk milleti, her zaman olduğu gibi, bir “kriz sosyolojisi” istikametinde “yekvücut kenetlenerek” mücadeleye atılma olgunluğunu bir kez daha ispat etmiştir.

Evet, muktedirin ulusal-kültürel fantezilerinden ekonomi-politiğe, Tuğçe Kazaz’dan Hilâl Kaplan’a, Cem Küçük’ten Ali Karahasanoğlu’na, Nagehan Alçı’dan işçi cinayetlerine giden bir yol vardır.[13] Dahası göç, iltica, sağlık, kentsel dönüşüm, “Güneydoğu”, istihdam, grevler, emek süreçleri ve “işgücü piyasası” bağlamında bir el alışkanlığıyla her daim başvurulan “güvenlik” söyleminden militarizme, maşizme, silah endüstrisine, şovenizme giden bir yol vardır. Bu, çırılçıplak bir yol olsa da, kültürel-milliyetçi bir harç ile bulanarak “yapısal”laşır, sislendirilir. Kapitalist suretleri gizleyen mistifikasyon kinetiğinde mahfuz olan bütün o faşist örüntüler, Horkheimer’ın “faşizm-kapitalizm” ilişkisinin eşlenikliğine dair o meşhur vurgusuyla birlikte düşünülebilir. Serbest piyasacı liberalizm, bir hegemonik blok olarak “ulus-devlet” içinde eritilir ve güvenlik ile tehlike tematiği etrafında, hasılı “milli güvenlik”, “kamu yararı”, “memleket sağlığı” aksında örgütlenir. Bir küresel salgının adı olarak neoliberalizmdir o.

 

[1] G. G. Marquez’le Konuşmalar, der. G. H. Bell-Villada, çev. O. Akınhay, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2017, s. 187-188.

[2] D. Joralemon, “Expanding the Vision of Medical Anthropology”, Exploring Medical Anthropology içinde, Routledge, 2017, s. 38-50.

[3] Krş. A. Bashford, “Quarantine: Imagining the Geo-body of a Nation”, Imperial Hygiene: A Critical History of Colonialism, Nationalism and Public Health içinde, Palgrave Macmillan, 2004, s. 115-136.

[4] O. Elbek, “Virüs Var; Takmayın Maske!”, T24 [t24.com.tr], 9 Şubat 2020. Ayrıca bkz. “Koronavirüs ile Birlikte Zenofobi de Yayılıyor”, Yeni Yaşam Gazetesi, 4 Şubat 2020.

[5] K. Shimizu, “2019-nCoV, Fake News, and Racism”, Lancet, 395/10225, 2020, s. 685-686.

[6] Yine, bkz. R. Y-.N. Chung ve M. M. Li, “Anti-Chinese Sentiment during the 2019-nCoV Outbreak”, Lancet, 395/10225, 2020, s. 686-687.

[7] E. J. Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik: 1780'den Günümüze, çev. O. Akınhay, İstanbul: Ayrıntı, 1993, s. 192 vd., özellikle, s. 222-224.

[8] “İktidarın Sağlığı”, Vitrinde Yaşamak: 1980'lerin Kültürel İklimi içinde, İstanbul: Metis, 2001, s. 70-80, özellikle, s. 72-77.

[9] T. Bora, Cereyanlar: Türkiye’de Siyasî İdeolojiler, İstanbul: İletişim, 2017, s. 226-227.

[10] Ş. Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük: 1889-1902, İstanbul: İletişim, 1989, s. 606-607. Yeri gelmişken, devletlû ve bürokratik yaşanmışlıklar ile harp ve memleket anıları, söz konusu gerçeği tetkik edebilmek için verimli bir mecra sayılabilir; krş. Hekim ve Heybesi: Tıp, Bilim, İdeoloji, İstanbul: NotaBene, 2017, s. 159-201.

[11] Bir örnek için, şu kitabın birinci bölümüne göz atılabilir: Karatay Diyeti’yle Yaşam Boyu Sağlık, ed. N. Doğan, İstanbul: Hayykitap, 2011.

[12] İlgilenenler için, 1937 yılında İstanbul’da patlak veren “tifüs” salgınını tam da bu kavramsallaştırma üzerinden okuyan oldukça güzel bir çalışma var: S. Güvenç-Şalgırlı, “Eugenics as Science of the Social: A Case from 1930s Istanbul”, Yayımlanmamış Doktora Tezi, State University of New York (Binghamton), 2009. O yıllarda tifüs, bizatihi Türklüğe yönelik bir saldırı olarak telakki edilmiş, “ilkellik” ile özdeşleştirilmiştir. Giderek salgın, bir “büyük temizlik” harekâtının manivelasına dönüşecektir: Aynı yer, s. 127-129 ve 131 vd.

[13] Şu şık metne bakılabilir: U. Özmakas, “Nagehan Alçı Olarak Tuğçe Kazaz”, Birikim Güncel, 21 Ocak 2015.