Fransız İhtilali Üzerine Düşünceler’deki devrim karşıtı ve monarşist tutumundan ötürü sol düşünce tarafından uzun yıllar ihmal edilen (daha doğrusu dar bir çerçevede algılanan) Edmund Burke, üzerinde düşünülmeye değer bir toplum tanımı yapmıştır: “Toplum, ölenler ile henüz doğmamış olanlar arasındaki bir sözleşmedir.” Burke’ün toplum olmanın koşulunu geçmişle gelecek arasında bir süreklilik ilişkisinin varlığına bağlaması Batı’da –özellikle Britanya’da– modern muhafazakârlığa rengini vermiştir. Muhafazakârlığın kapsamı değişim aleyhtarlığı ve statükoculukla sınırlı olmaktan çıkıp kültürel sürekliliğin, nesiller arası bilgi ve tecrübe alışverişinin muhafazası anlamına da gelmiştir. Diplomasi, hukuk, sanat gibi alanlardaki teamüller belirli bir “muhafazakârlık”la aktarılagelmiştir. Dönüşüm eskinin tümden ıskartaya çıkartılmasıyla değil üzerine konulmasıyla gerçekleşmiştir. Muhafazakârlık ve hafıza kelimelerinin Arapçada aynı kökten gelmesi de (“hıfz” - ﺣﻔﻆ) sözkonusu süreklilik ilişkisini gösterir.
Bu zaviyeden bakıldığında, muhafazakârlık iddiası taşıyan AK Parti iktidarının Türkiye’nin kurumsal ve kültürel hafızasına epey ağır bir hasar verdiği görülüyor. “200 yıllık parantezi kapatma” hedefiyle yola koyulan yeni “sistem”, Osmanlı-Türk modernleşmesinin kurumsal birikimini neredeyse sıfırlarken parlamento, yargı, basın, diplomasi, hatta seçim geleneği olmayan bir modern öncesi tahakküm özlemiyle geleneğin kırıntılarının karşısına dikiliyor.
Ali Bayramoğlu’nun 28 Ağustos’ta Karar gazetesinde yayımlanan “Yeni Düzenin Koridorları…” başlıklı yazısı kurumsal gelenek kıyımının diplomasiye sıçramasına önemli eleştiriler yöneltiyordu.
AK Parti devrinin baskın bir özelliği devlet yönetiminde “liyakat”la birlikte –onun doğal bir sonucu olarak– “tecrübe”nin de ortadan kaybolması. Bunun ilk örneklerinden biri 2011 yılında Yüksek Yargı’da yapılan değişiklikle Yargıtay ve Danıştay’a –AKP’nin istediği kararlar çıksın diye– yaş sınırı aranmaksızın “genç” Fethullahçı yargıçların doldurulması, üye sayılarının bu düzenlemeyle üçte bir oranında arttırılmasıydı. Yürürlükteki ucube hukuk düzeninin temelleri –yargıda vesayetle mücadele adı altında– o yıllarda liyakatin tahrip edilmesiyle atılmıştı.
Bayramoğlu’nun yazısından anlaşılan, büyükelçi atamalarında da benzer bir düzenleme bu kez kanun değişikliğiyle değil kararname yoluyla yapılmış. Yeni düzenlemeyle artık “herhangi bir devlet kurumunda beş yıl süreyle görev yapmış biri” büyükelçi olabiliyor. Bayramoğlu bunun sakıncalarını şöyle izah ediyor:
“Devletin en köklü ve başarılı kurumlarından birisi olan dışişlerinde “liyakat, kurumsal süreklilik, tecrübe Osmanlı’dan Cumhuriyet’e titizlikle korunan özelliklerdi. Büyükelçiler, dış politikanın oluşmasına katkı veren, uluslararası kurumlar ve devletlerle ilişkileri yürüten, bu ilişkilerin siyasi, ekonomik ve kültürel yönlerini bilen, uluslararası hukuk bilgisine sahip kişiler olarak tanımlanırdı.”[1]
Bayramoğlu, eski Moskova büyükelçisi Adnan Sezgin’in uyarısını da aktarıyor: “Diplomasi bir usta-çırak ilişkisi içerisinde örülen bir meslektir, zekâ ve bilgi birikimi kadar mesleğin içerisinde elde edilen tecrübe de hayati önem taşır.”
***
Recep Tayyip Erdoğan’ın öteden beri “hariciye” geleneğinden pek hazzetmediği malum. 2009’da Davos’taki meşhur “one minute” feveranının ardından havalimanında ayağının tozuyla yaptığı açıklamada “monşerler” diye seslendiği emekli büyükelçilere şöyle çıkışmıştı:
“Ben bazı emekli diplomatların anladığı dilden konuşmam. Ben diplomasiden gelmiş birisi değilim. Ben siyasetten gelmiş birisiyim. O diplomatların, hele hele monşerlerin adetini pek bilmem. Bilmek de istemem.”[2]
Sık sık nükseden monşer alerjisinden Cumhurbaşkanı'nın kendisinde olmayıp diplomatlarda olan bazı şeylerden (yabancı dil, yurtdışına aşinalık vb.) ötürü öfke duyduğu anlaşılıyor – diplomatları da kapsayan ama onlarla sınırlı olmayan bir sendrom bu: 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce Erzurum’da yaptığı bir konuşmada Ekmeleddin İhsanoğlu’nu “monşerlik”le itham ederken[3] daha yakın tarihli (Mayıs 2021) bir Yassıada nutkunda[4] Türkiye düşmanları arasında darbeciler ve muhtıracılarla birlikte “monşerler”i de saymıştı. Nüfuz edilemeyen bir bilgi, birikim ve deneyim alanına tosladığında çareyi alanın erbaplarını “elitizm”le ya da “ecnebi özentiliği”yle suçlamakta bulan "yerli ve milli siyaset"in gereklerine de uygun bir sendrom bu.
Ali Bayramoğlu bugün büyükelçi atanan ve büyükelçilik yapanlar arasında Erdoğan’ın yakın çevresinden birçok kişinin olduğunu aktarıyor. Ancak nepotizmden daha vahim bir kurumsal gelenek ve süreklilik kaybı[5] olduğu aşikâr: Erdoğan’ın Biden ile görüşmesinde herhangi bir dışişleri yetkilisi olmadığı gibi buna lüzum da duyulmadığının (“Ben varım orada! Dışişleri bana bağlı”) ilan edilmesine bakılırsa “hariciye”den “dışişleri”ne bir geleneğin buharlaşmasından adeta memnuniyet duyulduğu anlaşılıyor.
***
Buradan muhafazakârlık bahsine dönersek, “ecdat” dendiğinde AK Parti ve Erdoğan’ın aklına yakın tarihten –esasen Necip Fazıl kanalıyla imal edilmiş– bir II. Abdülhamid imgesinin geldiği besbelli. Bu büsbütün isabetsiz bir seçim de sayılmaz. Abdülhamid Tanzimat’la başlayan, babası Abdülmecid ve amcası Abdülaziz devirlerinde (Mustafa Reşid, Ali ve Fuad Paşalarla birlikte) devam eden devlet yönetiminde Bab-ı Ali ağırlığını sona erdirmiş ve ülkeyi otuz küsur yıl boyunca Yıldız Sarayı’ndan neredeyse hiç çıkmadan yönetmişti. Mithat Paşa gibi kudretli bir sadrazamla özdeşleşen Meclis-i Mebusan onun devrinde ilkin açılıp sonra askıya alınmış; ardından Tanzimat'la kısmî bir özerkliğe kavuşan nezaretler hükmünü bir bir kaybetmişti. Eşzamanlı olarak imparatorluğu ayakta tutabilmek için pragmatik bir hilafet iddiası da öne çıkartılmıştı. Erdoğan’ın bütün bunlardan etkilenmemesi mümkün değil.
Ancak kültürel süreklilik ve liyakat bahsinde devr-i Hamid ile devr-i Erdoğan arasında ciddi bir uçurum var. Abdülhamid, açtığı askeri ve sivil mekteplerde modern ve kaliteli bir eğitim verilmesini öylesine önemsemişti ki lakaplarından biri “Maarifperver”di. Kendi altını oymak pahasına askeriyeye zadegandan olmayan halk çocuklarının alınmasının önünü açmış; bunların “sadık kullar”dan ziyade modern askerler olarak yetişmesine imkân tanıyan bir eğitim sisteminin kurulmasına önayak olmuştu (Mustafa Kemal ve akranları bu düzenlemeyle subay olabilmiştir.) Darülfünun’u açan da odur. Bunlar bugünün imam-hatipleri ya da üniversiteleriyle nitelikçe kıyaslanacak mektepler değildir.
Yine Abdülhamid devrinin “hariciye”cileri bugün itibarsızlaştırılan diplomat tipinin kusursuz örnekleridir. Örneğin Abdülhamid’in çok sevdiği hariciye nazırı Artin Dadyan, Sorbonne mezunu bir “monşer”dir. Abdülhamid’in kendisi de bir bakıma kusursuz bir diplomattır; Osmanlı ile Avrupa ülkeleri arasındaki birçok badireyi öfkelenmeden, telaşlanmadan, kabalaşmadan başarılı bir denge politikasıyla atlatabilmiştir. Öyle ki Bismarck’ın onun için “Avrupa’nın en büyük diplomatı,” dediği rivayet edilir.
Dolayısıyla bugün “ecdat dizileri”yle mitleştirilen Abdülhamid devriyle de bir kültürel-kurumsal süreklilik olduğunu söylemek zor. Eskinin tümden yıkıldığı, yerine diplomasiden eğitime, hukuktan ekonomiye herhangi bir alanda yapıcı ve kurucu bir değerin konulamadığı, geleneğin tahribatının neredeyse bir kural haline getirildiği bir devlet aklı hâkim. Geleneği, bilgiyi ve ehliyeti temsil edenler “iktisadi elitler,” “yargı elitleri”, “üniversite elitleri”, “monşer”ler diye aşağılanırken nesiller arası iletişimi sağlayan kayış kopmuş durumda. Geniş manasıyla kültürel ve kurumsal mirasın muhafazası ve aktarımının bina inşaatı, tamiratı ve restorasyonundan öte “ölenler ile henüz doğmamış olanlar arasındaki” bilgi, görgü ve düşünce alışverişine süreklilik kazandıran bir kültür politikasıyla mümkün olabileceği fikrine bugünün Türkiye muhafazakârları çok uzak.
[1] Ali Bayramoğlu, “Yeni Düzenin Koridorları…”, Karar, 28 Ağustos 2021, https://www.karar.com/yazarlar/ali-bayramoglu/yeni-duzenin-koridorlari-1590447
[2] https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/erdogandan-davos-aciklamasi-38172
[3] https://www.star.com.tr/guncel/erdogandan-ekmeleddin-ihsanogluna-bunlar-monser-haber-906772/
[4] https://www.trthaber.com/haber/gundem/cumhurbaskani-erdogan-darbeci-zihniyet-ayni-sekilde-varligini-surduruyor-583968.html
[5] Tanıl Bora 17 Şubat 2016 tarihli Birikim Haftalık yazısında kurum kıyımına ilişkin son derece doğru ve bugünkü vaziyeti öngören gözlemlerde bulunmuştu. Bkz. https://birikimdergisi.com/haftalik/7523/kurumlari-yipratmak Yazının özellikle şu kısmına dikkat çekmek isterim:
“Kurumlara eleştirel veya devrimci bir yeniden inşacılıkla yaklaşmak başka, onları behemehal silip atmaya kalkmak başkadır. Kurumsal gelenekleri kırmak ve dönüştürmek başka, onları tahrip etmek başka. Kurumları büsbütün yabana atamazsınız. Bilgiyi, tecrübeyi, ilişkileri biriktirir, kazanıma dönüştürür, devamlılığını sağlarlar. Yol, yordam inşa ederler. Kuşaklar boyu yaparlar bunu. Kurum kültürleri, önemlidir. İnsanlar kurum kültürleri içinde “şekilsiz insan kütlesi”nin zerresi olmaktan çıkar, biçimlenir, şahsiyet ve aidiyet kazanırlar.”