Çin'le İktisadi İlişkilerin Perde Arkası
Ahmet İnsel

2019’un sonunda az gelişmiş 45 ülkenin G20 üyesi ülkelere olan toplam borcunun %63’ü Çin’in alacaklarından oluşuyordu. Bu oran on yıl önce %40’tan daha azdı. Buna orta gelir seviyesindeki ülkeleri de katınca, düşük ve orta gelirli ülkelerin Dünya Bankası, vs… gibi çok taraflı finans kurumlarına olan borçları hariç, yalnız ikili anlaşmalara dayalı toplam dış borçlarının %35’inin alacaklısının bugün Çin olduğu olgusu karşımıza çıkıyor. Çin, kalkınmakta olan ülkelere ikili anlaşmalar çerçevesinde verilen kredilerin en büyük alacaklısı konumuna son beş yılda geldi. Birçok araştırmacı Çin’in, Yeni İpek Yolu politikasıyla da bağlantı kurarak, bir “borç tuzağı diplomasisi” yürüttüğünü iddia ediyor. Bunu ele almadan önce, bugün Çin ekonomisinin ulaştığı boyutu hatırlatalım.

Dünya ekonomisinde ABD’nin mutlak hâkimiyetinin gerilediği bir dönemdeyiz. Günümüzde üç blok, ABD, Çin ve AB, her biri dünya gayri safi hasılasının (GSH) takriben %15’ine sahip olarak, dünya ekonomisinin yarısını temsil ediyor. ABD’nin payı zaman içinde azalırken, Çin’in payı son yirmi yılda hızla arttı. Bugün GSYH büyüklüğü olarak ABD 21,9 trilyon dolarla birinci. Onu 16,4 trilyon dolarlık ekonomik büyüklüğü ile Çin izliyor. Ama bu değerlendirmeyi satın alma gücü paritesi (SAGP) üzerinden yapınca, Çin az farkla ABD’nin önüne geçiyor. Dünya Bankası ve birçok araştırma kuruluşu, Çin’in 2030 civarında cari dolar kuru üzerinden de ABD’nin önüne geçeceğini tahmin ediyor.

Buna karşılık ortalama refah seviyesi açısından bakınca, ABD ile Çin arasındaki büyük fark, azalmakla beraber devam ediyor. ABD’de kişi başına gelir, SAGP olarak, 65.000 uluslararası dolar iken, Çin’de bu 16.800 uluslararası dolar. Çin’de nüfus hızla yaşlanıyor ve 2050’ye kadar nüfusun iki yüz milyon azalacağı tahmin ediliyor. Bu nüfus azalması ve giderek yavaşlayacak olsa da, Çin’in büyüme hızının ABD’den daha yüksek olmaya devam edeceği varsayımları ışığında, önümüzdeki yirmi yılda Çin’deki ortalama refah seviyesinin, ABD’yi tam yakalamasa da, aradaki farkı epey kapatacağı öngörülebilir.

ABD ile Çin arasında başlayan uluslararası hâkimiyet mücadelesinde, bugüne kadar Çin’in “yumuşak güç” olarak tanımlanan iktisadi işbirliği aracılığıyla etki alanını genişletme ve asli hegemon gücü geriletme stratejisi de giderek daha fazla tartışılıyor. Çin’in özellikle orta ve düşük gelir seviyesindeki ülkelerle yaptığı ticari anlaşmalar, bu ülkelere yaptığı yatırımlar ve verdiği borçların perde arkasını inceleyen araştırmaların çoğunun vardığı ortak iki sonuç var. Birincisi, Çin’in “herkesle refah paylaşımı ve çok taraflılık” ilkesini öne sürerek yaptığı işbirliği, yatırım ve borç verme anlaşmalarında ana amacın Çin merkezli arz zincirini yaymak ve güçlendirmek olduğu. İkinci amaç ise, kendi ticari çıkarları için lobi yapmanın yanında, uluslararası planda Çin’e siyasal konularda ve özellikle insan hakları ihlalleriyle ilgili  yönetilen eleştirileri susturmak, Çin’in dış politikasına aykırı girişimleri engellemek ve Tayvan’ı uluslararası planda izole etmek.

Xi Jinping’in 2013’te başa gelmesiyle Çin’de otoriterleşme, ideolojik katılık (Xi Jinping düşüncesi) ivme kazandı. “Tek ülke, iki sistem” vaadinin Hong Kong’da uygulanmayacağı ortaya çıktı. Bu sertlik politikasının bir başka yansıması, Doğu Türkistan’da Uygurlara yönelik kültürel soykırım boyutuna varan son derece ağır kitlesel zorunlu asimilasyon politikası oldu. Son dönemde Çin dış politikada, özellikle büyükelçileri aracılığıyla onu eleştirenleri aşağılayan, hakaret sınırlarında ifadeler kullanmaya başladı.

Bütün bunların yanında, Çin’in uyguladığı iktisadi işbirliği modelindeki dengesizlik ve tek yönlülük günümüzde birçok ülkeyi Çin’le olan iktisadi ilişkilerini daha dikkatli biçimde değerlendirmeye sevk ediyor. Çin’in bugünkü politikası ve iç sorunlarıyla ilgili değerlendirmeleri Çin’i yakından izleyen ve orada çalışmış üç siyaset bilimciyle yaptığımız, 2020 Mart ve Nisan aylarında Birikim Güncel’de yayımlanan söyleşilerde bulmak mümkün[1].

Çin’i bugün Komünist Parti adını taşıyan bir partinin diktatörlüğü altında milliyetçi bir ideolojinin ve kapitalizmin hâkim olduğu ülke olarak tanımlayabiliriz. Günümüz otoriter/otokratik kapitalizmleri veya otoriter nasyonal-kapitalizm[2] olarak tanımladığımız rejimler açısından Çin uç bir örnek oluşturuyor. Genellikle Çin’in ABD veya eski SSCB’den farklı olarak, kendi siyasal rejimini işbirliğinde bulunduğu ülkelerde yayma veya bunu dayatma türünden bir politikası olmadığı tespitini hemen herkes paylaşırken, bu iktisadi işbirliklerinin bir tür neo-emperyalizm olarak tanımlayabileceğimiz boyutları olduğu giderek daha fazla görülüyor. ABD’nin özellikle 1950’ler ve 1960’larda üçüncü dünya ülkeleriyle olan iktisadi ilişkilerinde çok sık uyguladığı, o zamanlar emperyalizm olarak teşhir edilen yöntemlerin benzerlerini bugün Çin birçok ülkede uyguluyor. Buna karşılık ilişkide olduğu ülkelerde demokrasi, insan hakları, azınlıkların korunması gibi konularla hiç ilgilenmediği için, otoriter/otokratik rejimler Çin’le işbirliği yapmaya çok hevesliler.

Çin’in yumuşak güç politikasının perde arkasını, Mart 2021’de AIDDATA ve üç başka kuruluşun ortak araştırmasının sonucu olarak yayımlanan, Çin Nasıl Borç Veriyor? raporu çok açık biçimde gösterdi.[3] Çin’in devlet güdümlü kuruluşlarının borç verdikleri ülkelerle yaptıkları yüz borç anlaşmasını farklı kanallardan bulup inceleyen beş araştırmacı, bu anlaşmalarda yer alan son derece ağır koşulları ortaya çıkardılar. Türkiye’de giderek mali olarak bunalan ve uluslararası planda izole olan Erdoğanizm’in Çin’le daha fazla yatıp kalkmaya teşne olduğu günümüzde, bu ağır koşulları dikkatle değerlendirmekte yarar var.

Çin devleti güdümlü kuruluşların diğer ülkelerle iki bin civarında borç anlaşması imzaladığı tahmin ediliyor. Söz konusu araştırma bunların arasından 24 ülke ile imzalanmış yüz anlaşmanın tam metinlerine ulaşarak yapılan bir değerlendirme sunuyor. Her şeyden önce bu yüz borç anlaşması içinde 2014’ten sonra imzalanmış olanların hepsi son derece kapsamlı gizlilik koşulları içeriyor. 2014 öncesinde ise gizlilik koşuluna Çin’le yapılan kredi anlaşmalarında çok istisnai olarak rastlanıyordu. Anlaşmaların birçok maddesinin, bazen tamamının gizli kalması koşulunu dayatarak Çin, borçlu ülkelerin gerçek borçlanma durumunun ve borçlanma koşullarının değerlendirilmesini engelliyor. Bu aynı zamanda borç alan ülkelerde yurttaşların yönetimi bu konularda denetleme olanağını da sınırlıyor. Ayrıca tam gizlilik koşulu, bu kredi anlaşmalarında yer alan ve sözleşme hakkaniyetine aykırı bir dizi maddenin görünmez kılınmasını sağlıyor. Bunlara ilaveten, kredi anlaşmalarının tam olarak gizli tutulması koşulu bu kredilerin kullanımında yolsuzlukların, kayırmacılıkların da daha rahat gerçekleşmesini sağlıyor.

Söz konusu kredi anlaşmalarındaki son derece ağır, neo-emperyalizm uygulaması olarak tanımlanması gereken şartların arasında, üçü dikkat çekiyor. Birincisi, incelenen yüz anlaşmanın yarısında var olan, borçlu ülkenin siyasetine doğrudan müdahale anlamına gelen madde. Hepsinde aynı şekilde ifade edilen bu madde, borçlu ülkenin eylemleri Çin Halk Cumhuriyeti’nin çıkarlarıyla çelişirse, Pekin’e alacağını vadesi gelmeden talep etme hakkı tanıyor. Daha da ürkütücü olanı, incelenen anlaşmaların %90’ında yer alan bir başka maddede, borçlu ülkede gerçekleşecek önemli bir yasama veya siyaset değişikliği durumunda Çin’e alacağını vadesinden önce talep etme hakkı tanınması. Elbette, başta IMF olmak üzere, birçok uluslararası finans kuruluşu devletlere kredi verirken anlaşmaya benzer politika kısıtlayıcı maddeler koyduruyor. Bunlar genellikle borçlu ülkenin iktisat politikalarında belli bir istikrar yükümlülüğü içeren koşullar. Çinli kuruluşların imzaladığı anlaşmalarda ise bu vade öncesi ödeme yükümlülüğü borçlu ülkede gerçekleşecek, borç ödeme yükümlülüğünü yerine getirememe sonucu yaratacak her türlü yasama kararı veya siyaset değişikliğini kapsıyor. Çin’in “karşılıklı refah paylaşımı ve dengeli işbirliği” adı altında kurduğu ilişkilerde, geçmişte çok eleştirdiği emperyalizmin pratiklerini benimsediğini görüyoruz.

İncelenen yüz borç anlaşmasının toplam miktarı 36 milyar dolar. %54’ünü alt orta gelir seviyesindeki ülkeler, %36’sını yüksek orta gelir seviyesindeki ülkelerle yapılmış anlaşmalar oluşturuyor. Düşük gelir seviyesindeki ülkelerin incelenen yüz anlaşma içindeki payı %8. İki Çin mali kuruluşu, China Eximbank ve China Development Bank, Çin’in incelenen borç anlaşmalarındaki alacaklarının beşte dördüne sahipler. Yüz borç sözleşmesinin yapıldığı 24 ülkenin yarısı Afrika’da, dörtte biri Latin Amerika’da. Anlaşmalar %40’ı taşıma ve lojistik, %20’si enerji ve %20’si iletişim alanlarındaki yatırımlar için verilen kredileri kapsıyor.

Çin mali kuruluşlarının yaptıkları borç anlaşmalarında dikkat çeken ikinci koşul, Çin’e o ülkenin diğer alacaklılarından üstün bir konum tanıması. Bu kredi anlaşmaları, borçlu ülke borç yapılandırmasına gitmek zorunda kaldığı zaman, Çin’in alacaklarının OECD bünyesinde borç yapılandırmalarını yürütmek üzere kurulmuş olan Paris Kulübü’nden önce ve ondan bağımsız olarak ödenmesi koşulunu içeriyor. Diğer taraftan Çin kredi verirken, ileride olabilecek anlaşmazlıkların Çin mahkemeleri ve Çin tahkim kurumuna götürülmesini dayatıyor.

Üçüncü koşul daha da düşündürücü. Birçok anlaşmada borçlu ülkenin ihracat gelirlerinin bir kısmının, alacağın güvencesi olarak, borçlu ülke dışında, ya vergi cennetlerinden birinde ya da Çin’de mukim bir bankada toplanması öngörülüyor. Borçlu ülkenin bu hesapta biriken kendi parasını kullanması alacaklı Çin bankasının iznine tabi. Ve daha önemlisi, Çin mali kuruluşları kredi verirken, garanti olarak, borç alan ülkedeki bazı varlıkların, özellikle limanların mülkiyetinin bütününü ve önemli bir kısmını rehin alıyorlar. Cibuti limanının yarı hissesi bu yolla China Merchant Port’a geçtikten sonra Çin ilk denizaşırı askeri deniz üssünü bu ülkede kurdu. Kamerun’da Kribi, Mısır’da El Edebiyye limanlarında durum benzer. Yatırım için verilen kredi anlaşmalarında, kredinin kullanımının bir kısmı veya tamamının Çinli şirketlere tahsis edilmesi koşulu yer alıyor.

Karadağ’da Bar limanını Sırbistan’a bağlayan ve kullanım yoğunluğu açısından verimli olmayacağı aşikâr otoyol inşaatı projesini, bu nedenle ve Karadağ’ın borç yükünü çok fazla arttıracağı için Dünya Bankası ve Avrupa Yatırım Bankası mali olarak desteklemeyince, Çin Eximbank’ı devreye girmişti. Çin mali kuruluşu alacağına karşılık güvence olarak Karadağ’da binlerce hektar arazinin mülkiyetini rehin aldı. İnşaat da Çinli bir firmaya, China Road and Bridge Corporation’a verildi. Çin’in Karadağ’a açtığı 1,3 milyar dolar kredi, bu ülkenin dış borcunun GSYİH’sına oranını bir anda %60’dan %80’e yükseltti. Karadağ’ın Çinli kuruluşlara olan borcu, GSYİH’sının %18’ine denk geliyor. Karadağ geçtiğimiz günlerde Avrupa Birliği’nden, pandemi nedeniyle ilk taksidini gelecek yaz ödeyemeyeceği gerekçesiyle Çin’e olan borcundan kendisini kurtarma çağrısı yaptı. Otoyolun son kırk kilometresinin inşaatı da durmuş durumda.

Çin mali kuruluşları ve şirketlerinin diğer ülkelere verdikleri borcun mali koşulları, faiz oranı, vade ve ödeme koşulları olarak da uluslararası ticari bankaların kredi verme koşullarıyla aynı, hatta bazı durumlarda daha ağır. Bu nedenle çoktaraflı kuruluşların veya OECD ülkeleri kalkınma bankalarının düşük gelir grubundaki ülkelere verdikleri kredilerdeki yardım ve hibe özelliği, Çin kuruluşlarının açtığı kredilerin ezici çoğunluğunda yok. Tersine örneğin Sierra Leone gibi dünyanın en yoksul ülkelerinden birine Çin’in verdiği kredinin faizi Libor+4! Pandemi krizi nedeniyle mali olarak daha büyük zorluğa düşen birçok Afrika ülkesi şimdi Çin’i yoksul ülkelere olan alacaklarını silmeye çağırıyor ve Çin’le olan iktisadi ilişkilerini gözden geçiriyor.

Çin’in Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine doğru açılımı da giderek ilgili ülkelerde tartışılıyor. 2012’de Budapeşte’de, bir kısmı AB üyesi olan, 16 Orta ve Doğu Avrupa ülkesinin katılımıyla başlatılan 16+1 girişimi, Yunanistan’ın 2019’da katılımıyla 17+1’e dönüştü.[4] Kısmen AB gümrük duvarını delmek, kısmen Batı Avrupa’ya nazaran daha az gelişmiş olan bu ülke grubuyla ekonomik ilişkilerini geliştirmek ve AB’nin bölgedeki etki gücünü kırmak amacı taşıyan 17+1 girişimi, 2012’de 10 milyar dolarlık bir yatırım hacmini bölgede öngörüyordu.

Çin denizcilik ve liman işletmeleri firması COSCO’nun Pire limanının iki rıhtımı ve çevresindeki araziyi 2009’da 35 yıl için ayda 100 milyon dolar ödeyerek kiralamasıyla başlayan girişim, 2016’da Syriza hükümetinin imzaladığı anlaşmayla COSCO’nun Pire liman işletmesinin hisselerinin %51’ini satın almasıyla sonuçlandı. Aynı zamanda Atina artık BM’de Çin lehine oy kullanmak, AB Zirvesi’nde Çin’e karşı oylamayı veto etmek zorunda kaldı. 2018’de COSCO yatırım planını 670 milyon dolar büyütme kararı aldı. 2019’da Atina’yı ziyaret eden Xi Jinping’le Yunanistan cumhurbaşkanı Pavlopoulos’un yayınladıkları ortak deklarasyonda, Yunanistan “tek bir Çin” tezini uluslararası kuruluşlarda destekleme sözü verdi. Yunan bağımsız gözlemciler Pire limanı yatırımında Çin’in kârdan aslan payını aldığını iddia ediyor ve limanı kente doğru genişletmek ve bir dizi inşaat yapmak isteyen COSCO’ya karşı ciddi bir toplumsal muhalefet ülkede yükseliyor.

Aslında Çin’in 17+1 girişimi beklediği kadar başarılı olamadı. Hatta son iki yıl zarfında, girişime üye olan ülkelerin birçoğu art arda Çin’in dâhil olduğu yatırım projelerini iptal etmeye başladılar. Mayıs 2020’de Romanya Çin’le yürüttüğü iki yeni nükleer santral görüşmesini iptal etti. Çin’in yapacağı hidroelektrik santrali projesini ise Romanya 2015’te iptal etmişti. Polonya, Romanya, Estonya ve Çek Cumhuriyeti Huawei’nin yatırımlarını kısıtlama, 5G ihalesinden dışlama kararı aldılar. 17+1’e dâhil olmayan Ukrayna’da yüksek mahkeme, bir Çin uçak motoru şirketinin yüzyıl önce kurulmuş ve uçak motorları üreten Ukrayna firması Motor Sich Joint-Stock’un (MSJS) hisselerinin %40’ını satın almasını, ulusal güvenlik gerekçesiyle engelledi. Mart 2021’de Ukrayna cumhurbaşkanı, Çin firmasının bu şirketin kontrolünü ele geçirmeye yönelik yeni hamlesini eleştirip, bu hamleye aracılık ederek ulusal güvenliği tehdit edenleri cezalandırmakla tehdit etti. Bugünlerde Kiev’de koruyucu önlem olarak MSJS’in hisselerinin kamulaştırılması konuşuluyor.

Çin’in ülkesinde insan haklarını fütursuz biçimde çiğnemesi, Uygur Türklerine uyguladığı mezalim, geçmişte Tibet’te yaptığını şimdi İç Moğolistan’da yapmaya başlaması, Hong Kong’da yürüttüğü kibirli baskıcı politika, AB ülkelerinde ciddi bir tepki yaratıyor. Estonya, bütün bu nedenlerle 17+1’den çıkmayı düşünüyor. Letonya, kendi istihbarat servisinin raporlarına dayanarak, Çin’in AB ve NATO için siber tehlike oluşturduğunu ilan etti. Çek senato başkanının Tayvan’ı ziyaret etmesinin ardından, Çin dışişleri sözcüsünün senato başkanının bu ziyaret nedeniyle “ağır bir bedel” ödeyeceğini söylemesi, Çek Cumhuriyeti’nin Çin’le olan ilişkilerine hızla mesafe koymasına yol açtı. Prag belediye meclisi, Pekin’le olan işbirliği anlaşmasını, anlaşmada “Çin’i tek ülke” tanıma koşulu yer aldığı için iptal etti.

Bunların yanında 17+1 girişiminin çok fazla proje ilan ettiği ama bunların çok azının gerçekleştiği şikâyeti yaygın. 17 ülke ile Çin arasındaki ticaret hacmi de giderek artmasına rağmen pek önemli değil ve sürekli Çin lehine gelişiyor. 2021’de sanal ortamda yapılan 17+1 zirvesine Slovenya, Romanya ve üç Baltık ülkesi düşük temsil seviyesinde katıldı. Çin tarafında ise devlet, hükümet ve parti başkanı Xi Jinping vardı. Zirvede Çin’le yürütülen işbirliğine dair, başta Çin’in bu ülkelerden tarım ürünleri ithalatını serbest bırakmayı vaat etmesine rağmen bunu gerçekleştirmemesi ve Çin yatırımlarının kalitesizliği başta olmak üzere, birçok eleştiri dile getirildi.

17+1 girişimi çerçevesinde gerçekleşen birkaç yatırım var. Bunlardan ikisi Sırbistan’da termik santral ve Belgrad’da Mihaylo Pupin Köprüsü, diğerleri büyük yolsuzluk iddialarına sebep olan Karadağ otoyolu ve Pire limanı büyüme projesi. Ama Çin’in Avrupa’da yatırım hamlesinin esas merkezi Macaristan. Çin’in bu ülkedeki yatırım hacminin beş milyar dolara yakınlaştığı tahmin ediliyor. Huawei Avrupa pazarına girme stratejisinde üs olarak Macaristan’ı kullanıyor. Çin’in bu ülkedeki önemli bir başka yatırımı, Ukrayna sınırına yakın inşaatı süren Avrupa’nın en büyük yük treni terminali. Rusya ve Ukrayna üzerinden Çin’den gelecek yük trenlerinin yüklerini boşaltması ve Avrupa’ya buradan dağıtılması öngörülüyor. Yeni İpek Yolu stratejisinin tren taşımacılığı alanındaki önemli bir parçası bu. Bunun uzantısında Çin’in Macaristan’a verdiği krediyle yeniden canlanan ve bir Çin firmasının yapımını yürüttüğü, iktisadi verimi çok tartışmalı Belgrad-Budapeşte tren yolu inşaatı yer alıyor. Bu tren yolunun esas amacı Budapeşte’yi Belgrad üzerinden Pire limanına bağlamak. Bu da Yeni İpek Yolu’nun deniz taşımacılığı ayağını oluşturuyor.

Bunların yanında başbakan Viktor Orban, kendinin de mezun olduğu, Macar asıllı Georges Soros’un kurdurduğu prestijli Orta Avrupa Üniversitesi’ni ülke dışına sürerken, Çin’in önde gelen üniversitelerinden, Şanghay sıralamasında ilk yüz arasında yer alan Fudan Üniversitesi’nin 2024’te Macaristan’da büyük bir kampüs açması için anlaşma imzaladı. Macaristan bu üniversiteye arazi tahsis etmek için yaptığı kamulaştırmalarda ciddi bir harcama yaptı. Üniversitenin bütçesinin Macaristan’ın toplam üniversite harcamalarına eşit olacağı tahmin ediliyor! Altı bin öğrencili kampüs, Çin’in Avrupa’da açtığı ilk üniversite olacak. Diğer taraftan Macaristan’da beş adet Konfüçyüs Enstitüsü halen faaliyette. Çin’in yumuşak gücünün taşıyıcısı olma iddiasındaki bu kültür işbirliği amaçlı enstitülerin başka ülkelerdeki bazı yöneticileri, aynı zamanda teknoloji casusluğu yaptıkları gerekçesiyle sınırdışı edildi.

Bugün 17+1 girişimi içinde Çin’in yakın ilişki yürüttüğü üç ülke var: başta Macaristan olmak üzere, Sırbistan ve Yunanistan. Bu üç ülke dışında Çin’le kurulan iktisadi işbirliğinde, Çin’in verdiği kredilerde, gerçekleştirdiği yatırımlarda aslan payının Çin’e kaldığı, diğerlerine katkısının son derece sınırlı kaldığı kanaati giderek yayılıyor. Çin’in alacaklı olduğu birçok kalkınmakta olan ülke yöneticisini bu “borç tuzağı” konusunda uyaran gelişme, 2017’de Sri Lanka’nın vadesi gelen borcunu ödeyemediği için yepyeni bir derin deniz limanı olan Hambantola Limanı’nın kullanım ve tasarruf hakkının %70’ini 99 yıllığına Çin’e devretmek zorunda kalması oldu. Bazı Afrika ülkelerinde de açıkça ilan edilmemiş olsa da, benzer mülkiyet devirleri gerçekleştiği söylentileri giderek artıyor.

Türkiye ile Çin arasında ticaret de son yirmi yılda ciddi biçimde arttı. 2019’da bu ticaret hacmi 20 milyar doları aştı ama bunun %90’ını Çin’in Türkiye’ye yaptığı ihracat oluşturuyor. Türkiye’nin enerji satın aldığı ülkeler dışında bu denli büyük dış ticaret açığı verdiği başka bir ülke yok. Türkiye’nin de Erdoğan yönetiminin Çin’le yaptığı anlaşmalar nedeniyle örneğin Uygurlar konusunda on yıl önce söylediklerini unutup, bugün kulakları sağır eden bir sessizlik içinde olması yukarıda belirtilen kredi, swap, yatırım gibi anlaşmalarda Çin’in dayattığı gizli koşullardan birinin açık sonucu. Çinli üç kuruluş COSCO, CMHI ve CIC 2015 Kumport limanını satın aldı. Çin bankası ICBC Tekstilbank’ı 2015’te satın aldıktan sonra, 2019’da bankayı satın almak için ödediği 600 milyon dolara yakın bir miktarı İstanbul’da bir gökdeleni satın almak için harcadı. Yavuz Sultan Selim Köprüsü ve Kuzey Marmara Otoyolu’nun %51’inin Çinli bir konsorsiyuma satışı ise imza aşamasına geldi. 2024’te mülkiyeti devlete geçmesi gereken bu köprü ve otoyol için Çinli konsorsiyumun 2021’de alıcı olması akla başka güvenceler mi veriliyor sorusunu getiriyor ister istemez.

Çinli kuruluşların Türkiye’deki doğrudan yatırım hacmi son yıllarda hızla artıyor ama şimdilik 4 milyar dolar seviyesinde. Buna bankaların Çinli finans kuruluşlarından aldıkları krediler, Merkez Bankası’nın swap anlaşması vs. dahil değil. Bu anlaşmaların gizli maddeleri var mı, onu da bilmiyoruz. Macaristan’da Viktor Orban, Belgrad-Budapeşte demiryolu inşaatı için Çin’le iki milyar dolarlık kredi anlaşmasını imzalayınca, anlaşmanın on yıl boyunca tamamen gizli kalacağını ilan etti ve inşaatın Macaristan kısmındaki 150 kilometresinin yapımını yakın arkadaşı oligark Meszaros’a verdi. Önümüzdeki dönemde, Kanal İstanbul projesinde uluslararası finansman bulma konusunda büyük zorluklar yaşayacağı giderek beli olan Erdoğan yönetiminin Çin’le bu konuda masaya oturma ihtimalini düşününce, böyle bir anlaşmanın perde arkasında neler yer alabileceğini de bu farklı örneklere bakarak tahmin etmek kolaylaşıyor. Resmi adı Bir Kuşak, Bir Yol olan Yeni İpek Yolu politikasında, söz konusu kuşağın Çin’in borç tuzağı yöntemiyle ilişkide olduğu ülkelerin elini kolunu bağlamak anlamına geldiğini düşünmek için ciddi nedenler var.


[1]Jean Michel De Waele, 28.3.2020 https://birikimdergisi.com/guncel/9997/pekinde-parti-cizgisi-izlenir-kantonda-bu-cizginin-gelmesi-beklenir-jean-michel-de-waele-ile-cin-uzerine-soylesi;

Vanessa Frangville ve Thierry Kellner, 8.4.2020 ve 20.4.2020, https://birikimdergisi.com/guncel/10021/sokak-seviyesinden-girisimcilige-cinde-burokratik-egemenlik ve https://birikimdergisi.com/guncel/10044/havuc-biciminde-sopa-cin-de-milli-mesele-ve-yonetim-tarzi

[2] Pierre-Yves Henin ve Ahmet İnsel, Le national-capitalisme autoritaire: une menace pour la démocratie, Editions Bleu autour, 2021.

[3] How China Lends: A Rare Look into 100 Debt Contracts with Foreign Governments, AIDATA, Mart 2021, https://cutt.ly/Bvk48r5 .

[4] Üye ülkeler: Üç Baltık ülkesi, Polonya, Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Slovenya, Hırvatistan, Romanya, Bulgaristan,  Kuzey Makedonya, Arnavutluk, Sırbistan, Bosna-Hersek, Karadağ ve Yunanistan.