Otuzlu yaşların benim açımdan en güzel taraflarından birisi başkalarının kültürel otoritesinin buyruğundan sıyrılmak, kendi paşa gönlümün istek ve arzularına eskisinden daha fazla kıymet verir olmak oldu. İlkgençliğimi ve yirmili yaşlarımı koştur koştur, “bu çok mühim bir kitapmış, okumam lazım,” “falanca bunun çok önemli bir film olduğunu söylüyor, hemen izleyeyim” diye geçirdikten sonra otuzlu yaşlar bana, biraz da “ben canımı sokakta bulmadım” duygusuyla beraber geldi. Mesela onbeş yaşında izlerken ağlamaktan içim dışıma çıktığı halde “önemli bir sinematik tecrübe” diye sonuna kadar seyrettiğim Requiem for a Dream türünde bir filmi şu an hiçbir güç bana izlettiremez muhtemelen. Zaten bence, bir arkadaşın da dediği gibi, izleyiciye bu kadar eziyet etmek de artık biraz “kul hakkı”na girer!
Hal böyle olunca gündelik kültür tüketim alışkanlıklarımda biraz da bana iyi gelecek, beni dinlendirecek ya da yormayacak şeylere yöneldiğimi fark ediyorum. O açıdan elimin ilk gittiği şey, kadınlar tarafından üretilmiş, kadınların hikayelerini anlatan ya da kadınların hedef kitle olduğu diziler: GLOW, Bertie ve Tuca, Never Have I Ever, Crashing, Emily Paris’te… Bunları izlerken sözgelimi Emily Paris’te gibi bir dizinin Paris’i doğru yansıtmamasını, gerçekçi olmamasını çok da dert etmiyorum. Çünkü hayat ya da Paris hakkındaki hakikatleri öğrenmek için değil, hoşça vakit geçirmek için izliyorum ben bu dizileri. (Göçmenlerin, yoksulluğun, ayrımcılığın olmadığı steril bir imgeyle yüzde yüz barışık da değilim de, işte.)
Ama yüreğime çöreklenmiş kültürel çalışmalar’cı yılan, olur olmadık anlarda başını kaldırıp sinsi bir ısırıkla zehrini akıtıyor; benim hoşça vakit geçirme arzuma illa ki bir yerden çomak sokuyor![1] O nedenle bu aralar kafamı meşgul eden şeylerden biri de, bu dizilerdeki “büyük aşk”ın “yaman tutku”nun hep aşk üçgenleri sayesinde tesis edilmesi. Crashing’de Lulu, Anthony ve Kate arasında, Emily Paris’te’de Emily, Gabrielle ve Camille arasında mesela hep aynı terane. Esas oğlan (ya da esas kız) ciddi bir ilişki içindedir, nişanlıdır ya da evlidir. Ama kendisi için doğru kişi, bu ilişki içinde olduğu karakter değil, bizim esas kız (ya da oğlan)dır. Artık film ya da dizi boyunca esas oğlumuzla esas kızımız bir araya gelebilecek mi (izlediğimizin muhakkak heteroseksüel bir ilişki olması gerekliliğine değinmiyorum zaten), üçüncü kişinin yanlış, bizimkinin doğru olduğunu anlayabilecek mi diye bekler dururuz. Buradaki basit hesap, izleyicinin ilgisini ve merakını canlı tutmak için esas oğlanla esas kız arasındaki ilişkiye bir belirsizlik unsurunun dahil edilmesi elbette. Ortada bir engel olacak; seveceksin, kavuşamayacaksın ki aşk olacak. Ama tabii işin bu kısmı, neden bu engelin aldığı biçimin bir üçüncü şahıs olduğu mevzunu açıklamaya yetmiyor. Yani aşk neden ancak başkalarına rağmen, başkası pahasına olunca aşk oluyor sorusu yanıtsız kalmaya devam ediyor. Kaldı ki bu olgu son dönem dizileriyle de sınırlı değil: Yeşilçam filmlerinde esas oğlanı sarışın züppe ve de sosyetik sevgilisinden ayırması gereken Türkan Şoraylar, Hülya Koçyiğitler; Neşeli Günler müzikalinde Kaptan Von Trapp’le nişanlısı arasına girmesi lazım gelen Maria…
Sevginin, aşkın, bunların makul ve makbul türleri ile denetlenmesi yahut yasaklanması gereken türlerinin siyasi bir mevzu olduğu herkesin malumu. Ben burada romantik aşkın kurgu eserlerde üçüncü şahıs engeline bu denli yaslanmasının ne anlama geldiğine biraz psikanalitik kuram, çokça da duygulanım kuramı ışığında bakacağım.[2]
Freudyen kuramda aşk hem özneliği, hem toplumsallığı, hem de medeniyeti mümkün kılar. Buna ilave olarak, mesela Irving Singer’a göre birisini seviyor olmak, ona değer veriyor olmak edimleri “değer”in kendisini yaratan süreçtir. Sevdiğim şey, ben onu sevdiğim için, ona duygusal ve psişik yatırım yaptığım için değerlidir. Bu süreçte sadece sevgimin nesnesi değil, seven özne olarak ben kendim de değer kazanırım. Birini severken, sevilesi bir nesneyi seven bir insan olarak dolaylı yoldan kendime de yatırım yapıyorumdur.
Bu tür bir anlayışta sevgi hem karşılıklılık esasına dayanır, hem de bununla çelişecek bir biçimde karşılıksız kalmaya ihtiyaç duyar. Yani seven insan sevdiği tarafından sevilmek ister, yaptığı yatırımın kendisine döndüğünü görmek ister. Ama sevginin karşılıksızlığı çoğu zaman, rasyonel olmayan bir biçimde, sevginin kuvvetlenmesine neden olur. İnsan yaptığı yatırımın boşa olduğunu, harcadığı psişik enerjinin bir “değer” üretmediğini, “sevilmeye layık olmayan” bir nesneyi sevdiğini kabullenmektense sevgisinde ısrarcı olarak yatırımının boşa olmadığını, sevilesi bir nesneyi sevdiğini kendine ve etrafına ispatlamaya çalışır; sevgisi harlanır.
Sara Ahmed’in milliyetçiliği okuması da tam bu mekanizma üzerindendir. “Vatan, millet, Sakarya” insana beklediği ve hak ettiği iyi hayatı sunmakta yetersiz kaldıkça, yani milletini seven bireyin sevgisine mukabele edemedikçe, milliyetçinin millet sevgisi kamçılanır. Vatan millet aşkının boş, karşılıksız bir aşk olduğunu kabullenmektense, milliyetçi milliyetçiliğini daha da köpürtür.
Ulusalcılığın her daim ihtiyaç duyduğu “öteki”leri de, yine bu tür bir aşk kuramıyla izah eder Ahmed. Kişi, ulusun onu “sevemeyeceğiyle,” vaat ettiği hayatı ona sunamayacağıyla yüzleşmek yerine bir “engel” icat eder: o “kökü dışarıda hainler” olmasa, ulus sözlerini tutacak, ona hasretini duyduğu “değer”i verecektir.
Bu toplumsal düzlemden daha küçük ölçekli, bireyler arasındaki ilişkilere, bu yazıyı açtığım görsel medyadaki aşk üçgenlerine döndüğümüzde, Ahmed’in toplumsal düzeyde ırkçılık ve milliyetçilikle ilgili söylediklerinin ikili ilişkilerin temsilinde de bir karşılık bulduğunu görebiliriz bence. Esas oğlanla esas kız arasındaki “hain engel,” bu tür geleneksel ilişki biçimlerinin çoğunlukla beklenen “değer”i yaratamayacağını, herkesin toplumsal cinsiyet rollerinin içinde sıkı sıkıya oturduğu “romantik” ilişkilerin aranan o iyi hayatı kurmaya kabil olmayacağını teslim etmekten kaçınmayı mümkün kılar. Sözgelimi, Crashing’de Kate yüzünden bir araya gelemeyen Lulu ve Anthony, hasbelkader bir araya gelselerdi, mutlu bir ilişki tesis etmelerine olanak vermeyenin Kate değil, dizi boyunca gösterdikleri kararsızlık, riyakarlık ve sorumluluktan kaçınmak olduğu gerçeğiyle yüzleşmeleri gerekecekti. Benzer şekilde, Emily Paris’te’de Camille aradan çekilse, Emily’nin güya tekeşli bir ilişki içindeyken gizli gizli başkalarıyla flörtleşen Gabriel’le karşılıklı güvene dayalı bir ilişki kurmanın zorluğuyla hesaplaşması gerekecekti. O nedenle ilişkinin yetersizliğini üçüncü şahıslar yoluyla maskeleyen bu tür anlatılar çiftimiz kavuşur kavuşmaz sonlanır. Beraber kurdukları ilişkinin içeriği gizemli bir perdenin öbür tarafında, otomatik olarak inanmamız gereken bir “ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar…” diyarında kalır. Hal böyle olunca da, Anna Karenina’nın meşhur ilk cümlesinin iddia ettiğinin aksine, bugün bence bizim kafamızda, mutlu, karşılıklı saygı ve güvene dayanan, eşitlikçi, adil ve tarafların özgürleşmesine ve kendini gerçekleştirmesine müsaade eden romantik bir ilişkinin neye benzediğine dair net bir resim yok. Bu anlatılar da, bu zor soruya cevap aramak yerine, eski ve tutucu şablonlara yaslanmaya devam ediyor.
Ki bu aşk üçgenlerinin işaret ettiği sorunlar sadece bireysel düzlemde doyurucu, anlamlı ve sağlıklı bir ilişki kurmanın zorluklarıyla alakalı değil. Aşkın “başkaları”na rağmen, başkalarının üstüne basarak kurulunca anlamlı olduğunu düşünmek, esas kızla esas oğlan bir araya gelsin diye bertaraf edilmesi gereken nişanlıların, sözlülerin varlığını kanıksamak sevginin kendisini de, ulaşmak için rekabet etmemiz gereken kısıtlı bir kaynak olarak kuruyor. Sevgi ancak başkasına “galip” gelince ulaştığımız bir ödül oluyor. İnsanlar cazibeleri üzerinden sevgiyi hak edenler ve hak etmeyenler diye ikiye ayrılıyor. Kahramanların, etraflarındaki insanlar pahasına sevgiye ulaşmasının bu kadar kutlanması, Ahmed’in de belirttiği gibi, “sevdiğimden yaptım”ı her türlü yalanı dolan, umursamazlık ve saygısızlık, hatta şiddeti mazur gösteren bir açık kart haline getiriyor.
Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Lauren Berlant, bir konuşmasında “kuirlerin rızadan anladığı heterolardan çok farklı” demişti: “bizim varsayılan bir senaryomuz ya da rol dağılımımız olmadığından ezberlenmiş şablonlara yaslanamıyoruz. Her ilişkinin nasıl olması gerektiği taraflar arasında açıkça müzakere edilmek zorunda.” Bana ilk duyduğumda çok vurucu gelen bu fikir bence sadece kuirler için değil, herkes için önemli: her ilişki tarafların karşılıklı emeğiyle kuruluyor ve durmadan karşımıza çıkan bu “üçüncü kişiler” o emekten kaçınmanın bir vesilesi haline geliyor. O sebeple, çok uzak olmayan bir gelecekte ekrandaki ilişki temsillerinde de alışıldık aşk üçgenlerine bu denli yaslanılmadığını, bu müzakere süreçlerinin daha sıklıkla ciddiye alındığını görürüz umarım.
[1] Bu yılandan şurada da (https://birikimdergisi.com/haftalik/10560/edebiyati-sevmek-ve-normal-insanlar) biraz yakınmıştım.
[2] Burada temel olarak Sara Ahmed’in Duyguların Kültürel Politikası kitabından, bilhassa da “Sevgi Adına” bölümünden istifade ediyorum.