Dikiş de Dikebilen Kadınlar
Emel Uzun

Tanıl Bora’nın, o şahane “Üç Terzi” yazısını okuduğumdan beri önüme sürekli içinde terzi kadınların da olduğu hikâyeler çıkmaya başladı. Terzilerle, terzilikle Türk solu arasındaki ilişki belli ki beni etkilemiş. Tabii Tanıl Hoca, erkek bir alemden, dernek lokallerine dönüşen terzi dükkanlarından, örgütlülükten, liderlikten bahsediyordu. Hem mahir birer terzi hem de solun değerleriyle direkt olarak, yabancılaşmadığı, emeğiyle ilişkilenen adamlardan. Kamusal dünyalarda, ideolojilerin sembolize olduğu bedenler olarak, kendinden büyük bir şeyin parçası olarak var olmuş, meslekten terzilerden.

Benim karşıma çıkan hikayelerdeki terzi kadınlar böyle kamusal figürler değiller. Kimi gerçek hayat hikayesinin, kimisi bir kurmacanın karakteri. Sıradan hayatları içinde, kendilerine, konu komşuya, çoluğa çocuğa dizi dizi şeyler dikerlerken meslekten terziler olarak değil, “dikiş de dikebilen kadınlar” olarak anılabilirler en fazla. Hayat onları sonradan terzi yapar. (Bir kadının mesleği ile kimliklenmesi zor hikâye, malum!).

Şükran Yiğit’in son romanı “Burası Radyo Şarampol”de anlatılan Mine Abla’nın da sonradan terzi olduğu hikayesinde de öyle oluyor. Romanda asıl karakter olan Filiz’in hikayesinin eşlikçisi Mine Abla. 80 Darbesi’nin hemen öncesinde bir devrimci gence (Cengiz) âşık oluyor. Omzu yırtılmış gömleğini yol kenarında çantasından çıkardığı iğne ipliği ile oracıkta dikerek bağlandığı aşk hikayesi onu, soğuk iklimlere kaçmaya mecbur bırakıyor. O zamana kadar hiç anmadığı “muflon”, “tüvit”, “kaşe” gibi kumaşlardan bahsetmeye başlıyor âşık olduktan hemen sonra, darbeden hemen önce. Sonunda kendine o kalın kumaşların birinden diktiği mantosunu giyip ayrılıyor bir gün mahalleden. Onun yolu Filiz’den önce düşüyor Kreuzberg’e. Cengiz, Berlin’de yasal bir statü ile kalamayacağını anlayınca memleketlisi bir kızla evlenmenin yolunu yapıyor yavaştan. Mine yine aynı mantoyu giyip Cengiz’i de terk ediyor bir sabah. Konfeksiyon atölyelerinde çalışarak, kâğıt üstünde evlilikler sayesinde kalıyor Berlin’de. Türkiye’de 80 Darbesi’ne, Almanya’da Duvar’ın yıkılmasına şahitlik ediyor. Hiçbir şeyi yok ama dikiş dikebiliyor. Hediyelik bir şeyler dikerim diye birkaç parça kumaşı çantasına tıkıştırıp kaçtığı Şarampol Mahallesi’ne yenik ve utanç içinde dönmemeyi bu meziyeti sayesinde başarıyor. Antalya’nın sıcak yazları, aşkın ılık baharına uygun değil, kendi başına bir hayat kurmaya mecbur kaldığı iklimler için elbiseler dikmeye başlıyor. Dikiş de dikebilmek bir kadının kendi hikayesini yazabilmesinin yolu oluyor.

Gerçek bir hayat hikayesi olan Rabia Tevfik Başokçu’nunki gibi. Ben Kadir Dede ve Aylin Özmen’in[1] yazısıyla haberdar oldum onun hikayesinden. Üst sınıf bir aileye mensup Rebia Hanım, boşanmayla sonuçlanmış ilk evliliğinin ardından, bir Osmanlı Hariciyeci’sinden aldığı evlenme teklifi üzerine henüz İstanbul işgal altındayken Paris’e gider. Ancak damat adayı evlenmekten cayınca Paris’te kalamaz, ama İstanbul’a da dönmeyi gururuna yediremez ve hiç tanımadığı, bilmediği Berlin’e göçer. Geçinebilmek için kiralık odasında başladığı dikiş macerası, o küçük odadan önce bir terzihaneye sonra sosyetik moda salonlarına taşınan bir başarı hikayesine dönüşür. Bir kurmaca karakteri olan Mine ile hiç benzemeyen bu üst sınıf, eğitimli, dil bilen, entelektüel kadının hikayesi elbette Mine’ninkinden farklı olarak Cumhuriyet ideolojisi, milliyetçilik, görevler, vazifeler, vatan aşkı ve Atatürk sevgisi ile doludur. Ortak noktaları, hayatlarının hayal kırıklığı ile dolu bir döneminde, 60 yıl ara ile, Berlin’de, aynı şehirde dikiş diktikleri gecelerde saklıdır belki.

Terzilik deyince Yaprak Öz’ün polisiye roman dizisinden[2] tanıdığımız, 70’li yıllardan başlayarak Zonguldak Kozlu’da işlenen üç karmaşık cinayeti ustalıkla çözen amatör terzi-dedektifi Yıldız Alatan’dan bahsetmemek olmaz. “Polisiye romanlara düşkün, usta bir terzi, dört dörtlük bir ev kadını, tatlı bir komşu, iyi bir dost ve eğlenceli bir anneanne” olan Yıldız Alatan, başlarda boş zaman uğraşı olarak yaptığı dikiş işlerini, tek kızını büyütüp, İstanbul’a kendi hayatına uğurladıktan sonra ilerletir ve “yıldız bir terzi” olarak nam salar. Ereğli Kömür İşletmeleri Kozlu Maden Ocağı’nda çalışan mühendislerin aileleriyle birlikte yaşadıkları lojman bölgesinde, kapalı, epey ayrıcalıklı ve batılı hayatlarının konforu içinden seslenir bize. Malum polisiye kentle, kentleşme ile ilgili bir tür. Modernleşme, kentleşme bağlamından Batı’da ortaya çıkar daha doğrusu. O zamanın Zonguldak’ı, kömür işletmelerinin beyaz yakalıları ve onların ev hanımı eşleri için hala muasır medeniyetler seviyesindedir. Hem taşrada cinayet işlense de onu ancak kentli ve eğitimli bir zihin bir cinai hikâye olarak kavrayıp, gizemin peşine düşebilir.

Yıldız Alatan ellisinden sonra edindiği hobisinde nasıl ustalaştıysa, tam da terziliğinin geliştirdiği yeteneklerle çevresinde işlenen cinayetlerin görünmez ipuçlarını birleştirir, provalar alır, teyeller atar, olmadı söker yeni teoriler/modeller çıkarır. Emniyet Müdürü onu tebrik etmeye geldiğinde; “Bu kadar iyi bir terzi olmanıza şaşmamalı der”. Ustalıktan, titizlikten, dikkatten ve beceriden bahseder. İkisi de hem terzilik için hem de dedektif olmak için gerekli niteliklerdir. Şüphelendiği bir kadını sorgulamak istiyorsa mesela ona bir elbise dikmeyi önerir. Provalarda, şüphelinin vücut ölçülerini alırken, ihtiyacı olan bilgileri de edinir çaktırmadan. Tüm bunları yaparken ne anneliğini, eşliğini, anneanneliğini, ne de ev hanımlığını zinhar ihmal etmez. Bir gizemle karşılaşır, peşine düşer ama sipariş aldığı “dik yakalı, kolları ve göğsü jabo tarzında volanlı, beyaz organze bluz”u mutlaka vaktinde yetiştirir. Soruşturmasında tıkandığı yerde “pembe ve mor şal desenli, V yakalı ampir kesimli, bedeni saran rop”u dikiyor olur ve bittiğinde artık düşünceleri de toparlanmıştır. Sevgili kocasını işe yolcu eder, siparişini teslim eder, akşam yemeğini hazır eder, Hacer’den aldığı sütünü bir taşım kaynatıp yeni teorisinin peşine düşer. Her şey olması gerektiği gibidir. Her şey yerli yerindedir. Aynı analitik zekanın çözebileceği bulmacalar bir bluz da olsa, cinayet de olsa aynı şekilde ele alınır. Doğru parçalar, doğru şekilde birleştirilmiştir. Hem terzilikteki ustalığı hem de dedektiflikteki doğal yeteneği, hep baskıladığı potansiyelinin fışkırdığı iki kanal olur hikâyede. Her gizeminde ona yardım eden bir başka kadın vardır yanında. O kadınlarla dost olur, birlikte bir şey başarmanın hazzını paylaşır ve kalabalıklaşır. Hem terziliğe hem de dedektifliğe merakı ona saygınlık ve ün kazandırır. Canlandırır. Başmühendis Ziya Bey’in eşi, Berrin’in annesi, Berrak’ın anneannesi olmak dışında başka kimlikler verir. Az şey mi? Peşine düştüğü gizem çözüldükten sonra, yayınlatmayı hayal ettiği kitabı yazar. Macerasını anlatır. Sonra biraz içi sıkılarak yeni macerasının onu bulmasını bekler. Bir süre daha sadece kumaşlar, modeller, patronlar, ipler, düğmeler, vatkalardan oluşan bulmacalarıyla oyalanmak zorundandır.

Bütün kadın hikayeleri birer göç hikayesi gibi de gelir bana. Köyünden bile çıkmamış olsa da evlenip, başka bir aileye girip, bir daha geri dönemeyeceğinin bilindiği bir göç hikayesi. Dikiş dikmenin belli ki göç etmekle, bir yere yerleşmekle, yeni bir hayatı tanımaya çalışmakla, umut edebilmekle bir ilgisi var. Yeniden başlama fırsatı sunuyor. Üretme, zanaatı sanata çevirme şansı veriyor. Umutla direnişin, neşeyi yaratmanın ve yaymanın aracı oluyor. Onları büyük kahramanlara değil ama, kendine yeten, etrafındakilere değen, birilerine birer parça da olsa kumaştan iz bırakabilen birer güçlü savaşçıya dönüştürüyor. Az şey değil!


[1] Dede, K., Özman, A. (2021), “Dimağın Şahsiyeti Ya Da Leyla’yı Öldürmek: Rebia Tevfik Başokçu Otobiyografisi Üzerine”, Toplumsal Tarih, Eylül/2021.

[2] “Farahnaz’ın Çiçeği” (2018), “Villa Şakayık” (2019) ve “Perisiz Köşk” (2020), İstanbul: Oğlak Yayıncılık.