Seyrelme Telaşı
Aksu Bora

Bir zamandır içim çok fena daralıyor. Ama öyle böyle değil. Hani insan dolmuş dolmuş da patlayacakmış gibi olur. Sonra geçer. Bilirsiniz sebebini, en azından kestirirsiniz. Altından kalkamadığınız bir iş, veremediğiniz bir cevap, çözemediğiniz bir düğüm. Geride bir yenilgi duygusu, kendinize dair tatsız bir bilgi, bir tür vazgeçme kalır. Vazgeçme kalabilen bir şey midir, geçip gitmez mi? Bence geçip gitmez. Kendisi olarak değil belki, başka bir şey olarak, ama kalır.

Bir zamandır dedim ama aslında şu “hayat eve sığar” şeyinden sonra başladığını biliyorum. Bazen hafifleyip bazen bütün ağırlığıyla göğsüme çökerek ama hiç ara vermeden. Geçmeden. Eve sığmadığı gibi, insanın kendine de sığmıyor hayat, hep genişlemek istiyor, yayılmak, gitmek. Durmak ona göre değil, sığmak ona göre değil. “Bir büyük oyun yaşamak dediğin”.

Bunu bildiğimden, “kitaplara sığınmak” fikri çok tuhaf gelir- sanki kitaplardan bir oda yapıp içine giriyor, orada kendine bir yaşam alanı kuruyormuşsun gibi. Kitaplardan oda değil, pencereler olur bana kalırsa, içine girmek için değil, dışarı çıkmak içindirler. Açılmak için.

İşte ben de genişlemek, açılmak için bir şeyler yaptım içim daraldıkça. İpişleri, bahçe işleri, okuma işleri. Bir yandan da okuma sarhoşluğunun, o yoğunluğun ne kadar uzağında kaldığımı fark edip üzüldüm. Daha az ya da daha az beğenerek okuyor değilim. Nasıl diyeyim, elimdeki kitap hep elimde duruyor da bir türlü içine giremiyorum. Acaba insan yaşlandıkça böyle mi oluyor?

On beşinde evden kaçmamış olmak gibi, yirmilerinde kitaplardan sarhoş olmamış olmak da sonradan telafi edilemez herhalde. Hatırladım ki, o yoğunluğu veren, okuduğum her şeyi ete kemiğe büründürüp hayatımın bir parçası kılan, onları paylaşmaktı. Kitapları değil, anlattıklarını bile değil hatta, kitaplarla yaşadığım şeyi. Beni büyüledi mi, şaşırdım, öfkelendim, sinir mi oldum, neşelendim mi. Bunları birbirimize “bulaştırarak” başka, daha yoğun bir şeye dönüştürüyorduk. Sanki daha maddi bir şeye. Kitaplar üzerine konuşmaktan başka, kendimiz, hayatımız, hayatlarımız hakkında bir şeydi sanki yaptığımız. Sonradan fark ediyorum ki, yazarlar pek işin içinde değillerdi, öyleyseler bile, biz onları pek görmüyorduk. Şimdi yazardan bahsetmeden, yazdığı başka şeyleri sayıp dökmeden kitap paylaşmak, üzerine bir şeyler söylemek neredeyse imkânsız ya, belki bunun bir sebebi de okuduklarımızın bize değil, hâlâ yazara ait olduklarını hissetmemizdir. Olamaz mı?

Bir de şu var, hayatımızdaki yoğunluk eksikliği. Yaşlanma emarelerini dünyanın haline bağlayıp kurtulmak istiyor da olabilirim ama kiminle konuşsam odaklanamamaktan, yoğunlaşamamaktan, hayatın dağılıp gittiğinden söz ediyor, yani yalnız değilim! Oraya buraya sığdırmaya çalışılan, sıkıştırılan şeyin daha yoğun hale gelmesi beklenir güya ama metaforların da sınırlılıkları var tabii!

Zamanın kelimeleri gibi, duygularının da olduğuna dair çok şey söylendi, yoğunluk eksikliği genellikle hızlanmayla ilişkilendirildi (bu da metaforun sınırlılığı mı yoksa üzerinde düşünmemiz mi gerekir: maddenin varlığı harekete bağlıdır, değil mi? Gezegenler dönmeseler varlıklarını dağılmaktan nasıl koruyabilirlerdi?)

Zamanın duygularının “yoğunluk eksikliği”nden bahsedenlerden biri de Sianne Ngai[2]. O, hızdan çok güçsüzlükle ilgileniyor ve diyor ki, harekete geçiren yoğun duyguların yerine kalakalmayı çağıran bir takım “duygu durumları” geçer. Gevşek şeyler, o kadar gevşek ki, deliklerinden her şey geçer, ne bir şeyi durdurabilirler ne toparlanıp harekete geçerler. Hani bir ara “hoşlantı” diye bir laf çıkmıştı, onun gibi!

Ama ben, bu yoğunluk eksikliği problemini, hangi duygu durumlarıyla, ne tür ilişkilerle bağlantılı olduğunu asıl, edebiyattan öğreniyorum (hakkını yememek lazım, Ngai de bir kültür kuramcısı nihayetinde, o da öyle yapıyor yani!). Mesela Normal İnsanlar’dan[3], mesela Dünyadan Aşağı’dan[4]. Sürüklenip duran Connell ve Marianne’den, onların yarım cümlelerinden, hayal bile olamayan hayallerinden, aşk bile olamayan aşklarından. Ya da kendi hikâyesini anlatmaktan aciz, yalancı, sömürgen Hilmi Aydın’dan.

Yoğunluk eksikliğinin etrafında dolanıp dururken adı “Seyrelme Telaşı” olan bir hikâyeyle karşılaşmanın nasıl bir şey olduğunu tahmin edersiniz. Üstelik Behçet Çelik’ten. Üstelik, “Patikaların İyi Yanı” isimli bir kitapta! “Seyrelme Endişesi” değil, “Seyrelme Telaşı”. Belki de endişe edecek bir şey yoktur.

“Hücrelerinin arası açılıyor sanki, az yaşamadı bunu vaktiyle, öyle bir seyrelmek, belki daha da içerilerde, atomlarının arasında, mümkün değil biliyor, bilmenin yetmediği yerlerde çok zaman, bilmenin kesmediği.”

Seyrelmek istemeyen, bunun yok olmak gibi bir şey olacağından korkan, bir yandan da seyrelmenin bir başka şeye yol açacağı ümidini, ümit fazla kaçar, hayalini besleyen Çağla. Kendine beden arayan sesi arayan Çağla. Sesini kaybetmiş, “ağzında taşlarla yere çakılmış” Çağla. Oysa o sesi bir bulsa, bedenine yerleştirse, sınırları aştık sanırken aslında kendi sınırlarını aştıklarını, kendilerini kuşattıklarını haykırabilse, o zaman ahşabın masifine sığınmak zorunda kalmayacak, o zaman seyrelmekten korkmayacak. Çünkü o zaman seyrelme, başka bir maddeye, bir başka yoğunluğa dönüşecek. “Ramak kalmış zannediyor her şeyin şeklini –bir önceki kargaşada çizilmiş sınırlarını- ya da kaskatılığını –boynunun büküklüğünü- yitirip – ne büyük lütuf maddeye- bir büyük eriyikte birleşmesine. Çökmüş tepelerden, derinleşen yarlardan –yaralardan- keskin uçurumlardan akacaklar.”

Derviş Aydın Akkoç, Behçet Çelik’te ironinin bir tür utangaç nihilizme yöneldiğini söylüyor, “ağır ağır ve sakınarak”[5]. Bu cümlede nihilizm değil de utangaçlık dikkatimi çekti- arkasından gelen ağır ağır ve sakınarak nitelemeleri Behçet Çelik yazarlığının rengine, dokusuna işaret ediyor ama utangaçlık? Bana öyle geldi ki bu öyküyü okurken, utangaçlık nihilizme ait değil, tam tersi, nihilizm bir tür utangaçlığın ifadesi. Sanki seyrelmede bile bir umut ışığı görmekten, bilmenin hiçbir şeye yetmediğinin farkındayken, bir şeylerin hâlâ kurtarılabilir, onarılabilir olduğunu hissetmekten utanıyormuş da, seyrelen ne varsa sıkılaştırmak için yalnız kalmanın gerektiğinden, bir takım sasılıklardan, lambrilerin masifliğinden bahsediyormuş. “Toprak her zaman bir kılıf, tohum için de, ömrü billah bir daha açmayacak olana da.” Bir yandan şöyle müthiş iki buçuk cümle: “- bir insanın isminin söylendiğini duyması, saniye kolu, çekilen iç, kırılan gönül, demir leblebi, çakıl taşı, genizde zaman artığı, yeşere yazmış hevesin donakalışı, ansızın, apansızın, tek bir âna sıkışması dünyanın. Peşi sıra gevşediğinde, o an da geçtiğinde, -her an geçer, her an gider-, çözülüşü bu kez iplik iplik, parça pinçik, pörsük, sünmüş, çürüme emaresi çöküklerle dolu her yanı, küf yumakları içinde, zaman hızlı. Derken askıda kalmanın yorgunluğu, hiç kımıldamamamış, tek bir kas bile gerilip gevşememişken.” Kımıltısızlık, çürüme, küf… Bir yandan da hikâye, Çağla’nın görünmez boşlukların farkına ilk vardığı zamanı, örücünün büyüteci altında eprimiş kumaşın nasıl onarıldığını gördüğü anı hatırlamasıyla, “merceğin altına ne koyacağını bilemese de”, bir merceğe ya da örücüye ihtiyacı olduğunu söylemesiyle bitiyor. Çukurlara dolup onları da sürükleyen eriyik halindeki ateşle değil. Ben ikinciyi değil, ilk imgeyi seçmesini, öznenin temkinliliğinden çok yazarın (utangaç da olsa) ümidine bağlamak istiyorum.


[1] Behçet Çelik (2021) “Seyrelme Telaşı”, Patikaların İyi Yanı içinde, İletişim Yayınları.

[2] Sienna Ngai (2007) Ugly Feelings. Harvard University Press.

[3] Sally Rooney (2019) Normal İnsanlar. Çeviren Emrah Serdan, Can Yayınları.

[4] Gaye Boralıoğlu (2018) Dünyadan Aşağı, İletişim Yayınları

[5] https://birikimdergisi.com/haftalik/10642/behcet-celik-ya-da-kayip-denge-i